Skip to content

Bu Bir Alain Tanner ve Dans La Ville Blanche Yazısı Değildir

Elbette Alain Tanner filmleri de unutulacak. Tıpkı diğer şeyler gibi. Bize kimse unutmayı, düz yolları ve çevre yolları, yanımızda duran arabada iyi biri olma ihtimalini unutturamasa da bu filmler unutulacak. Ben derim ki bazı şeyler unutulmalıdır, çünkü hatırlanıp üzerine gidildikçe o şeyin değeri çoğu zaman yiter. Daha da güzeli hatırlanması gereken şeyi hiç keşfetmemektir. Mesela Alain Tanner’nin Dans La Ville Blanche filmini hiç keşfetmeden unutmak! Bu çok daha kolay olurdu tabii. Ama asıl mesele keşfettikten, çok sevdikten sonra o filmi ya da o şeyi unutmaktır. “Dışarıda hayat vardı” der Kundera bir kitabında. Şimdi o kitabı nasıl unuttuysak Alain Tanner’yi ve Dans La Ville Blanche’ı da aynı şekilde unutmak lazım. Hatta izleyip üzerine uyumak lazım. Yani boşver be abicim, bir şeyin üzerine de konuşma yani. İzle ve uyu. İzle ve unut. Ya da izle iç ve unut.  Ama unut işte sonunda. “Yatıverdiğimiz yemekten sonra” demeden unut. Bruno Ganz’ı, “Rosa gitti stop”u unut. Bazı şeyler de kalsın diye düşün ne bileyim. Mademoiselle Albertine’i de unut. Rakı ve Arnavut Ciğerini, Gürcü Şarabı ile en iyi giden filmin Chantal Akerman’ın Toute Une Nuit filmi olduğunu, 4 Haziran 1989’u, bu arada Chantal Akerman’ın hâlâ hakkı yenen bir yönetmen olduğunu ve iyi ki de öyle olduğunu, Sait Faik’in çaktırmadan Türkiye’de yaşayan Rumların güzelliklerini anlattığını, Louis Malle’nin 60 ve 70’lerde yaptığı filmleri, Adam Adamov’u, 1995’te pencereyi açıp aşağıya doğru kendini pencere dışarı eden bir filozofun olduğunu… Bunları böylece bir şekilde.

dans-la-ville-blanche-01-g

Lizbon nerededir? Bir coğrafya sorusu olarak değil hiç değil, denizden daha iyi bir ülke bulamayan bir adam için bu Beyaz Kent nedir, neden bir Alexander Kluge filmi Türkçeye kazandırılmamıştır, biz bundan yıllar evvel heyecan içinde Bruno Dumont yazmışken, sürekli Fransız filmi izlerken, acaba entelektüel takılayım diye mi sürekli Fransız filmi izliyorum diye düşünürken, sonra yine Malle’nin 60’larda yaptığı bir filme denk gelirken, ama harbiden de sevdiğini düşünürken, sadece birilerinin izlemediği bir filmi ben izledim diye mi övünüyorum diye yokuş aşağı eski Sadri Alışık filmlerini hatırlarken, sonuçta hepsi bir ya demek yerine, hepsi bir ya sonunda dediğimizde, arnavut ciğeri ve rakıyı tekrar sevinçlediğimizde, bitmemiş bir Bertrand Blier filminde Gerard Depardieu’ye bakıp, bir film–yaşam’ın kaç hayat ettiğini hesapladığımızda, bugün bu hayatın kaç adedinin bir film–yaşam’a denk geldiğini hayal ettiğimizde, böyle şeyler yapmanın ne kadar da klişe, ne kadar da ergen, ne kadar da rakı içerken fotoğraf çektiren çoluk çocuk modunda olduğunu fark edip yeniden bu sebeple üzüldüğümüzde, ha evet bir hatanın olduğunu hatırladığımızda, Ankara’ya yerleşmenin ulan ne kadar da saçma olduğunu düşünüp sadece birkaç ölümü erteleme isteğiyle hareket ettiğimizi idrak ettiğimizde, yan bakkalın damacana değil de Kay su sattığını anlayıp o zaman bira alalım diye karar değiştirdiğimizde, Albert Camus’nün gerçekten de intihar ettiğine inandığımızda, ve böylece yine bir Fransızı düşünerek entelektüel olma çabasına giriştiğimizi tecrübe ettiğimizde, ama Anglosakson mizahı da sineması da bizi hiç cezbetmiyor diye düşünüp yeniden bir iki Fransız düşlediğimizde, Emmanuelle Beart ya da Isabelle Adjani gibi bir kadının bu zavallı coğrafyada bir benzerinin olmadığını anladığımızda, yeniden doğup büyüdüğümüz yerlere sövüp akabinde Ah Güzel İstanbul’daki Sadri Alışık’ı görüp pişman olduğumuzda, ya da Fıstık Ahmet’in şahane bir meze tarifini okuyup bu coğrafyada olup biten bazı şeylere aslında çok da sevgi duyduğumuza sevindiğimizde ve yine Alain Tanner’yi, yine Dans La Ville Blanche’ı düşündüğümüzde, onları unutmaya karar verdiğimizde, unutmak yalan? deyip yeniden eve döndüğümüzde, sonuçta bir karar vermenin şöyle ya da böyle uzlaşmaya delalet olduğunu anlayıp bir de bu sebepten üzüldüğümüzde,  böyle bol virgüllü cümleler sıralayıp bir yere varamadığımızda ve bu durumun baya’ klişe olduğunu anlayıp bunu dile getirmenin bile bir klişe olduğuna meyve sıktığımızda, bir kumsalda güzel şeyler olabileceğini anlayıp Zavallı Necdet kitabının bir bölümünü hatırladığımızda, bir Zeki Müren şarkısı gibi efendi efendi sevip oturamadığımızı bildiğimizde, iş sahibi arkadaşlarımızı düşündüğümüzde, bunun aslında çok kötü bir şey olduğunu anımsadığımızda, bir müddet sonra yine Alain Tanner, yine Dans La Ville Blanche, yine Baba filminde Yılmaz Güney’in oğlunun yıllar sonra ilk kez babasını gördüğü sahneyi, sanki o sahnede Yılmaz Güney’i ilk kez görüyormuş gibi hissettiğimizi, Jerichow’da Ali’nin domuzlarrr diye haykırdığını, bütün arzusu hamamda kız kovalarken düşüp ölmek olan bir adam üzerine bir kitap olduğunu, Brautigan üzerinden hâlâ ekmek yendiğini, Proust okumadan ölmenin yasak olduğunu, Fitzgerald’ın alkolik, Afife Jale’nin junky, Karakoç’un Hızırla Kırk Saat olduğunu, bunların bazılarının var ya çoktan öldüğünü, Fellini’nin kötü bir yönetmen olması gibi söylenecek birçok şeyin Le Feu Follet filminde ya da Beckett’in bir kitabında söylendiğini, ama bizim yine de yaşayıp kimi Rivette ya da Martin Sulik filmlerini çok sevdiğimizi, ve bundan sonra da, bomboş olsa da böyle sürdüreceğimizi, hem de sabah akşam sürdüreceğimizi söylemenin güzel, tıpkı rüzgarda savrulan Julie Delpy saçları gibi güzel olduğunu ve evet ulan bununla ve bir odada yaşayıp ölmekle de mutlu olunabileceğini 1983’te çekilen diğer tüm filmlerin yanında bir Alain Tanner filmi kadar mümkün olduğunu, severek ve yine izleyerek, sanırım biz bir şekilde böyle yaşamayı, sanırım biz çok fazla betondan evlerde, elimizden ne gelir diye de düşünerek, tam da bu şekilde, çok, ne olursa olsun, şartlanmadan, çok, sevdik. Tıpkı mandalinalarla ilgili bir şiiri sevdiğimiz gibi sevdik.