Skip to content

İlk: Soderbergh

inan1

Steven Soderbergh, Sex, Lies and Videotape (1989)

Şimdi size bir yönetmenden, bir filmden ve bu filmi yapan yönetmenin bu filmden 24 yıl sonra geçenlerde yaptığı bir konuşmadan bahsedeceğim. Yönetmen, Steven Soderbergh. Filmi, ilk filmi Sex, Lies and Videotape. Yaptığı konuşma sinemanın geleceği üzerine. Ve aslında umut üzerine. O konuşmayla yazının sonunda hesaplaşacağım. Önce dönem, yönetmen ve film.

90’lar bağımsız sinemanın altın çağıydı. Hemen herkesin en kolay tanıdığı dönemlerden. Sundance Festivali’nin etkisi var. Quentin Tarantino, Paul Thomas Anderson, Kevin Smith, Richard Linklater gibi yönetmenlerin ilk çıkış filmleri orada duruyor. Arkasından bu yetenekli çocukların stüdyo sistemi içerisine transferleri var. Film çekmenin, kameraların ucuzlamasıyla gelen düşük bütçeli yapımların her şeyi ne kadar değiştirdiğini biliyoruz. Daha sonrasında 2000’ler sinemasında çok düşük bütçeli filmlerle neler yapılabileceğini gördük. Yakın zamandan Mumblecore akımına şahit olduk. Fakat sanki biraz 80’ler sinemasını unuttuk mu ne? Düşük bütçeli sinema devrimine onların yaptığı “anaakım” katkıları unutuyoruz biraz. John Hughes’un gençlik filmlerinin 90’ların asi ve üşengeç kuşaklarına nasıl kaynaklık ettiği, David Lynch’in Blue Velvet filminin sadece açılış sahnesinin bile banliyö dramalarının geleceğini etkilediği, Scorsese’nin Raging Bull’unun bütün görkemi, Coen’lerin sinema dünyasına Blood Simple ile atılışı ve benzeri birçok an unutuluyor. 80’ler müziği gibi 80’ler sineması da belirli kalıplar içerisinde değerlendiriliyor ve asla tam olarak hakkı verilmiyor. Belki siz verirsiniz…

İşte o hakkı verilemeyen eserlerden biri de Steven Soderbergh’in ilk filmi “Sex, Lies and Videotape”. Genç yaşında dünyayı sarsan yönetmenler akımının bağımsız sinemadaki ilk örneklerinden. Soderbergh’e 26 yaşında Altın Palmiye getiren bir başyapıt. Ne anlatıyordu bizdeki adıyla “Seks Yalanları”? Klasik bir aşk dörtgenini. Andie MacDowell’ın canlandırdığı Ann, kocası Peter ile olan evliliğinden sıkılmıştır. Belli etmese de mutsuzdur ve tatmin olmamaktadır. Peter, Ann’in kardeşi Cynthia ile birlikte olmaktadır. O sırada Peter’ın liseden bir arkadaşı kasabaya geri döner. Peter’a zıt bir karaktere sahip olan arkadaşı Graham yanında taşıdığı kamerayla röportaj yapmaya ikna ettiği kadınların cinsel fantezilerini dinlemekte, kamerasıyla kayıt altına almaktadır. Ve klişe tabirle hepsinin hayatı o kamerayla değişir.

İsmiyle müsemma bir film öyle değil mi? Her şeyden önce ilk dakikasından sonuna kadar gizemli bir havası var ve bu noktada Soderbergh muhteşem iş çıkartıyor. Nerede kendi kamerasını konuşturacağını, nerede olayları Graham’in kadrajına bırakacağını çok iyi hesaplıyor, puslu banliyö havasını ve karakterleri sırasıyla müthiş anlatıyor. Bir fetiş üzerine çekilen bir filmi bir kült haline getirmeyi başarıyor. Röntgencilikle sinema arasından gezinen bir eser yaratıyor.

Üzülerek söylemek gerek, 26 yaşında hayatının filmini çeken Soderbergh bir daha o seviyeye yaklaşamadı. Fakat bugün hâlâ sinema dünyasında asilerden biri olarak kabul ediliyor, Hollywood stüdyo sistemine yönelik en büyük eleştirilerin seslerinden biri olarak biliniyor. Geçenlerde yaptığı bir konuşma bir anda internet ortamında fenomene dönüştü. O yüzden bugün Soderbergh’i anmak istedim. Orada anlattığı bir hikayeyle kapatacağım.

İki tavsiyem olacak. 1- Sex, Lies and Videotape’i en kısa zamanda izleyin. 2- Sinemayı seviyorsanız, sinemanın geleceğinden endişeleniyorsanız bu efsane konuşmayı okuyun. Söz sende Soderbergh:

“Birkaç yıl önce bir sinema yetkilisi beni aradı ve “Elimde çok iyi bir bağımsız, küçük film var. Festival ortamlarında dolaşıma girdi ve gerçekten çok güzel tepkiler aldı. Fakat herhangi bir dağıtımcı filmi satın almadı. Maalesef bulamadık. Gelip, bir fikrini söyleyebilir misin?” diye ricada bulundu. O filmin adı “Memento”ydu. Sinemada seyrettim, ışıklar tekrar yandı ve kendi kendime şunu düşündüm. Her şey bitti. Her şey. Bu filmi nasıl kimse satın almaz? Film endüstrisi bitmiş. Bu gerçekten çok sinir bozucuydu. Neyse ki şansımıza, filmi finanse eden insanlar filmi o kadar sevmişti ki kendi dağıtım şirketlerini kurdular. Filmi kendileri dağıttılar ve 25 milyon dolar kazandılar. O yüzden ne zaman umutsuzluğa kapılsam bunu düşünüyorum. Evet, şu an biz burada otururken birileri, bir yerlerde bizim seveceğimiz bir şeyleri yapmakla meşgul. Bu hep böyle sürecek. Genç sinemacılara anlattığım bir başka şey de şu: Bir şeyler yapmaya, bir yerlerden finansman bulmaya çalışırken, o odalardan birinde birilerini filminizi yapmaya ikna etmeye çalışırken, hangi konuyu filme çekecekseniz çekin, ister soykırım hakkında olsun, ister çocuk katilleri hakkında, ister hayal edebileceğiniz en aşağılık suçlar hakkında olsun, hikayenizi anlattığınız sürece kendinizi bir yerde, bir cümlenin ortasında durdurun ve sanki o an, o büyük aydınlanma anlarından birini geçiriyormuş gibi durup bunun, bu filmin en nihayetinde, eninde sonunda “umut” üzerine bir film olduğunu söyleyin. Teşekkür ederim.”

Biz teşekkür ederiz. Umut güzel kelime…