Skip to content

Lolita

lolita

18 Ağustos 1933’te Paris’te doğmuştu Roman Polanski. Yahudi Polonyalı bir babayla Rus Katolik bir annenin çocuğuydu. Avrupa’nın sertleşmeye başlayan coğrafyasının tam ortasında Polonya ile Fransa arasında mekik dokuyan ailenin üyeleri sonunda milyonlarca Yahudi gibi toplama kampının yolunu tutarken, ufaklık şanslıydı. Katoliklerin arasına katılmış, Roman Wilk adıyla yaşamıştı. Annesi Auschwitz’te ölen Roman’ın babası ve üvey kardeşi kurtulmuştu.

Dünyaca ünlü Łódź Film Okulu’ndan 1959’da mezun olan Polanski, 1968 tarihli (Rosemary’s Baby) Rosemary’nin Bebeği filmi sayesinde tüm dünyada tanınıyordu. 11 dalda Oscar’a aday olan Chinatown (Çin Mahallesi) ile ününü pekiştiren yönetmen, 1977’de yeryüzünü sallıyordu. Kendi Lolita’sının peşine düşen sinemacı, Vogue dergisi için yaptığı işte 13 yaşındaki Samantha Geimer’a tecavüz etmişti. Hapishanenin psikiyatri biriminde 42 gün kaldıktan sonra kendisini hapis cezasının beklediğini anladıktan sonra Avrupa’ya kaçan Polanski, yıllarca belli ülkelere girememiş, Zürih Film Festivali’nin Yaşamboyu Başarı Ödülü’nü almaya İsviçre’ye gidince tutuklanmıştı.

Dokuz ay ev hapsinde tutulduktan sonra paçayı sıyıran usta yönetmen, hukuk fakültelerinde pratik çalışma olsa yeri. Kendi yaşamöyküsünden de izler taşıyan Piyanist ile Oscar’a kavuşan yönetmen, adalet kimin içindir sorusunu akıllara düşürüyor.

Polanski Polonya’da 25. yaşını kutlarken, Amerika’da bir kitap piyasaya çıkıyordu. Orta yaşlı bir adamın 12 yaşındaki kıza olan saplantısını yazan Vladimir Nabokov, böylece tüm dünyayı sarsıyordu. 1955’te ilk basımı Paris’te yapılıp kısacık sürede klasikler arasında yerini alan yapıt, Stanley Kubrick’in gözünden yazarın yardımıyla beyazperdeye aktarılıyordu. Romanın erkek kahramanı Humbert Humbert, Polanski gibi Paris’te doğmuştu…

Aynı konu, 1916’da Almanca yazılan kısa bir öyküde ele alınmıştı. Heinz von Lichberg takma adıyla yazan Heinz von Eschwege’nin kaleminden çıkan hikâyede orta yaşlı bir adam, inanmazsınız, Lolita adındaki bir kıza abayı yakıyordu. Her ikisinin 15 yıl Berlin’de yaşaması da yine tesadüf olsa gerek.

20. yüzyılın en iyi metinlerinden olarak kabul edilen romana pası Alev Alatlı’ya uzatalım. Ters köşeye yatmaya hazır mısınız…

“Nabokov, romanı önce bir kısa hikâye olarak, Volşebnik (Büyücü) ismiyle 1939’da Paris’te kaleme alıyor. Karşımda duran oğlunun yakışıklı nahoş yüzünün çağrıştırdıklarından birisi de bu tarih: 1939. 1939 Paris’i, büyük ekonomik kriz, İspanya İç Savaşı, İkinci Dünya Savaşı. Hitler Avusturya’yı ilhak ededursun, adam Lolita’yı yazıyor- Viyana, Paris’ten bir kol boyu uzakta. Hitler Polonya’yı işgal ededursun, adam Lolita’yı yazıyor- Varşova da Paris’ten bir kol boyu uzakta. Einsatzgruppen derlerdi, mobil ölüm üniteleri kol gezİyorlardı. Hitler gezici gaz otobüslerinde bir milyon üç yüz binden fazla Polonya Yahudisini o arada boğazlayadursun, adam Lolita’yı yazıyor. Ocak’ta Barselona Franco’nun faşislerine düşüyor, Şubat’ta Katalunya, Mart’ta valencia, sonra Madrid… Adam Lolita’yı yazıyor. Yüz bin İspanyol Fransa’ya sığınıyor, adam Lolita’yı yazıyor. Mussolini Arnavutluk’u işgal ediyor, adam Lolita’yı yazıyor. 1997 Fransa basımı komünizmin kara kitabı, Rusya, Asya, Orta Avrupa ve üçüncü dünya komünist rejimlerinde sistematik olarak öldürülen yüz küsur milyon insanı belgeliyor, adam Lolita’yı yazıyor.

Dünya umurunda olmayan bir yazar, neden yazar?”

Son söz Nabokov’un olsun; belli ki başyapıtının kapaklarını önemsiyormuş…