Skip to content

Eylül 11, 2012

Sör Oldu

Sporda altın çağcılık, hiçbir zaman yeterince barışık olamadığım bir nosyon. Bunun en basit açıklaması, şeylerin ait oldukları dönem içinde değerlendirilmesi gerektiğine inanıyor olmam. Salt büyük sözler etmek adına zaman bağlamını koparıp atanlar, takip eden argümanları ne olursa olsun kendilerini bana dinletemiyor.1 “Bayanlar baylar şu anda hep birlikte x’in altın çağını yaşıyoruz, tadını çıkaralım.” Beni kaybettiniz. Fakat bir istisna var. Konuşulan bugünün erkekler tenisi ise anlayış gösteriyorum. Bu yine de bir yanılgı olsa bile, son derece anlaşılabilir bir yanılgı zira…

Hala ikna edemedikleri mutlaka vardır, fakat dün gece Andy Murray bu özel dönemin altına imzasını atan dördüncü isim oldu. Artık Roger Federer, Rafael Nadal ve Novak Djokovic’i2 kapı önünde sıkılgan tavırlarla bekleyen ‘artı bir’ değil, panteonun en az onlar kadar hak etmiş bir üyesi. Kapıdan giren sonuncu üye olması ise sadece bir ayrıcalık.

Bunun için dört tane büyük hayal kırıklığı atlatmak zorunda kaldı ama o gün sonunda geldi. Murray’nin final yolu açıldığından beri, hakkındaki en popüler not tıpkı şu andaki antrenörü Ivan Lendl gibi Grand Slam bekaretinden beşinci denemesinde kurtulabilme ihtimaliydi. Bense yukarıda bahsettiğim özel nedenlerden dolayı, buna pek fazla kulak asmadım. Finalden hemen önce okuduğum bir hatırlatmaysa beni daha çok etkiledi. Mark Philippoussis, Mariano Puerta, Jo-Wilfried Tsonga. Puerta’dan pek emin olmamakla birlikte, her biri formda dönemlerinde turun en iyileriyle aşık atabilmiş oyuncular… Bu isimleri bir araya getirenin ne olduğunu biliyorsunuz, sırasıyla panteonu oluşturan diğer üçlünün ilk Grand Slam zaferlerinde kaybeden tarafında yer alanlar. Bununla beraber, Tsonga’nın şansı kağıt üzerinde hala devam ediyor olsa da, diğer tarafa hiç geçememiş isimler. Murray’ye ise hiçbir zaman bu lüks bahşedilmemişti, gitgide üzerinde bir yafta halini alan acizliğinden kurtulma yolunda her defasında en iyilerden birini buldu karşısında. Fazlasıyla ‘uyuşuk’ geçen (son derece teknik tenis tabirlerimi affedin) ilk iki setin ardından, Djokovic kimilerinin kaçınılmaz gördüğü geri dönüşüne başlayıp da maçı 2-2’de dengelediğinde hep bir ağızdan gelen “Oh, not again” tepkisinin kaçırdığı -veya gerektiği kadar önemsemediği- bir detaydı bence bu. Murray işleri sonuna kadar getiren ama o her şeyin kaderini belirleyecek anda tetiği çekemeyen sıradan bir Guy Ritchie karakteri değildi. Profesyonel sporun benim takip ettiğim döneminde/bölümünde gerçekten ‘altın çağ’ olmaya en çok yaklaşan bu çağda, “Bahaneler yalnızca kaybedenler içindir” diskuru çekmenin de sırası değildi.

Murray’nin ilk şampiyonluğuna diğerlerininkilerden daha fazla sevindim. Miami’nin 2012 şampiyonluğunun yarattığına benzer ‘sonunda bu muhabbet de bitti’ rahatlaması belki bir sebeptir. Ayrıca desteklediğim sporcuları ne gibi motivasyonlarla seçtiğimi bildiğimden, bir sebebinin de Murray’nin bu panteon içinde kalkanlarını en aşağıda tutan şampiyon olarak sıyrılması olduğundan neredeyse eminim.

Bu şartlar altında dünkü kutlama tarzı beklediğimizden daha vakur muydu? Evet. Wimbledon’da “En azından gittikçe yaklaşıyorum” diye yorumladığı dört setlik epik mağlubiyet sonrasındaki duygu seline benzer bir şey beklemiyordum gerçi. Ama yine de… Onu diğerlerinden farklı kılan ama bir şampiyonda bulunması arzu edilmeyecek düzeydeki kırılganlığı için kalkanlarını doğru zamanda yukarı çekmiş olabilir miydi? Bana bu fazla basit bir açıklama gibi geliyor.

Ne kutlamaydı ama. Celebration of the Lizard… Djokovic’in son topu nihayet dışarı çıktığında ayaklarını sürüyerek fileye doğru ilerledi, Art Garfunkel saçlarıyla rakibine sarıldı ve Jeff Murdock’ın çorap aralığı teorisini3 hiçe sayarak ayakkabılarından kurtuldu. Panteonun en güzel gülümseyen adamının buna hali yok gibiydi. Jason Gay’in ifade ettiği haliyle; kupaya giderken, gece yarısı uykusu bölünmüş, tek gözü açık, saçları dağınık bir çocuğun mutfağa su almaya giderkenki görüntüsünü veriyordu. Maçtan sonra duygularını itiraf etti: “Bazen gerçekten buna değer mi diye düşünüyorsunuz.”

Murray ve taifesi şampiyonluk kutlaması için Hakkasan’ı seçti. Hesap 6500 dolar geldi. Murray’nin payı 6 dolardı, bir bardak soda limon. Yemekten sonraki duyguları nasıldı acaba? “Her kuruşuna değdi.”

Başlık için tabii ki: http://twitpic.com/atitj9

  1. Bu işin en can sıkıcı tarafı da, popüler örnekle, Kobe Bryant’ı yahut LeBron James’i Michael Jordan’la kıyaslamanın öyle bir sınırı aşıyor olması ki gözümüzün önündekinin kendine has değerini ıskalamaya kadar varması. []
  2. İlk olarak Andy Roddick yazmışım yanlışlıkla. Ay lav Freudyen sürçme. []
  3. http://www.youtube.com/watch?v=uy1_1TUrWs8 []

Ağustos 31, 2012

Ölüm Grubu: Challenge Accepted

Joachim Watzke (Başkan): “Böyle bir grupta kahramanlar doğar.” 

Michael Zorc (Sportif Direktör): “Bu senenin ölüm grubundayız ama biz ilk anda yutkunduysak rakiplerimiz de yutkundular.”

Jürgen Klopp: “Grubumuz tüyler ürpertici ve heyecanlı. City ve Madrid tabi ki bizden daha iyi durumdalar ama bu bizi engellemeyecek. Kim daha güzel, daha büyük, daha pahalı konusunda rakiplerimizle yarışmayacağız. Amaç o gün onlara en uygunsuz rakip olmak. Bu grupta oynamayı canım istiyor.1

  1. Tüm alıntılar BVB Türkiye hesabından. []

Ağustos 25, 2012

Atlar

“Seni algılayışım aynı ya da ayrı yerlerde oluşumuza göre değişiyor. Yani, sen diye tanıdığım iki kişi var.

Benden uzakta olduğunda bile, benim için varsın. Varlığının bu şekli çok-biçimli: Sayısız imgeler, geçişler, anlamlar, bildiğimiz şeyler ve yerlerden oluşmakta, ama her şeyin altını çizen şeyse, her yere yayılmış yokluğun. Sanki sen bir mekana dönüşmüşsün, hatların da ufuk olmuş. İşte o zaman bir ülkede yaşar gibi yaşıyorum içinde. Sen her yerdesin. Fakat bu ülkede seninle asla yüz yüze gelemiyorum.

Partir, c’est mourir un peu. Bu cümlenin söylendiğini ilk duyduğumda henüz çok gençtim ve daha o zamanlar bir gerçeği dile getirdiğinin farkındaydım. Bunu şimdi tekrar anımsıyor olmamın nedeni, bir ülkeymişçesine içinde yaşıyor olmamın, bunun da yeryüzünde seninle asla yüz yüze gelemeyeceğim tek ülke oluşunun, ölülerin anısıyla yaşamamıza benziyor olması. Gençken bilmediğim şeyse, hiçbir şeyin geçmişi silemeyeceğiydi: Geçmiş insanın etrafına bir ölüm kozası gibi dolanır.

Sen diye adlandırdığım ülkede tavırlarını, sesinin inip çıkışlarını, bedeninin her üyesinin biçimini ayırt edebiliyorum. Bu ülkede azalan fiziksel gerçekliğin değil, özgürlüğün.

Yanımda olduğun zaman değişen şeyse, ne yapacağın kestirilemez bir hale bürünmen. İşte o zaman ne yapmak üzere olduğunu hiç bilemiyorum: Seni izlemeye başlıyorum. Hareket ediyorsun. Ve yaptığın her şey beni sana bir kez daha aşık ediyor.”

John Berger, Ve Yüzlerimiz, Kalbim, Fotoğraflar Kadar Kısa Ömürlü

Bir keresinde ölmeden önceki son gecemde hangi grubun konserinde olmak isteyeceğimi sormuştun. En keskin, en doğru cevabı verebilmek için ne diyeceğimi bilememiştim. Band of Horses demiştim. Kendi cevabım şaşırtmıştı beni. Daha soylu, ufku daha geniş gruplar, daha çok hayranlık duyduğum ve duyulabilecek gruplar vardı oysa. Ama yine de bundan şu sonuç çıkıyor ki -cevabın önceden hazırlıksız verilmesinin de katkısı var bu sonuçta- kendimi en yakın hissettiğim grup Band of Horses.

Band of Horses’ın dördüncü albümü 18 Eylül’de çıkıyor.

Ağustos 24, 2012

Bir Başka Kurbağa Hikayesi

basketbolda her zaman cinderella hikayeleri yoktur. tarihteki her jeremy lin hikayesine karşılık bir earl “the goat” manigault, tom stith veya len bias hikayesi vardır.

bu “almost” hikayelerinden biri olan brian banks’in başından geçenleri yakın zamanda murat can ege yazmıştı. benzer bir hikaye de ohio’da, cleveland yakınlarındaki garfield heights lisesi’nde yaşandı. bütün listelerde ülkenin en iyi 100 lise oyuncusundan birisi olarak gösterilen 18 yaşındaki 2 metrelik forvet tony farmer önümüzdeki yaz mezun olacaktı ve yine aynı listeleri hazırlayan sitelere göre ohio state, michigan state, illinois’nin başını çektiği bir çok kolej de onunla ilgileniyordu. nba’de yer almış herhangi bir mezunu bulunmayan garfield heights’ta da muhtemelen büyük bir yıldızdı.

geçtiğimiz nisan ayında farmer’ın köprü trafiğinde ek şerit rahatlığında ilerleyen hayatı, tarihte birçok örnekte olduğu gibi, bir anda altüst oldu. polis raporlarına göre, ki daha sonra basına yansıyan kamera görüntülerinden de net bir şekilde görüldüğü üzere, tartıştığı eski kız arkadaşına saldırmış, durması için yalvaran kızı saçlarından tutup yerlerde sürüklemiş ve defalarca vurmuştu. farmer, bununla da yetinmemiş, genç kızın evinden laptopunu, cep telefonunu, banka kartlarını ve araba anahtarlarını da almıştı.

türkiye’de, malesef, ankara gündemi ve istanbul gecelerinin arkasında herhangi bir üçüncü sayfa haberi olabilecek (belki de olmayacak) bu olay, amerika’da, özellikle olayın geçtiği ohio eyaletinde büyük yankı yarattı. tutuklanan farmer’ın mahkemesi bu haftaydı ve eskiden onun maçları için gelen kameralar bu kez mahkeme için oradaydı. muhtemelen bir gün nba forması giymeyi hayal eden tony farmer’ın üzerinde ise bu kez turuncu hapishane tulumu vardı ve elleri arkadan kelepçelenmiş şekilde avukatının yanında hakimin kararını bekliyordu. mahkemede onun için ikinci bir şans isteyen koçu ve hatta ağlayarak farmer’ın aslında iyi biri olduğunu, hatasından ders çıkarmasını ve yardım alması gerektiğini söyleyen eski kız arkadaşı, farmer’ın hapis cezası almaması yönünde ifade verse de bu ifadeler işe yaramadı. hakim, farmer’ı saldırı, tehdit, adam kaçırma ve gasptan suçlu bulup 3 yıl hapis cezası verdi.

o ana kadar hayatın ona sunduğu veya çok çalışarak elde ettiği fırsatı kendi elleriyle nasıl mahvettiğinin belki de hala tam olarak farkına varamamış olan farmer’ın, hakimin son kararını duyma anını ise ben tarif etmeyeceğim, aşağıdaki videoda siz izleyebilirsiniz.

Ağustos 23, 2012

Özgürlük Parçalanır mı?

Özgürlüğün bedeli her zaman ağır olmuştur. Kimileri sayısız işkenceye göğüs germek zorunda kalmış, çoğu zaman da hiç tanımadıklarının hayatları uğruna kendi canlarını vermiştir. Tarih onları yazmıştır elbet; ama unutmamak gerekir ki tarihi yazan da onlar olmuştur.

23 Ağustos 1305’te Londra’daki Smithfield’de ayrı bir heyecan yaşanıyordu. İskoçya’nın İngiltere boyunduruğundan kurtulması için savaşanlardan, Braveheart sayesinde tüm dünyada tanınan, William Wallace’ın infazı için toplanmıştı kalabalık. O zamanlarda pek görünmeyen iki metreye yakın boyuyla bu dev adam, vatana ihanetten asma, sürme ve dörde bölme cezasına çarptırılmıştı.

İngiltere’de 18. asrın sonuna kadar geçerli olan bu yaptırım, neredeyse engizisyon işkencelerine rahmet okutacak kadar vahşiydi. Wallace dışında V for Vendetta’nın ilham kaynağı Guy Fawkes ve Oliver Cromwell’in de sonu bu olmuştu. Gerçi Oliver şanslıydı, ölümünden sonra bu cezaya çarptırılmıştı.

Mahkumlar önce asılıyor, tam ölecekken indiriliyor, sonra cinsel organı kesiliyor, bağırsakları çıkarılıyor, kafası kesiliyor ve sonradan dörde bölünüyordu. Kurbanlara ölümden sonra da huzur yoktu, vücudundan kopartılan parçalar değişik yerlerde sergileniyordu.

Kafası Londra Köprüsü’ne asılan savaşçının kolları ve bacakları dört ayrı yerde sergilenmişti.

Kim bilir İngiltere Kralı Birinci Edward, belki de Wallace’ın bu kadar vahşi bir şekilde öldürülmesinin İskoç direnişçilerin savaşçı ruhunu parçalayacağını düşünüyordu. Oysa bu vahşet popüler bir askeri azizleştirmiş, asırlarca süren bir mücadeleyi başlatmıştı. Ne de olsa insanları parçalayarak özgürlük parçalanamazdı.