Skip to content

Ekim 28, 2012

Şafak 3: My Lady Violet

Bir maça gidip de, sağa sola hakemin kim olduğunu sormak hastalıktır. Türkiye’ye has bir durum diyeceğim de bir kere de başkası sormadı hakemleri, hep ben sordum. Birlikte maç izlediğim arkadaşlarım da hakemlerin kim olduğunu bana sorar, dünya hakemliği benden sorulur başka bir deyişle. (Bir tek, Erşan Kartal’ı Çağrı Turhan’a sorarım.) Hakem fetişimin en büyük sebebi, tabii ki hakemlerin çok büyük bir kısmının kalitesizlikten ya da korkaklıktan ölmek üzere olmaları. Ülke hakemlerinin, özellikle yeşil sahadakilerin yalnızca beceriksiz olduklarına inanıyorum. Lakin, NBA hakemlerinin çoğunu ise “korkaklar, içten pazarlıklılar, kafalarında tilkiden başka bir şeye yer kalmamışlar” kategorilerinde kabul ediyorum.

Hayatımda izlediğim en kötü basketbol hakemi Violet Palmer’ı ise herhangi bir kategoriye dahil edemiyorum. Kadın deyip tepki çekebilirim; ancak bana yakışmaz. Fakat, tonlarca maçın olduğu bir NBA gecesinde, maçların hakemlerine bakıp da Violet Palmer’ın yönettiği maçı arıyorsam ve bu maç Cats @ Wizards gibi bir maç bile olsa izleme radarıma dahil oluyorsa, ben Violet Palmer’ı bile özlediğimi söylemek zorundayım. Video paylaşım sitelerinde “Violet Palmer epic call”, “Violet Palmer complete failure”, “Violet Palmer epic failure” tarzı anahtarlarla arama yapabilirsiniz, ben şimdi kaslı kaslı bir sürü adamın topu bir sepetten geçirmeye çalıştıkları videolara boğmayayım burayı. Çok saçma çünkü, neden topu sepetten geçirmeye çalışıyorlar ki?

Lakin şöyle bir video koyayım, konuya uyacaktır:

Ekim 26, 2012

Kirilenko, Shved ve Metal Grubu Kurmak İsteyen Bazı Ruslar

“Rusya’da polis seni durdurursa, ondan özür dileyip 5 dolar verirsin ve yoluna devam edersin” diyor Andrei Kirilenko, Minnesota Timberwolves ile NBA arenasına adım atacak Aleksey Shved’e öğüt verirken. “Bu, buradaki polislere yapamayacağın bir şey. Yani küçük şeyler epey farklı…”1

Rusların Amerika ile imtihanı her zaman sorunlu olmuştur. Olaf’ı hatırlıyor musunuz, Clerks’ten?

  1. http://www.startribune.com/sports/wolves/175528961.html []

Ekim 22, 2012

Veda Mektubu

“Bir tanecik canım anneciğim,

Çok sevgili en küçücük kardeşçiğim,

Sevgili canım babacığım,

Birazdan öleceğim! Sizlerden, özellikle de senden canım anneciğim, senden talebim metin olman… Elbette daha yaşamak isterdim. Yürekten dilerim ki ölümüm bir işe yarar…

17,5 yaşlık bir hayat çok kısa. Sizlerden ayrılmak hariç hiç pişman değilim…

Siz tüm geride kalanlar, ölecek 27 kişiye değer bir saygınlıkta yaşayın…”

Ölümüne bir saat kala yazmıştı Guy Moquet bu satırları. Komünist direnişçi, 22 Ekim 1941’de Naziler tarafından 26 yoldaşıyla birlikte kurşuna dizildiğinde sadece 17 yaşındaydı.

Sıkı bir sendikacıyken Fransız Komünist Partisi’nden milletvekili seçilen bir babanın oğluydu Guy. Partinin kapatılıp babasının tutuklanmasından sonra delikanlı iş başa düştü diyor, 16’sında mücadeleye başlıyordu. Paris’te garda bildiri dağıtırken yakalandığında tarihler 13 Ekim 1940’ı gösteriyordu.

Yaşı nedeniyle annesine teslim edilmesi gerekmekteydi. Fakat bir türlü bırakılmamıştı. Fransa’yı işgal eden Naziler, hapishaneleri direnişçilerle doldurmuştu. Kendilerine sıkılan her kurşuna karşı birileri kurşuna dizilmişti. Allah bilir, kanununda ‘göze göz’ yazan Hammurabi görse gurur duyardı!

22 Ekim 1941’de 26 direnişçiyle birlikte öldürülen Moquet’nin ailesine yazdığı satırlar, bir insan ömrü sonra devlet başkanlığı koltuğuna oturan Nicolas Sarkozy tarafından kutsanmıştı. Veda mektubunun direniş ruhunun önemli temsilcisinin kurşuna dizilişinin 66. yıldönümünde okullarda okutulmasına karar verilmişti.

Fakat ülke adeta mektubun okutulmasını isteyenler ve istemeyenler diye ikiye bölünüyordu. Zaten onu yıllardır ananlar tepki kusuyordu. Direnişçinin adının kullanılmasına dayanamıyorlardı. Tepkiler büyüyordu. 22 Ekim 2007’de delikanlının kurşuna dizildiği Chateaubriant kentindeki Guy Moquet Lisesi’ne gelen Milli Eğitim Bakanı Xavier Darcos’un yolunu kesen göstericiler arasındaki yaşlı bir komünist militan şöyle haykırıyordu: “Sayın Bakan, okulları evleri basıp, kaçak oldukları ithamıyla insanlara, göçmen çocuklarına, onlarla dayanışma içinde olanlara karşı, direnişçileri tutuklayan Nazi ve işbirlikçilerine benzer yöntemler kullanan bir Fransa nasıl Guy Moquet’ye değer bir saygınlık bekleyebilir? Hangi yüzle, hakla Moquet’ye sahip çıkıyorsunuz? ”

Ekim 17, 2012

Şafak 14: I Have a Need for Sheed

90’ların sonlarına doğru NBA rüyasına iyice kapılıp da Portland’ın kötü çocuklarına gönlünü kaptıranlardan değilseniz, Rasheed Abdul Wallace, size kendisini sevmeniz için hiç de yardımcı olmadı, kariyeri boyunca. (Bill Walton dönemlerinden beri kırmızı beyaz siyaha aşık olan okuyucuları tenzih ediyorum.) Hatta bunu umursamadığını düşündürmek için elinden geleni ardına koymadığı da defalarca olmuştur. Potansiyelli bir takım kapıyı birkaç kere tıklattıktan sonra gözlerinin önünde eriyip giderken sergilediği kötü liderlik yüzünden Blazers taraftarlarının bir kısmı dahi bu adamı sevmezken, benim niye favori oyuncularımdan biri Mr. Wallace?

Sheed tarzı oyunculardan genellikle ya nefret edersiniz ya da onları ailenizden bir parça gibi görürsünüz. Bu tip; sözünü sakınmayan, sokak kültürünü salona taşıyan adamları sevmeden edemiyorum. Basketbola bir Sırp koçmuşsunuz gibi yaklaşabilirsiniz; sebebi ne olursa olsun, bir oyuncunun aldığı teknik faulü aklınızdan hiç çıkarmazsınız, erken kullandığı bir şutu asla unutmazsınız ve mükemmel oynadığı bir maçtan sonra dahi aklınıza ilk gelen şey o erken kullanılan şut olur, o oyuncuyla ilgili. Lakin, böyle maç seyretmek yorucu olur, özellikle de yaşadığımız yerle NBA’in oynandığı yer arasındaki kilometrelerce fark düşünülürse. Gecenin bir saati; double screen’miş, back cut’mış, transition’da adam bulmakmış falan zorlar bünyeyi, denedim de oradan biliyorum.

Sheed’i hep kanımdan biri gibi gördüm, ’05 playoff’larında, o anda en boş bırakılmayacak adamlardan birini boş bırakıp, saçma sapan bir yardıma gittiğinde, benim de aklıma, gittiğim abuk sabuk yardımlar geldi. Lise maçında hakeme küfredip maçtan atılmıştım, hâlâ pişman olduğum nadir yaptıklarımdandır; ancak Sheed de atılırdı. Kimi zaman o da ağzını bozardı, kimi zaman bir şey yapmasına gerek dahi kalmazdı.

Hakemler hakkında yıllarca yaptığı açıklamalarla da duygularımıza tercüman oldu, Sheed. Tim Donaghy’i, David Stern “muhtelif bir olay” olarak nitelendirirken, çıktı ve buna katılmadığını söyledi. Süperyıldızlara arka çıkıldığını, büyük market takımlarının kollandığını, hakemlerin bahis oynayıp oynamamalarından bağımsız olarak, maçların gidişatlarını dikte edebilmelerinin ne kadar kolay olduğunu ve bunu yapanların da olduğunu net bir şekilde, defalarca söyleyen tek oyuncuydu, Sheed.

Mr. Wallace lige geri döndü. Yine sevmediğim takımlardan birine dahil olma becerisini gösterse de kendisi için olumlu bir ortama gittiğini düşünüyorum. Melo’ya 4 numaradan süre verme saçmalığı sona erecek ve Marcus Camby de kendine yakışanı yapıp bir kısım maçta oynamayınca,1 15-20 dakika süre alacaktır, Sheed. Tim Donaghy2 denen kansız da Florida’nın ıssız köşelerinden birinde ecelini beklediğine göre, Ken Mauer ya da Joe Crawford’un yönettiği ilk Knicks maçını iple çekmekten başka yapacak bir şey yok, ne yazık ki.

  1. Allah korusun. []
  2. Bu mevzuyu, Aralık’ta askere gitmeden önce açmış ve kapamış olacağımın müjdesini vereyim, lafı geçmişken. []

Ekim 16, 2012

Şafak 15: Popovich Kitap Kulübü

 “Buy a coat and a tie, and get a job…”

Arkadaşlarınızı kendiniz seçemiyorsunuz, şanssızlık. Seçseydim listenin başına Gregg Popovich’i koyardım. Ezelden beri Yiğiter Uluğ’nun “Arkadaşım Popovich” konulu yazılarını büyük bir iştah ve kıskançlıkla okur, iki ustayı rakı masasında düşünür, Pop’un “Balığa limon sıkmayacaksın. Limon balığın ruhunu öldürür” deyişini hayal ederim.

Arkadaşım olsa Popovich’le ne konuşabilirdim? Bu yaza kadar sorunun cevabını gerçekten bilmiyordum. Craig Sager ile maç arasında yaptığı kısa röportajlardaki tavrı bana hiç yardımcı olmuyordu. Ters, aksi ve belki biraz da ukala bir adam olabileceği düşüncesi sarmıştı dört bir yanımı. Antrenmanda Tony Parker’ın yaptığı kötü bir taklide gülümseyen Ginobili’ye “Arkadaşlar anlatın biz de gülelim” dediğini düşünürdüm sık sık. Korkardım biraz da. Muhtemelen akşam eve gidince ceket ve gömleği çıkarmadan altına eşofman giyiyordur.

İmdadıma Spurs’ün internet sitesindeki bir röportaj yetişti. Pop’un taraftarlardan gelen sorulara verdiği yanıtlar, bu yaz NBA’in başına gelen en güzel şeydi. Benim için herkesin sabah akşam konuştuğu Dwight Howard, Steve Nash ve Ray Allen gibi isimlerin takım değiştirmelerinden bile daha önemliydi.

Pop’la ne konuşamazsınız ki? Ulysses’e her üç yılda bir başlamak istediğinden ama romanın ona çok büyük ve devasa geldiğinden bahsediyor. Muhtemelen bitiremeyecek. Hangimiz bitirebildik ki? James Joyce’un anıtsal eseri Nevzat Erkmen’in çevirisiyle ilk kez piyasaya sürüldüğünde Türk okuyucusundan IKEA muamelesi görmüş, “Bunu alalım, eve koyalım, bir gün okuruz…” felsefesiyle duvarlardaki yerini almıştı. Yalnız değiliz hiçbirimiz. Borges de Ulysses’i okumamasına rağmen üniversitede üzerine bir yıl ders verdiğini itiraf eder sık sık. Pop’tan da aynısını bekleyebiliriz…

Sonra Stephen Jackson’ın rap albümünden açardım sözü. Ron Artest ve Allen Iverson’ın burun kanatan eserlerinden sonra, Jackson’ın albümü “ünlülerin yaptığı anlamsız rap şarkıları” listesinde Natalie Portman’ı bile geride bırakmıştı. Pop albümü oyuncusundan aldığını, önce hangi dilde olduğunu anlamadığını, arkasından sözleri duyar duymaz geri verdiğini söylüyor. O görüntüyü hayal edebiliyor musunuz? Pop evde, müzik çaların başında, şu şarkıyı dinliyor:

Yaz aylarında başka neler yapmış Pop? Stalin ve Putin biyografilerini almış. Geç kaldığını söyleyebiliriz. Olsun, her kitapçıda büyük ciltlerle sarmalanmış kitapları alan insanların yanındaki arkadaşına söylediği gibi: “Bunlar kaynak kitap, ara ara açıp okuyacaksın.” Bu söz sizi tatmin etmedi mi? O zaman Slavoj Zizek’e bağlanalım. Sloven filozof, yaşlandıkça daha çok Stalinist olduğunu söylerken, bunun açılımını da şöyle yapıyor. “İnsanlık fena değil. Bazı güzel sözler, bazı güzel sanat eserleri. Peki ya yaşayan insanlar? Yok, yüzde 99’u aptal gerizekalılar.” Zizek’le Pop’un anlaşacak en azından bir konusu var. Bu arada Vladimir Putin’in 60. doğumgünü kutlu olsun.

San Antonio Spurs ile çıraklık ve kalfalık dönemlerini bitiren, ustalık dönemine giriş yapan Popovich’in yaz dönüşü sezon başlamadan Putin ve Stalin’i bitirip, Marx’a girmesini ve okuduktan sonra kitapları Stephen Jackson’ın kütüphanesine bırakıp kaçmasını istiyorum. Sonuç ne olabilir? Aklıma tek bir şey geliyor: