Skip to content

Ekim 12, 2012

Ve Kara Görünür

12 Ekim 1492’de Pinta gemisindeki Rodrigo de Triana ya da nam-ı diğer Juan Rodriguez Bermeo sabah iki sularında bağırıyordu, kara görünmüştü. Durumun hemen haber verildiği Kristof Kolomb, sonradan hafiften çamura yatıyordu; ne de olsa Kral Ferdinand ve Kraliçe Isabella karayı ilk görene yaşamboyu maaş vaat etmişti.

Bugünün Bahamalarına San Salvador adını veren İtalyan kâşif, not defterine şunları yazıyordu: “Gördüğüm insanların vücutlarında yaralar var. Bunların nasıl olduğunu işaretle sordum. Civardaki adalardan gelenlere karşı kendilerini savunduklarını anlattılar. Onları köle olarak götürmek istediklerine inanıyorum. Onlara ne söylüyorsak hemen tekrarlayabiliyorlar. İyi hizmetkârlar olabilirler. Bir dinleri yok gibi duruyor, Hristiyan yapılabilirler.”

Bulduğu kara parçasını Hindistan zanneden İtalyan kâşif, aslında Yeni Dünya’ya ayak basmıştı. İşte 12 Ekim’in bu yüzden anımsanması gerekiyordu. 18. yüzyıldan itibaren gayrıresmî olarak başlayan kutlamalar, ancak geçen asrın başında resmiyet kazanıyordu. Colorado’dan tüm ülkeye yayılan Kolomb Günü, 1930’ların ortasında resmî tatil olmuştu.

12 Ekim 1931’de Brezilya’da büyük bir heyecan yaşanıyordu. Bir önceki yüzyılda ortaya atılan Corcovado’ya büyük bir heykel yapılması fikri gerçek oluyordu. Heitor da Silva Costa tasarlıyor, Fransız Paul Landowski yontuyor, Rio’nun sembolü hayat buluyordu.

2008’de yıldırım çarpan Kurtarıcı İsa Heykeli, seksen yıldır dimdik ayakta duruyor. 700 metre yüksekliğindeki bir tepede kollarını açan 30 metre yüksekliğindeki anıt, artık dünyanın yeni yedi harikasından biri olarak kabul ediliyor. Cristo Redentor’un arkasının varoşlar, önünün ise zengin mahalleleri olması dikkat çekiyor. Yoksa İsa Peygamber Yeni Dünya’da sadece zenginlere mi kucak açıyor; kıtanın O’nun uğruna katledilen asıl sahiplerine kol kanat geremediği kesin gibi duruyor.

Ekim 11, 2012

Yağan Yağmur, Esen Rüzgâr

11 Ekim 1963’te Paris kan ağlıyordu. Kaldırım serçesi Edith Piaf, ciğerlerine yerleşmiş illete yenik düşüyordu. Kanserdi, 47 yılda yaşamının sonlanmasının esbab-ı mucibesi. Yaşam tarzı uygun bulunmadığından, Paris Başpiskoposu cenaze törenini yapmayı reddetmişti. Sokaklarda toplanan on binlerce insan kiliseye gerekli cevabı vermişti.

Tevatüre göre can ciğer dostunun öldüğü haberini sabah saatlerinde almıştı Jean Cocteau. Cinsel yönelimiyle de dikkat çeken sanatçı, telefonda “Piaf öldü. Ben de ölebilirim” demişti. Birkaç saat sonra da kalbi durmuştu.

“Yazarsam rahatsız ediyorum. Film çevirirsem rahatsız ediyorum. Resim yaparsam rahatsız ediyorum. Resmimi gösterirsem rahatsız ediyorum, göstermesem de rahatsız ediyorum! Rahatsız etme bende gelişmiş bir benceri. Ölümümden sonra da rahatsız edeceğim” diye haykırmıştı Cocteau. Haklıydı da zira onun beyninden dökülenler, kim bilir belki de zamanının çok ötesindeydi.

Yakın arkadaşı için 1941’de kaleme aldığı metinle bitirmeli. Bu satırların yazarı kırk fırın ekmek yese de yanına yaklaşamaz!

“O taklit edilemez. Geçmişte hiçbir zaman bir Edith Piaf olmadı, gelecekte de olmayacak. O göklerin akşam yalnızlığında için için yanan bir yıldızdır. Birbirlerine sarılmış çiftler eğer hala sevmeyi, acı çekmeyi ve ölmeyi biliyorlarsa, bu biraz da onun yüzündendir. Şu küçük insana bakın; elleri, yıkıntılar arasından fırlamış bir kertenkeleninki gibi. Bonapartvari bir alın ve henüz görmeye başlamış bir kör gibi bakan gözler. Böyle biri nasıl şarkı söyler? Kendini nasıl ifade eder? Gecenin büyük iniltilerini o daracaık göğüslerinden nasıl çıkartabilir? Bakın işte söylüyor; daha doğrusu, nisan bülbülünün yaptığı gibi, aşk şarkısını deniyor. Bülbülün şarkısını hiç duydunuz mu? Zorlanır. Tereddüt eder. Davranır. Soluksuz kalır. Sonra yükselir ve tekrar düşer. Ve birdenbire “bulur”. Bir nağme tutturur ve altüst olur. Kendini ve dinleyecisini yoklayan Edith Piaf, çok kısa zamanda buldu şarkısını. İşte tepeden tırnağa bedeninin her yerinden çıkan sesi,siyah kadifeden büyük bir dalga gibi seriliyor. Bu sıcak dalga, bizi sarıyor, üstümüzden geçiyor ve bizi içine alıyor. Artık olan olmuştur. Edith Piaf, dalın üstüne konan görünmez bir bülbül gibi, ortadan kaybolacaktır. Geride yalnızca bakışını, soluk ellerini, ışık saçan mum alnını ve büyüyen, yükselen, daha da yükselen, sonra yavaş yavaş kendini tamamlayan ve giderek, kendisi olan sesini bırakacaktır. İşte tam o anda, Edith Piaf’ın dehası ortaya çıkar ve her birimiz bunu farkederiz. Kendini, şarkılarını, müziği ve sözlerini geride bırakmıştır artık. Bizi aşmıştır. Sokağın ruhu, onu çevreleyen binalara geçer ve şehirdeki bütün odalara yayılır. Edith Piaf değildir şarkı söyleyen:Yağan yağmur, esen rüzgâr, serpilen ayışığıdır.” 1

  1. http://epigraf.fisek.com.tr/index.php?num=304 []

Eylül 24, 2012

Güneşin Battığı Gün

Tam 16 yıl önceydi. Bir süredir inzivaya çekilmiş Zeki Müren, yıllar sonra hayranlarının karşısına çıkmak için TRT İzmir stüdyolarına gelmişti. Akşam altı sularıydı…

Bina içinde ve dışında tatlı bir heyecan vardı. Çalışanlar yayın için son hazırlıkları yapıyor, basın mensuplarıysa içeri davet edilmek için sıralarını bekliyordu. Makyaj bittikten sonra Sanat Güneşi stüdyoda yerini alıyordu. İçeri hücum etmişti muhabirler. Biraz gergin görünen Paşa yine de kameralara gülümsüyordu.. O sırada stüdyoya Ajda Pekkan geliyor, Süperstar’ı Muazzez Ersoy kovalıyordu.

Pek neşeliydi Türk sanat musikisinin en büyük sesi. Hafiften Ajda’ya takılıyor, çekimi bekliyordu. Derken kayıt başlıyordu…

TRT’nin çektiği Sanat Güneşimiz Batmayan Güneş Zeki Müren belgeselinin anonsuna hafif bir itiraz ediyordu kayıt bitince. Yaklaşık dört yıldır kimselere kapısını açmadı ifadesini beğenmeyen Paşa, “Kendisini dinledi” denmesini tercih ediyordu. Hemen akabinde de Ajda’ya “Bana ödül verecekler” diyordu.

TRT’nin ödülü pek heyecanlandırmıştı Sanat Güneşi’ni. 1951’de ilk defa radyoda şarkılarını okuduğu mikrofonu kendisine hediye edilmişti. Sürprizi hayatının en büyük anısı olarak nitelendirmiş, sözlerini “O yıllara iniyorum. Ağlayayım mı güleyim mi bilemiyorum” diye bitirmişti.

Yerine dönerken zor yürüyen efsane, kayıt bittikten sonra biraz dinlenmek üzere makyaj odasının yolunu tutmuştu. Sonra duyulan ‘Paşa fenalaştı’ haberleri doğruydu. Batmayan güneş batmış; bir manada TRT’de doğan Zeki Müren, yine TRT’de ölmüştü.

Eylül 19, 2012

Keser Döner Sap Döner…

Döner üzerinden ülkenin ne hale geldiği konusunda makro çıkarımlar yapmak mümkün bana kalırsa. Türkiye’nin dünyaya verdiği en büyük hediyelerden biri denebilir bu et hüzmesi için. Mamafih, eli yüzü düzgün döner bulabilmek giderek güçleşiyor buralarda. Baktığında en köhnesinden en lüksüne her restoranda var ama yalnızca cismen. Ruhu, özü gaib. En ucuz ve kalitesizi için otogar döneri diyorum ben. Ne idüğü tamamen belirsiz olur. Aslında, bütün evrensel hijyen kaidelerine meydan okuyan ucuz ve genelde seyyar yiyeceklerin, başta “maç köftesi” olmak üzere garip ve günahkar biçimde lezaiz olduklarını ben de kabul ediyorum. Ama döner bir istisna. Döner ciddi bir iş.

Ama o kadar da ciddi bir iş olmamalı mı yoksa? Bunu bu şekilde soruyor olmamın sebebi, çok aşırı pahalı yerlerde de yediğim dönerden ödediğim para ölçütünde keyif almamış olmam çoğu zaman. Sanırım bunun sebebi, bileşenlerin aşırı derecede mekanik olması. Et kaliteli olabilir ama lezzetsiz, yoğurt organik olabilir ve sütü UHT yöntemiyle pastörize edilmiş de olabilir ama bu da beni çok ilgilendirmiyor. Bu çeşit dönere de Mimar Döneri diyorum. İlk versiyonları fazlasıyla kusursuz yapmaya çalıştığı için insan korteksinin bunu kabul etmeyip uyanmaya çalıştığı Matrix’in yaratıcısı olan Mimar’dan bahsediyorum.

Bu iki uç örneğin dışında, ilk başta da vurguladığım gibi, memleketin merkezdeki döneri pejmürde, özensiz ve baştan savma. Her işimiz böyle değil mi zaten? Dünyanın en güzel yemeklerinden birini bu kadar değersizleştirerek kendimize haksızlık ediyoruz ama tek mesel bu değil. Travertenlere izmarit atan da biziz, antik kenti çay bahçesi yapan da.

Vasatın altındaki dönere o kadar alıştık ki tabak önümüze geldiğinde çok büyük beklentilerle çatalı saplamıyoruz artık içine. Zaten aslında döner diye de bir şey kalmıyor yavaş yavaş. İskender var. Restoranlar fondöten güzeli gibi, berbat dönerlerini kapatıyorlar yağı, sosu pompalayarak.

Pizzayı dünya gastronomisine armağan eden İtalya’da restoranların hemen hepsinin BİM’de satılan dondurulmuş pizza gibi pizza yapıp sattığını düşünün. Bence şu anda bizim dönerle ilgili yaşadığımız avarız buna pek de uzak değil.

Artık devlet eliyle Döner Üst Kurulu (DÜK) falan mı kurulur, tüketici dernekleri harekete mi geçer bilemiyorum ama bir şey yapılması lazım.

Dönmüyor çünkü artık bu meret.

Eylül 12, 2012

Özgürlük Şarkısı

biko

12 Eylül… Uğursuz Eylül’ün uğursuz günlerinden. Sadece bu topraklar için de değil, milyonlarca sigara içimi uzaklıktaki diyarlar için de kara, kapkara…

“Siyah güzeldir” sloganıyla yola çıkan Steve Biko, Güney Afrika Öğrenciler Birliği’ni kurmuştu. O birliğin liderleri, siyasi mahkumların tutulduğu Robben Adası’nın yolunu tutarken, aktivistin Siyah Farkındalık Hareketi 16 Haziran 1976’daki Soweto Ayaklanması’nı örgütlüyordu.

18 Ağustos 1977’de tutuklanmıştı Biko. Kelimeler herhalde kifayetsiz kalıyor, ona gösterilen hıncı anlatmaya. 11 Eylül’de çırılçıplak bir aracın arkasına bindirilmiş, 1100 kilometre uzaklıktaki Pretoria’ya götürülmüştü. Oradaki hapishanenin hastanesine vardığında, ölmek üzereydi. 12’sinde son nefesini vermişti.

Polis hemen açıklıyordu, siyah adamın önderi açlık grevinden gömülmüştü. Fakat kafasına o kadar darbe almıştı ki otopsi yalan söylemiyordu. Cenazesine içlerinde büyükelçilerin de bulunduğu 10 bin kişi katılırken, arkadaşları Helen Zille ile Donald Woods olayın peşini bırakmıyordu. Hattâ Woods, morgda çektiği fotoğraflar yüzünden Güney Afrika’yı terk etmek zorunda kalıyordu.

Dünün öğrenci lideri, bugünün azizi… 30 senelik kısacık ömründe yaptıklarıyla, sadece Güney Afrika’nın değil, tüm ötekilerin sesiydi Steve Biko. “Ezenin elindeki en etkili silah, ezilenin bilinç düzeyidir” demiş, ülkesindeki farkındalığı artırmaya çalışmıştı. Ancak öyle bir zamanda yaşamıştı ki, teninin rengi, alnına yazılmış tek gerçekti. Susup durabilirdi, susmadı. Sadece susturulabilmişti.