Bir Olimpiyat yılı daha… Pierre de Coubertin tarafından canlandırılan Olimpizm idealinin üzerine kurulduğu temel prensipler, bugün insanlığın çok uzağında görünüyor. Zaten sizi Coubertin’le yeniden –bu kez hak ettiği biçimde– tanıştırmak isteyenlere şimdiye kadar kulak vermiş olmalıydınız; insanlığı yeni bir erdem düzeyine taşımak niyetiyle sporu bir kez daha dünyanın hizmetine sunan romantik bir Fransız aristokratını değil de, yedi yaşında bir çocuk olarak tanıklık ettiği Prusya yenilgisinden sonra farklı bir canlanmanın arayışında olan bir rebranding dehasını anlatan teoriden söz ediyorum. Coubertin gibi icat ettiği Modern Olimpiyatların varisi Uluslarası Olimpiyat Komitesi’nin ikiyüzlülüğü üzerine de çok şey okudunuz. Yeni bir Olimpiyat yılı, bunlara bir yenisini eklemek için bir bahane olabilir. Ya da bir kutlama sebebi… Nasıl isterseniz.
Bugünlerde dünyanın baktığınız herhangi bir köşesinde, dünyada kötü giden her şeyin bir analojisini bulabilecekmişsiniz gibi geliyor. Brezilya’nın Olimpiyat ev sahipliği için duyduğu arzuda, başarılı bir kampanya sonucunda Rio 2016 “hayalinin” gerçeğe dönüştürülmesinde, bir mega-etkinlik gerçeğinin kararlılıktan uzak bir ekonomide ve toplumda açabildiği çatlaklarda, bu çatlakların bazılarını fırsat bilip içeri sızan Zika virüsünde,1 Olimpik projelere paralel ilerleyen mutenalaşmada,2 iktidardaki PT’nin yolsuzluk iptilasında, geçtiğimiz ay başlayan soruşturmalar sonrası itibar kaybeden halk kahramanı Lula Zenginden-Alıp-Fakire-Veren da Silva’da, geniş çaplı protesto yürüyüşlerini “HALK, BAŞKANA KARŞI” manşetine sığdırma gayretindeki Batı medyasında,3 bu acizliği görünce kaybettiği itibarın bir kısmını geri vermeyi düşündüğünüz Sadece Lula’da ya da belki şu yukarıdaki fotoğrafta.
Yine de içinizi rahat tutun, en karamsar Olimpiyat analojisi çoktan kuruldu. 1975’te, Münih Katliamı’ndan üç yıl sonra, Georges Perec tarafından.
Çocukluk hatıram yok. Aşağı yukarı on ikinci yaşıma kadar, kişisel tarihim birkaç satırdan ibaret: Babamı dört yaşında, annemi altı yaşındayken kaybettim; savaş süresince Villard-de-Lans’taki çeşitli pansiyonlarda kaldım. 1945’te babamın ablası ve kocası beni evlat edindiler.
(…)
On üç yaşındayken bir hikaye uydurdum, anlattım ve çizdim. Daha sonra, bu hikayeyi unuttum. Yedi yıl önce bir akşam, Venedik’te, birdenbire bu hikayenin adının “W” olduğunu ve bir anlamda, çocukluğumun tarihi değilse de en azından çocukluğumun bir hikayesi olduğunu hatırladım.
Bir anda aklıma gelen başlık dışında, W’yle ile ilgili hiçbir hatıram yoktu aslında. Bu konuda bildiğim tek şey topu topu iki satırdan ibaret: Ateş Ülkesi’nin bir adacığında, sırf sporla meşgul olan bir toplumun hayatı.
W ya da Bir Çocukluk Hatırası, ikili bir anlatı. İngilizcedeki gibi iki U’nun değil, iki V’nin birbirine eklemlenmesiyle oluşan (double-vie, Oulipo much?) W harfinin ya da düşsel bir geometrinin temel figürünün anıştırdığı bir çocukluğun bir hikayesi ve aynı zamanda Ateş Ülkesi’nin alegorik bir adacığında hüküm süren bir Olimpik polis devletindeki günlük yaşamın bir hikayesi. Başlangıçta birbirinden çok uzak gözüken bu iki hikaye, anlatının sonunda iç içe geçiyor, aynılaşıyor. Tierra del Fuego’nun yakıcı gerçekliğinin zalim ve irkiltici/kışkırtıcı ayrıntılarını bir distopya olarak ehlileştirebilmek mümkün, ancak öteki hikaye için aynı şeyi söyleyemeyiz.
On iki yaşındayken, W’ye yer olarak hangi sebeplerle Ateş Ülkesi’ni seçmiş olduğumu hatırlamıyorum. Pinochet’nin faşistleri hayal gücüme son bir yankı verme görevini üstlendiler: Ateş Ülkesi’ndeki birçok adacık bugün sürgün kamplarıdır.4
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane