Skip to content

resimli suriye hatıratı – 3

bugünlerde üzerine bolca ileri geri cümle kurulan ve üzerinde kara bulutlar dolaşan güneydoğu komşumuz suriye’de beş yıl önce yaptığımız barış içindeki zevkli seyahatten bahsetmeye, müge’nin günlüğünden devam ediyorum. defterdeki notları ufak tefek ekleme-çıkarmalarla, müge’nin anlatımını bozmamaya çalışarak aktarıyorum. bana ait cümleleri de mümkün mertebe, şu okuduğunuz paragrafın rengindeki küçük puntolu resimaltlarına saklıyorum.

23

10 kasım 2008 / sabah 8:45’te otel dar zamaria’dan ayrıldık. dün baron otel’in barında tanıştığımız ve bize şoförlü vasıta ayarlayan tecrübeli rehber walid bey bizi minibüsü kullanacak olan muhammed’le tanıştırdı. genç, tombiş, mülayim bir arkadaş muhammed. hep birlikte otele yakın olan modern süleymaniye ve aziziye semtlerini şöyle bir dolanarak, hayri’yi almak üzere baron otel’e vardık. burada hiç hesaplamadığımız bir tesadüf yaşadık ve bunu da sonrasında farkettik: 10 kasım 2008 sabahı saat 9’u 5 geçe, atatürk’ün halep’te kalmış olduğu otelin önünde grup fotoğrafı çektiriyorduk!

halep’i hama ve humus’a bağlayan otobanın batısı ile asi nehrinin doğusu arasındaki yoldan güneye doğru yola koyulduk. yeri gelmişken; asi nehri, yani orontes, daha güneyde, lübnan’la suriye’yi ayıran birbirine paralel lübnan ve anti-lübnan sıradağları arasındaki bekaa vadisi’nden doğup suriye’nin batısını kuzeye doğru katediyor ve antakya’dan akdeniz’e dökülüyor. biz de akış yönünün tersine katediyorduk onu.

3810 civarında şoför muhammed’in doğduğu kasabaya vardık: ma’arrat-an-nu’man… buradan geçerken küçük bir mola verdik, 16. yüzyılda murad başer han tarafından yaptırılan kervansarayı gezdik. iç avlunun ortasında bir mescit vardı.

kervansarayın içindeki mozaik müzesinde, 5-6. yüzyıllardan kalma kiliselerden alınmış mitolojik sahneleri gördük. bunlar anadolu’dakilerden çok farklı ve ilginçti; insan figürüne rastlamadık diyebilirim… anlaşılan o ki, bu bölgede halka hristiyanlığı anlatmak için daha basit bir figür dili kullanılmıştı.

minibüsü parkettiğimiz sokak arasındaki minik bakkaldan yerel meyva suları ve cipslerden aldık fakat tadlarına baktıktan sonra, muhammed hariç hiçbirimiz devam edemedi! neyse ki çay-kahve-sigara her zamanki gibi işimizi gördü. böylece kasabadan ayrıldık.

28

antik-doğu-batı ticaret yolu üzerine, milât ile 7. yüzyıl arasında kurulmuş ve çeşitli sebeplerle 10. yüzyıla kadar tamamı terkedilmiş yüzlerce yerleşim var. roma ve erken bizans dönemlerinde bölgenin merkezi antakya’ya bağlı olarak kurulmuş ve serpilmişler. bugün onlara ‘ölü’ ya da ‘unutulmuş şehirler’ deniyor… halep’in güneybatısında, idlib civarında onları görmeye başladık. hangi sebeplerle terkedildiklerine dair kesin bilgiler olmasa da, genel olarak bu bölgenin kaderini bilinen tarihinden çıkarmak mümkün: büyük depremler, denizciliğin gelişmesiyle yeni ticaret güzergâhlarının kullanılması, arap istilâsı, bitmeyen savaşlar ve yıkıcı işgaller… son ikisi zaten günümüzde de sürüyor, mâlumunuz.

fıstık ağaçlarının arasından güneye doğru yola devam ederken, sağda solda irili ufaklı ‘ölü şehirler’i görmeye de devam ettik. bölge taşlık fakat altı çok verimli kızıl toprak; yağmurdan sonraki geç baharı yaşayan zeytinlikler göz kamaştırıyordu, yemyeşil taze otlar ve renk renk çiçekler heryerdeydi.

20 dakika sonra sarjallah’a vardık. burası, ‘ölü şehirler’in en büyük ve önemlilerinden biri, ayakta kalabilmiş bölümleri az değil. batuğ’un eline yapışık gezen ve sıkça başvurduğumuz lonely planet’a göre sarjallah, antik dönemin iki büyük kenti antakya ve apamea arasındaki ticaret yolu üzerine kurulmuş en büyük merkez.

29   24
solda; yaşlı kapının üzerindeki taşlı süsleme, yapım tarihi gereği el oyması… apartmanın dış cephesine renkli fayansla atraksiyon yapmaya benzemiyor, ha? sağda; yaşlı duvarın penceresi 1500 yıldır sonsuzluğa bakıyor. biz ordayken f-16’lar henüz gelmemişti. ”f-16 da nereden çıktı?” demeyin, herhalde benim götümden değil!

riha tepesi’nde geniş araziye yayılmış kentte kiliseleri, zeytinyağı fabrikasını, küçük bir meydanı çevreleyen hamam, taverna ve andron binalarını gezdik. sonra, eyvallah sarjallah.

25
roma mimarisi anadolu’dan doğu’ya yayılırken suriye’nin kuzeybatısına yüzlerce kent kurdu. halep-hama arasındaki 700 kadar antik yerleşim kalıntısına bugün ‘ölü şehirler’ ya da ‘unutulmuş şehirler’ deniyor. portakal rengi taşlarla zarif pencerelerin, nişlerin arasından, bugünün kentlerinde içine hapsolduğumuz binalara nasıl düştük? o şehirler nasıl öldüler, nasıl unuttuk? gezelim, hayal edelim ve içelim.

27   26
hayri ile berra geçmişten örnek almaya uğraşırken ben kafayı yükseltmişim, daha geniş zamanı kaydediyorum. biraz zorlayıp kompozisyonun mesajını sıkmak gerekirse; ava giden avlanır!

halep-hama-humus anayolunu takip etmeyip asi’nin batısına geçerek al-ghab ovasına daldık. yüzyıllarca asi nehrinin taşkınları altında bataklığa dönüşen düzlük, 1950’lerdeki projeyle ıslah edilip çok verimli tarım alanlarına dönüştürülmüş. tütün ve pamuk tarlaları, yumuşak zeminde oluşturulmuş havuzlarda balık çiftlikleri ve hayvancılık… seyrede seyrede geçtik. hama’ya 50 küsur kilometre kala, verimli al-ghab ovasını biraz yukardan seyreden apamea antik kentine vardık. insanlar burayı terketmiş olabilirdi fakat insan olmayan dost yerleşimciler bizi bekliyordu!

31   34

burası, nispeten küçük yerleşimler olan ‘ölü şehirler’den biri değil. önceden pharmake adında ufak bir şehirken, iskender’in fethettiği bölgelerde onun ölümünden sonra kendi krallıklarını kuran önemli komutanlarından seleukos’un milâttan önce 300’de bir kale yaptırarak yerleştiği ve genişlettiği, dönemin hazine ve hayvancılık merkezi olan koca bir kent. seleukos buraya pers asıllı karısının adını vermiş: apamea, yani afamya.

32   30

apamea’da kendimizi sütunlu caddeye attık (cardo maximus), istersen atma, uzunluğu 2 kilometre! çevresinde iki hamam, agora, thyke tapınağı, devlet binaları ve henüz kazılmamış bir tiyatro bulunmaktaydı. yorulana kadar kalıntılar arasında dolaştık. apamea büyüktü, çoktu, güzeldi; gözkamaştırıcıydı.

46oradan, 5 km. mesafedeki mozaik müzesine geçtik. apamea mozaiklerinin sergilendiği mekan esasen 16. yüzyılda kanuni tarafından yaptırılmış bir kervansaray ve istanbul-mekke hac yolunun önemli bir noktasında bulunuyor. denizden 226 metre yüksekte. burdaki eserler arasında, pagan dönem tanrılarına ait olanlardan biri (sağdaki), size tanıdık gelecektir. onun 20. yüzyıl mamulâtı boktan dev heykelini beton gökdelenlerden oluşan merkezinin önüne denize dikmiş olan günümüzün korku imparatorluğu, şu sıralar bu toprakları gözüne kestirmiş durumda.

3641

43

apamea han’dan ayrılıp 7 km. ilerdeki kasabada bir yol lokantasında yemek yedik. şoför muhammed’in tavsiyesiyle durduğumuz affarah restoran sevimsiz görünüyordu fakat suriye usulü kebaplar lezzetliydi. yola devam ettik, güneş alçalırken shiezar kasabasına vardık ve burada, asi üstüne kurulmuş, nehrin suyunu yerleşim yerine ulaştırmak için taş kemerlere çıkaran eski ahşap değirmenlerin (norias) yanında mola verdik. sükûnet dolu bir yerdi burası, yorucu günden sonra inmekte olan akşamın yumuşak renkleri ve sesleriyle biraz dinlendik. daha yolumuz vardı.

47 44

batan güneşin büyüleyici manzarasını sağımıza alıp tekrar güneye doğru yola koyulduk. piyasaya bir şişe baharatlı rom çıktı ve muhammed hariç bütün grup, guruba nâzır demlendik. kimimiz gülme krizine girdi, kimimiz roma devam etti, kimimiz uyukladı, zaman da yavaşladı, kıvrılıp duran dağ yollarından inip çıktık ve 19:00 civarında krak des chevaliers bölgesindeki al-wadi otel’e vardık.

krak des chevaliers bölgesine adını veren haçlı kalesinin eski adı, buraya ilk yerleşenlerden dolayı, hısn el-akrad yani kürt kalesi… suriye’nin akdeniz kıyı şeridinin en güneyindeki tartus kentinden biraz içerde, denizden 500-600 metre yüksekteyiz. hemen güneyde lübnan başlıyor. lonely planet sayesinde bunları biliyorduk fakat hava kararmış olduğu için ne kadar güzel bir yerde olduğumuzu ancak sabah görebilecektik.

al-wadi’de beş kişi yanyana iki süite yerleştik. akşam yemeğinden önce ve sonra bir odada birlikte içip gülüştük, sohbet ettik. bu grubun iyi içtiğini anlamışsınızdır. suriye de buna elverişli, kalite yerel şarapları ve iyi rakılarıyla işin zevkini artıran bir yerdi… (evet, di.)

33
üçüncü bölümün kapanışı için, geri planda gruptan iki kâse eşliğinde, apamea antik kentinin ana caddeye paralel yan sokağından bir yer yazısı seçtim. çağımızda hemen hepimiz, ne yazarsak yazalım suya, bilemedin, yeni dökülmüş de henüz kurumamış çimentoya yazıyoruz. yazı dediğin böyle olur halbuki; cümleyi kuracaksın, mermerin üstünde 2300 yıl duracak.