Senaryoyu biliyorsunuz. Uzaylılar ve Dünyalılar basket maçı yapıyor. Kazanan Dünya’ya hakim olacak. Maçın son saniyeleri. Uzaylılar 1 sayı önde, top Dünya karmasında. Son şutu kimin kullanmasını istersiniz? (Herhangi bir dönemden herhangi bir basketbolcuyu seçme şansınız var.)
Eğer akıl sağlığınız yerindeyse, pas vermekten imtina etmeyecek bir süperyıldız tercih edersiniz. Fakat topu verdiğiniz oyuncu ne olursa olsun, illa ki, mutlaka şut kullanmaya mecbursa, Kobe Bryant biçilmiş kaftan. Elbette ki NBA tarihinde daha kuvvetli (MJ) veya daha uzun (KD) süper skorerler var. Fakat orta mesafede top alan Kobe Bryant, bana sorarsanız basketbol tarihinin gördüğü en maharetli skorer. Dans edercesine birbirini takip eden jab-step’ler, mekanik bir ahenkle art arda sıralanan şut fake’leri, kendi ekseni etrafında vahşi bir zarafetle dönen ayak bilekleri…
Kobe Bryant kariyeri boyunca rakiplerinin ve NBA efsanelerinin (Hakeem, Nowitzki, Jordan…) favori numaralarını mükemmel bir titizlikle çalıştı ve teknik olarak kusursuz seviyede icra etti. O kadar geniş bir repertuarı vardı ki, rakip müdafaanın her hamlesine karşılık verebiliyordu. Birkaç küçük ayak hareketiyle kendine alan açabiliyor, rakipleri ekarte edebiliyordu. Peki ya alan açamazsa? İmkansız açılardan, imkansız pozisyonlardan şut atmaya devam ediyordu elbette. Hatta şizoid bir dürtüyle, imkansız şutlardan daha fazla haz alıyordu. Kobe Bryant mükemmel bir skorerdi ve şahit olduğumuz mükemmeliyetin derinliklerinde cinnet vardı. Cinnet, mükemmeliyeti kırbaçlıyordu.
Kobe lige girdiğinde altın standart, Michael Jordan’ın muazzam zaferleriydi. Jordan’ın devasa gölgesi bütün ligi kaplamış, hemen her takımda daima skoru düşünen şutör guardlar peydahlanmıştı; Iverson, T-Mac, Carter… Kobe sırasıyla kendi mevkiindeki tüm çağdaşlarının arasından sıyrıldı, Shaq ve Jordan’ın gölgesiyle boğuştu, imkansız sakatlıklara rağmen imkansız şutlar atmaya (ve soktuğundan fazlasını kaçırmaya) devam etti ve eşsiz iradesiyle NBA’i fethetti. Artık yalnızca bir basketbol oyuncusu değil, kendi yarattığı mitolojinin emsalsiz kahramanı olmuştu. Cinnet, onu öylesine irrasyonel bir varlık haline getirmişti ki, aşil tendonu koptuğunda bile çevresindekilerden yardım istememiş; evvela iki serbest atış kullanmış, akabinde yürüyerek soyunma odasına gitmişti. O esnada ayağını hissetmiyor olabilirdi, bacağı yalnızca bir et parçasına dönüşmüş olabilirdi; ama bunlar yalnızca fanileri durdurabilirdi, Kobe Bryant’ı değil.1
Kobe’nin emekliye ayrılmasıyla beraber NBA’de bir devir kapanıyor. Artık topu elinde 15 saniye tutan süperyıldızlar yok, orta mesafeye eskisi gibi rağbet edilmiyor, paslaşma ve topsuz hareket NBA hücumlarının olmazsa olmazı. Basketbol gelecekte neye evrilir, bilemiyoruz. Fakat uzun yıllar boyunca Kobe Bryant gibi bir süperyıldız gelmeyecek.
Büyük şampiyon Jim Thorpe, 28 Mart 1953’te Los Angeles’ta öldü. 1912 Stockholm Olimpiyatları’nda pentatlon ve dekatlonda kazandığı iki altın madalyayı boynuna takan Kral V. Gustaf’ın ölümünden üç yıl sonra. Thorpe’un Pensilvanya’da bulunan görkemli anıt mezarının üzerine de Kral’ın sözleri hakkedilmiş: “Bayım, siz dünyadaki en büyük sporcusunuz.”
Dünyadaki en büyük sporcu bir Amerikan yerlisiydi.1 Cesedini Kaliforniya’dan, trenle, memleketim dediği Oklahoma’nın Shawnee kasabasına getiren yerli halk, eyalet yönetimine söz geçiremeyince burada kalıcı bir mezar inşa etmek için kendi aralarında para topladılar. Fakat bir sabah uyandıklarında cesedi yerinde bulamadılar. Müteveffa kocasının bedeni hakkında başka planları olan Thorpe’un üçüncü eşi Patricia, onu çalıp Pensilvanya’ya götürmüştü.
Bess Lovejoy’un harika bir sehpa kitabı gibi adlandırılmış Rest in Pieces: Meşhur Cesetlerin Tuhaf Kaderleri’nde yazılana göre, “Ailenin diğer üyeleri onu Oklahoma’ya gömmek istiyorlardı ama Patricia eyaletin bu konunun üzerine yeteri kadar düşmediğini düşünüyordu. Bir gün Amerikan yerlilerine ait eski mezarlıkta beliriverdi ve polis koruması eşliğinde cesedi alıp götürdü. Daha sonra kocasının cesedini zor durumdaki iki Pensilvanya kasabası Mauch Chunk ve Doğu Mauch Chunk’a önerdi, kasabaların yaşadıkları sıkıntıyı ve birleşme düşüncelerini televizyonda duymuştu. Cesedi buraya gömüp bir anıt yaparlarsa, yeni kasabaya Jim Thorpe ismini verebileceklerini söyledi. Kasabalar anıt mezarın turist çekebileceğini düşündükleri için Patricia’nın teklifini kabul ettiler ama düşündükleri gibi olmadı.”
Minör liglerde iki maçlığına profesyonel beyzbol oynadığı gerekçesiyle geri alınan Olimpiyat madalyaları, 1983’te oğulları Gale ve Bill’e iade edildi. İlk başkanı olduğu APFA, NFL’e dönüştü ve başında bulunan Roger Goodell’i hiç kimse “dünyanın en büyük sporcusu” olarak görmüyor. Oğullarının açtığı dava üzerine 2013’te bir bölge hakimi, Pensilvanya’nın kuzeydoğusundaki Jim Thorpe nahiyesinin NAGPRA adlı yasa gereğince bir müze kabul edilmesi hükmünü verdi. Ancak bir yıl sonra temyiz mahkemesi bu kararı bozdu. Jim Thorpe’un mezarı, oğullarının muhalefetine rağmen, bugün hala 38 kilometrekarelik, 4800 nüfuslu Jim Thorpe, Pensilvanya’da.
“Her zaman gerçekten doğrulanmasa da, antrenman yöntemlerinin farklı müsabaka türlerine yeterince uygun hale getirildiği kabul edilir, mesela bir sürat koşucusu özel olarak 100 metre için hazırlanırken, bir diğeri 200 metre için hazırlanacaktır.
Tabii pentatlon ve dekatlon bunların dışında kalan bir durumdur. Bu aşırı-uzmanlaşmaya yönelik antrenmanın sonuçlarından biri, bir Atleti beş ya da on farklı müsabakayı asgari başarıyla tamamlayabilecek şekilde yetiştirmeye vaktin –ne de, doğrusu, yöntemin– olmamasıdır. Köydeki ilk yıllarında acemilerin devam ettiği birçok dalı kapsayan antrenman, en iyi uygulanabilecek olanıdır, ne var ki bu antrenmanı gerçekten çok yönlü Atletler yetiştirmek amacıyla profesyonel bir şekilde yürütmek için harcanan cılız çabalar başarıyla taçlanmamıştır. Bu durum kolayca açıklanabilir: Her köyün hemen anladığı üzere, W sporunun yasaları, beş ya da on müsabakada zafer kazanacak tek bir Atletle tek bir zafer kazanmaktansa, sırf o yarışlar için hazırlanmış beş Atletle beş yarış kazanmak için her şeyi ortaya koymak evladır zihniyetiyle yapılmıştır.
Dekatlonlar ve pentatlonlarda elde edilen derecelerin hakikaten içler acısı düşüklüğüne önceleri şaşıran Organizatörler, bir ara bu müsabakaları kaldıracak oldular. Sonunda kaldırmaktan vazgeçtiler ama müsabakaları da son derece ilginç bir şekilde yarışmacıların vasatlığına uygun hale getirdiler: Bunları gülmek için yapılan müsabakalar, yarışmaların çoğu sırasında hüküm süren aşırı şiddetli gerilimi seyircilerin üstünden atmaya yönelik sahte müsabakalar haline getirdiler. Pentatlon ve dekatlon yarışmacıları stada soytarı kılığında, yüzleri aşırı boyanmış bir şekilde girerler ve her müsabaka alay vesilesidir: 200 metre tek ayak üstünde sekerek koşulur, 1500 metre bir çuval yarışıdır, uzun atlamada basış tahtası çoğunlukla tehlikeli bir biçimde sabunla kayganlaştırılmıştır, vs. Bu müsabakalarda zafer elbette bazı sportif yetenekler gerektirir, ama asıl oyunculuk nitelikleri, mim, parodi ya da grotesk duygusu gerektirir. Yüzünü gözünü oynatan, tikleri olan ya da hafif özürlü bir acemi, mesela raşitikse, topallıyorsa, biraz ayağını sürüyorsa, aşırı şişmanlığa meyilliyse veya tersine aşırı sıskaysa, ya da ciddi derecede şaşıysa, pentatlon ya da dekatlon takımına alınma tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır – ama neşeli bir seyircinin kaba şakalarına maruz bırakılmaktan çok daha büyük risklerle zaten sık sık karşıya kalınır.
Mesela bir kaza sonrasında yarışmaktan ilelebet bertaraf edilen faal bir Atlet, eğer kıdemlilerin haklarından yararlanamayacak kadar gençse ve antrenör olamayacak kadar apaçık yetersizse, gerekli desteği sağladığı takdirde –takım değiştirmenin ender bir örneği olarak– yine bu iki takımda yer alabilir.”2
Bir Olimpiyat yılı daha… Pierre de Coubertin tarafından canlandırılan Olimpizm idealinin üzerine kurulduğu temel prensipler, bugün insanlığın çok uzağında görünüyor. Zaten sizi Coubertin’le yeniden –bu kez hak ettiği biçimde– tanıştırmak isteyenlere şimdiye kadar kulak vermiş olmalıydınız; insanlığı yeni bir erdem düzeyine taşımak niyetiyle sporu bir kez daha dünyanın hizmetine sunan romantik bir Fransız aristokratını değil de, yedi yaşında bir çocuk olarak tanıklık ettiği Prusya yenilgisinden sonra farklı bir canlanmanın arayışında olan bir rebranding dehasını anlatan teoriden söz ediyorum. Coubertin gibi icat ettiği Modern Olimpiyatların varisi Uluslarası Olimpiyat Komitesi’nin ikiyüzlülüğü üzerine de çok şey okudunuz. Yeni bir Olimpiyat yılı, bunlara bir yenisini eklemek için bir bahane olabilir. Ya da bir kutlama sebebi… Nasıl isterseniz.
Bugünlerde dünyanın baktığınız herhangi bir köşesinde, dünyada kötü giden her şeyin bir analojisini bulabilecekmişsiniz gibi geliyor. Brezilya’nın Olimpiyat ev sahipliği için duyduğu arzuda, başarılı bir kampanya sonucunda Rio 2016 “hayalinin” gerçeğe dönüştürülmesinde, bir mega-etkinlik gerçeğinin kararlılıktan uzak bir ekonomide ve toplumda açabildiği çatlaklarda, bu çatlakların bazılarını fırsat bilip içeri sızan Zika virüsünde,1 Olimpik projelere paralel ilerleyen mutenalaşmada,2 iktidardaki PT’nin yolsuzluk iptilasında, geçtiğimiz ay başlayan soruşturmalar sonrası itibar kaybeden halk kahramanı Lula Zenginden-Alıp-Fakire-Veren da Silva’da, geniş çaplı protesto yürüyüşlerini “HALK, BAŞKANA KARŞI” manşetine sığdırma gayretindeki Batı medyasında,3 bu acizliği görünce kaybettiği itibarın bir kısmını geri vermeyi düşündüğünüz Sadece Lula’da ya da belki şu yukarıdaki fotoğrafta.
Yine de içinizi rahat tutun, en karamsar Olimpiyat analojisi çoktan kuruldu. 1975’te, Münih Katliamı’ndan üç yıl sonra, Georges Perec tarafından.
Çocukluk hatıram yok. Aşağı yukarı on ikinci yaşıma kadar, kişisel tarihim birkaç satırdan ibaret: Babamı dört yaşında, annemi altı yaşındayken kaybettim; savaş süresince Villard-de-Lans’taki çeşitli pansiyonlarda kaldım. 1945’te babamın ablası ve kocası beni evlat edindiler.
(…)
On üç yaşındayken bir hikaye uydurdum, anlattım ve çizdim. Daha sonra, bu hikayeyi unuttum. Yedi yıl önce bir akşam, Venedik’te, birdenbire bu hikayenin adının “W” olduğunu ve bir anlamda, çocukluğumun tarihi değilse de en azından çocukluğumun bir hikayesi olduğunu hatırladım.
Bir anda aklıma gelen başlık dışında, W’yle ile ilgili hiçbir hatıram yoktu aslında. Bu konuda bildiğim tek şey topu topu iki satırdan ibaret: Ateş Ülkesi’nin bir adacığında, sırf sporla meşgul olan bir toplumun hayatı.
W ya da Bir Çocukluk Hatırası, ikili bir anlatı. İngilizcedeki gibi iki U’nun değil, iki V’nin birbirine eklemlenmesiyle oluşan (double-vie, Oulipo much?) W harfinin ya da düşsel bir geometrinin temel figürünün anıştırdığı bir çocukluğun bir hikayesi ve aynı zamanda Ateş Ülkesi’nin alegorik bir adacığında hüküm süren bir Olimpik polis devletindeki günlük yaşamın bir hikayesi. Başlangıçta birbirinden çok uzak gözüken bu iki hikaye, anlatının sonunda iç içe geçiyor, aynılaşıyor. Tierra del Fuego’nun yakıcı gerçekliğinin zalim ve irkiltici/kışkırtıcı ayrıntılarını bir distopya olarak ehlileştirebilmek mümkün, ancak öteki hikaye için aynı şeyi söyleyemeyiz.
On iki yaşındayken, W’ye yer olarak hangi sebeplerle Ateş Ülkesi’ni seçmiş olduğumu hatırlamıyorum. Pinochet’nin faşistleri hayal gücüme son bir yankı verme görevini üstlendiler: Ateş Ülkesi’ndeki birçok adacık bugün sürgün kamplarıdır.4
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane