Skip to content

Jürgen Klopp’un Pres Futbolu Günümüze Neden Mükemmel Uyuyor?

Jonathan Wilson, futbolun hiper-kapitalist çağındaki hâkim oyun tarzının kökenlerine iniyor.

Stuttgart’ın güneydoğusundaki Ostfildern yakınlarında bir antrenman sahası… Şubat 1983’te Sportschule Ruit’te kamp yapan Valeriy Lobanovski’nin Dinamo Kiev’i altıncı lig takımı Viktoria Backnang ile dostluk maçı oynuyordu. Viktoria’nın genç oyuncu-antrenörü Ralf Rangnick için ise bu bir aydınlanma deneyimiydi. Rangnick, Dinamo’nun fazladan bir adamı sahaya gizlice soktuğuna inanmış ve top taca çıktığında Dinamo oyuncularını saymıştı. Elbette böyle bir şey yoktu, ancak yaptıkları presin şiddeti, sanki fazla oyuncuyla oynuyorlarmış gibi hissettiriyordu. Ve böylece futbolun taktiksel gelişimi üzerinde derin etkisi olan bir tohum ekildi.

Dinamo, Ruit’e gelmeye devam etti, şu anda Red Bull’un futbol gelişim direktörü olan Rangnick ise onları incelemeye devam etti. Kariyeri ilerledikçe, futbolun bireysel mücadeleler, cesaret ve liderlikle ilgili olduğuna inanılan Almanya’da alan markajı ve önde baskı gibi radikal fikirlerin getirdiği olanaklardan etkilenen bir grup antrenörün parçası oldu.

Arrigo Sacchi’nin Milan’ı büyük bir etki yarattı. Esasen bir inşaat mühendisi olan Helmut Gross, taktiksel teori üzerine fikirleriyle Rangnick’in yakın arkadaşı oldu ve birlikte Stuttgart’ın genç takımları üzerinde pres futbolunu tatbik ettiler.

Volker Finke ise Freiburg’da olağanüstü bir başarı elde etmiş ve sezon içinde Bayern Münih’i 5-1 yendikleri 1995 yılında takımın Bundesliga’yı üçüncü sırada bitirmesini sağlamıştı. Ardından ekonomik sorunlar gerilemelerine yol açmış, Finke saplantılı biri olarak görevden alınmış; fakat devrim günbegün ilerlemişti.

Wolfgang Frank, 70’lerde Eintracht Braunschweig’ın santrforuydu ama onu en çok etkileyen Sacchi’ydi. Eylül 1995’te ikinci ligde hayat mücadelesi veren Mainz’ın başına getirildiğinde İtalyan antrenörün yöntemlerini uygulamaya başladı.

Antrenman sahasında pozisyon almayı öğrenmek ve önceden belirlenmiş modellerin üzerinden geçmek zor ve sıkıcıydı. “Ama,” diyordu takımın stoperi Jürgen Klopp, “Gullit ve Van Basten bunu Milan’da öğrenmek zorunda kaldılarsa, o hâlde biz de buna katlanabiliriz diye düşündük.”

Klopp bu fikirleri daha önce ulaşılamayan zirvelere taşıdı, Liverpool’da önceki en iyi günleri pres futboluna dayalı olan bir kulüp buldu (her ne kadar modern yorumuyla arasında nüans farklılıkları olsa da). Onun dinamik ve agresif pres uyarlaması, temelini Barcelona’nın önde baskı ve topa sahip olma oyunundan, ilhamını ise Pep Guardiola’dan almış olsa dahi, günümüzün en seçkin taktiksel biçimi.

Antonio Conte’den Erik ten Hag’a, Mauricio Pochettino’dan Jorge Jesus’a, Christophe Galtier’den Jorge Sampaoli’ye en üst seviyedeki antrenörlerin neredeyse hepsi takımlarına önde şiddetli baskı uygulatıyor. Bundesliga’da ise pres futbolunu geliştiren okullu antrenörler kuşağı var: Rangnick’in RB Leipzig’deki halefi Julian Nagelsmann en yüksek profile sahip olan isim. Ayrıca Almanya’daki grubun içinde Lucien Favre ve Marco Rose, İngiltere’deyse Rangnick’in iki dönemi arasında Leipzig’de çalışmış Ralph Hasenhüttl, Daniel Farke ve Thomas Frank gibi örnekler de bulunuyor.

Bu kadar uzun süre pres futboluna direnen Almanya, görünen o ki, yeninin heyecanını ve önyargıların ortadan kaldırılmasını büyük ölçüde benimsedi. Fakat üst düzey Avrupa futbolunun gelişimi açısından son modelin müstesna bir özelliği var.

Eğilimleri izlemeye çalışırken, her zaman fazla basitleştirme tehlikesi vardır. Taktiklerin gelişimi doğrusal değildir ve ilham veren bireylerin yanı sıra ekonomik, bilimsel ve kültürel bir dizi kuvvete bağlıdır. Fakat bununla ilgili doğası gereği diyalektik bir durum söz konusu.

Bir takım belirli bir şekilde oynar, diğerleri onu kopyalar, sonra diğerleri onunla savaşmanın bir yolunu bulur ve ortaya çıkan yeni biçim ona bir karşı koyma yolu bulunana kadar hegemonik bir hâle kavuşur ve böylece oyun yeniden değişir.

Bu kısmen döngüsel değildir; çünkü ileriye doğru atılan her adım daha önce neler olduğuna dair bilgiyle desteklenir ve örneğin oyuncuların zindeliğini geliştirmek için beslenmede kaydedilen aşamalar ya da analizi geliştirmek için bilgisayar teknolojisi gibi dış gelişmeler yeni olasılıklar başlatır.

Ancak üst düzey Avrupa futbolundaki baskın oyun biçiminin hücum ve savunma arasında salındığı bir zaman dilimi de vardı. Real Madrid ve Benfica’nın bireyselliğe dayalı serbest biçimi Katenaçyo’ya yol açtı, ardından bu da Total Futbol ve İngiliz takımlarının egemenliğiyle geçen yıllardaki pragmatik pres futboluyla desteklendi.

Küreselleşmenin futbolu ele geçirmesi ve Şampiyonlar Ligi’nin ortaya çıkışının modern süper kulüpler dönemini başlatmasının ardından ise tablo biraz bulanıklaşıyor. Ama yine de paradigma hemen hemen devam ediyor: Sacchi’nin agresif önde baskısı, Marcello Lippi’nin daha ihtiyatlı tarzı tarafından takip edildi, ardından 4-2-3-1’in gelmesiyle driplingciler yeniden sahneye çıktı. Sonrasında Jose Mourinho, Rafa Benitez ve 2004 Avrupa Şampiyonası’nda Yunanistan’ın zaferi geldi. Yüksek yoğunluklu geçiş hücumlarının damgasını vurduğu bu dönemden önceyse elimizde Guardiola ve muzaffer pas oyunu vardı.

Başka bir hücum şeklini takip eden bir hücum biçimi. Belki de olan budur. Belki de ticari zorunluluklar, süper kulüplerin yerel hâkimiyeti ve daha açık bir oyunu teşvik eden çeşitli kural değişiklikleriyle birlikte heyecan yaratmak için savunma dürtüsünü azaltan bir dünya üretti.

Ancak bununla birlikte, hücum/savunma bölünmesinin her zaman için yanıltıcı olduğunu kabul etmekte fayda var. Örneğin, Louis van Gaal, “hücum” terimini yalnızca topa sahip olmak anlamında kullanma eğilimindedir, buna karşın onun topa sahip olmaya dayalı bu tarzını verimsiz olarak gören birçok kişi de vardır. Ya da Jogi Löw’ün kontratakçı Almanya’sının Vicente del Bosque’nin topa sahip olan İspanya’sından çok daha heyecan verici olduğu 2010 Dünya Kupası’nı aklınıza getirin.

Bu pres futbolunun çelişkisidir: Topu geri kazanma arayışı, onu alışıldığı üzere savunma ağırlıklı olarak kabul edilen bir kategoriye sokar, hâlbuki rakibin iç şekillerine ve ritimlerine tepki verme biçimi açısından son derece proaktiftir.

Başka bir deyişle, televizyon izleyicileri ve sürekli eğlence talep eden bir dünya için mükemmel savunma; heyecan verici, dinamik ve darbeli olmalıdır. Ve belki de bu, herkesin en büyük çelişkisidir: Futbolun hiper-kapitalist çağına hükmeden anlayış, ilhamını komünist bir antrenörün yönetimindeki bir Sovyet takımından aldı.


Jonathan Wilson’ın bu yazısı 1 Şubat 2020’de The Guardian’da yayımlandı. Onur Özgen, Yazıhane için Türkçeye çevirdi.