“İlk günü böyle geçecektir. Sonrakiler de böyle geçecektir. Başta, anlamayacaktır. Biraz daha eski acemiler ona anlatmaya çalışacak, ne olduğunu, nasıl olduğunu, ne yapılması gerektiğini ve ne yapılmaması gerektiğini bazen ona açıklamaya çabalayacaklardır. Ama çoğu zaman, bunu başaramayacaklardır. Keşfettiği şeyin korkutucu bir şey olmadığı, bir kabus olmadığı, birden uyanacağı bir şey olmadığı, zihninden kovacağı bir şey olmadığı nasıl açıklanır, hayatın, gerçek hayatın bu olduğu nasıl açıklanır, her gün bunun olacağı, varolan şeyin bu olduğu ve başka bir şey olmadığı, başka bir şeyin varolduğuna inanmanın, başka bir şeye inanır gibi yapmanın lüzumsuz olduğu, bunu gizlemeye çalışmaya, örtmeye çalışmaya bile değmediği, bunun arkasında, ya da altında, ya da üstünde olacağı varsayılan başka bir şeye inanır gibi yapmaya değmediği nasıl açıklanır. Bu vardır, hepsi o kadar. Her gün yarışmalar, Zaferler ya da hezimetler vardır. Yaşamak için dövüşmek gerekmektedir. Başka tercih yoktur. Başka hiçbir seçenek yoktur. Gözlerini kapamak mümkün değildir, reddetmek mümkün değildir. Kimseden beklenecek ne çare vardır, ne merhamet, ne de kurtuluş. Zamanın bunu düzelteceğini ummak bile gereksizdir. Bu vardır, gördüğü şey vardır, bazen gördüğü şeyden daha az korkunç olacaktır, bazen de gördüğü şeyden çok daha korkunç. Ama bakışlarını nereye çevirirse çevirsin, göreceği budur, başka hiçbir şey değil ve yalnızca bu hakiki olacaktır.
Ama en eski Atletler bile, iki müsabaka arasında pistlerde soytarılık yapmaya gelen ve neşeli kalabalığın çürük meyve çöpleriyle beslediği bunak emekliler bile, onlar bile başka bir şey olduğuna hala inanırlar, gökyüzünün daha mavi olabileceğine, çorbanın daha iyi olabileceğine, Yasanın daha az katı olabileceğine; yeteneğin ödüllendirileceğine inanırlar, zaferin onlara gülümseyeceğine ve güzel olacağına inanırlar.
Daha hızlı, daha yüksek, daha güçlü. Yavaş yavaş. Karantinada geçen aylar boyunca, ünlü Olimpiyat sloganı acemilerin beyinlerine kazınır. Çok azı intihar etmeye kalkışır, çok azı gerçekten delirir. Birkaçı haykırmayı sürdürür, ama çoğu susar, inatla.”1
Tam 13 yıl önce ne yapıyordunuz? Yoksa siz de benim gibi ekranların başında mıydınız? O an içiniz burkulmuş muydu? Futboldan soğumuş muydunuz?
FIFA’nın milyarları peşinden sürükleyen oyuna çeşni katmak için bulduğu icatlardan olan Konfederasyon Kupası, 2003’te lanetlenmişti birçoklarının gözünde. Türkiye’nin harika sonuçlara imza attığı organizasyonda yaşanan bir olay var ki yıllardır hafızalardan çıkmıyor.
26 Haziran’da Lyon’da Kamerun ile Kolombiya kozlarını paylaşıyordu. Mini Dünya Kupası’nın yarı finali nefis bir mücadeleye sahne oluyordu… Derken dakikalar 72’yi gösterirken, bir futbolcu baygınlık geçiriyordu. Yere yığılan Marc-Vivien Foé’nin gözleri, milyonlarca futbolseveri dehşete sürüklüyordu…
Doğduğu Yaoundé’de başlamıştı orta saha oyuncusunun hikâyesi. Canon’dan Lens’a gelen savaşçı futbolcu, sarı-kırmızılılarla şampiyonluk sevinci bile yaşamıştı. Arada bir Ada havası almaya West Ham’a gittikten sonra Fransa’nın devi Lyon’a transfer olan çapa, burada da zafere ulaşmıştı.
2002-2003 sezonunu kiralık olarak Manchester City’de geçiren Foé, iki sezonunu geçirdiği Lyon’un Gerland Stadı’nda yere yıkılmıştı. Tüm çabalara rağmen kurtarılamadı. Sadece 28 yaşındaydı…
Şimdi dönüp geriye bakıyorum da aradan seneler geçmiş. Kim kazanmıştı o turnuvayı; hatırlıyorum da umursayan var mı. Fakat o gözler… İşte o gözleri hiç unutamayacağım. Yalnız olmadığımı çok iyi biliyorum!
Açık Radyo, geçtiğimiz yılın Kasım ayında 20. yaşını kutladı. Sabah ajansı (ya da gündeme nazır hasbihal) yerini tutan Açık Gazete’nin geçmişi de bir o kadar eskiye dayanıyor olmalı. Ben herhalde beş sene önce takip etmeye başladım. Ömer Madra’nın sesini üç farklı ofise sızdırdıktan sonra, o saatleri uykuda geçirdiğim birkaç aydır iTunes üzerindeki podcast servisine ekmek banıyorum. Kendime bir söz söyleme liyakati devşirmek değil niyetim; gizliden gizliye bir davet olabilir en fazla. Düşünsenize. Saatli Maarif Takvimi’ni yırtıyoruz, bugün-artık-yaşamayan-dünyanın-vicdanından birkaç söze kulak veriyoruz. Süleyman Doğru ulağımız. Hayat güzel.
Cuma günleri dokuz buçuk dışında.
Açık Gazete ile tanıştığımda, bu yarım saat Alp Ulagay ile spor sohbetine ayrılmıştı. Beden Eğitimi dersinin haftanın son iki saatine denk geldiği o yarıyıl gibiydi her şey. Dış politika konuşuyor, Putin’den, Orban’dan, büyük-küçük-ortanca Le Pen’den bir kez daha ikrah ediyor ve kendimizi bahçeye atıyorduk. (Boy sırası olup sağ baştan saymamız da gerekmiyordu.) Ulagay belirlediği birkaç konu başlığı üzerinden sunumunu yapıyor, Madra da Dave Zirin’in geçen hafta The Nation’daki köşesinde yazdıklarına gönderme yaparak destekliyordu onu. Zirin herhalde programda Chris Hedges ve Glenn Greenwald’dan sonra en çok alıntılanan gazeteciydi. Futbola gelince, Madra’yı hep Martin Amis’in sözünü ettiği şu entelektüellerden biri olarak düşünmüştüm. Bu yarım saat içinde hakikatin öyle olmayabileceğini de hissettiriyordu. Hayat güzeldi. Cem Çetin ile kendisinin huzurunda, ikinci kez, tanışıncaya değin.
İlk tanışmamız kısa ve olaysızdı. Ve dolaysızdı. Herhalde 2003-2007 aralığındaki şampiyonalardan birinde, 12 D*v Adam hakkında yazdığı tumturaklı cümlelere rastlamıştım. Beni çarpan ya da oyunu yorumlama konusunda yol gösterici olabileceğini düşündüren yazılar değildi bunlar. Bir daha da sesini duymadım, duyduysam da tanımadım, tanıdıysam da tanımazdan geldim. Yeni yayın dönemiyle birlikte, işleri yoğunlaşan Ulagay’ın yerini başkasının alacağını öğrendim ve bu başkasının ismini Google’a yazdım.
Bu, Yrd. Doç. Dr. Cem Çetin’le ikinci tanışmamız oldu.1 Her cuma dinledikçe o eski yazılarından bir şeyler de hortluyor gibiydi. Bitmek bilmeyen “Ben Fransa’dayken” cümlelerini duyduğumda, tanışıklığımızın 1999 Eurobasket’e uzanıyor olmasından endişeleniyordum. Doktor’un üzerinde dolaşmasını istemeyeceğim kadar güzel basketbol hatıraları bırakmıştı bende o şampiyona… Bu ilişkinin de sonu gelmişti. En nihayetinde, ‘dinlememeyi tercih ederim’ dediğim ilk düzenli konuğu olmayacaktı Açık Gazete’nin.
Yaklaşık iki ay önce, bir gece, üçüncü kez tanıştık. İstemeden, via iTunes. Ömer Madra’nın olmadığı cuma sabahlarından biriydi. Can Tonbil ne kadar çırpınırsa çırpınsın, tek kişilik bir oyun değildi bu. O gün de olmayacaktı. İroniler yalnız kalıyordu, telaffuz facialarını düzeltmeye çalışan o gergin-ama-saygılı ikinci sesi bile arıyordu insan. Ses kaydını ileri sardım, Sezin Öney’in otuzluğunu dinledikten sonra da kapattım. Haftanın son günaydın’ını (geceleri dinlediğimde zamansızlığını hep gülünç bulduğum bir günaydın) duymaktan vazgeçeli epey olmuştu zaten. Pazartesi geldiğinde yeni bölümün kaydını olması gerektiği yerde buldum, üzerine tıkladım. Ama indirmek yerine doğrudan stream etmeye başlayınca her zaman yaptığını yaptı iTunes ve öylece listenin bir önceki kaydını oynatmaya başladı kaldığı yerden. Zor bir gün olmuştu, sızmak üzereydim ve çabuk tepki veremedim…
Merhaba Cem Bey.
Merhaba sevgili Can.
Bugün Ömer Madra yok.
[Vodafone Arena önünde karşılaştığı güvenlik taramasının yeni açılan stadyumla mı, yoksa İslam İşbirliği Teşkilatı’nın İstanbul’daki zirvesi ile mi ilgili olduğunu soruyor. Neyse ki Doktor, Paris’te de bu tür uluslararası organizasyonlar söz konusu olduğunda sıkı güvenlik tedbirleri alındığını söyleyerek yüreklere su serpiyor.]
Yani gaz yemeyeceğiz, öyle bir durum söz konusu değil hiç değilse?
Şimdi insanlar biraz rahat durursa, düzeni kimse bozmazsa; kolluk güçleri fol yok yumurta yokken gaz sıkar mı yani? [Ne kadar da tanıdık bir cümle, neredeyiz?]
Ama şöyle bir durum söz konusu olsa, ben bir şey yapmıyorsam o stadyuma gittiğim zaman ama birileri gelip bir şeyler yapıyorsa, o atılan gazdan ben ya da benim çocuklarım…
Sen bir şey yapmıyorsun ama kolektif disiplin vardır. Avrupa’da, bu gelişmiş ve medeni ülkelerde, diyelim bir stattasın, mesela tenis maçından örnek vereyim sana, Paris’te Roland Garros’a gittiğimde yaşamıştım. Sessizliğin hakim olması lazım. Birileri sessizliği bozuyorsa, oradaki topluluk o sessizliği bozanı, yani düzeni bozanı susturuyor, kendine getiriyor.
Anladım.
Şimdi bizde böyle bir toplum düzeni olursa, senin az önce ifade ettiğin gibi, kurunun yanında yaş yanmaz.
An-la-dımmm…
Ama bunun için her şeyi kolluk güçlerinden beklememek lazım. [Çok tanıdık bir cümle daha.] Toplumun da bu yanlış yapan insanları hizaya sokmak gibi bir vatandaşlık görevi var.
Tamam, olmadı diyelim, tazyikli su ve biber gazı şart mı? Yani sonuçta büyük bir kitleden bahsediyorsunuz, bir anda hareket ettiği zaman birbirlerini ezerek öldürebilecek sayıda insanın olduğu bir yer burası aynı zamanda…
Çok doğru söylüyorsun ama işte herkes HADDİNİ BİLEREK yaşayacak. Herkesin vatandaşlık görevi var. Herkes belli bir düzen içinde yaşayacak ve bu düzeni koruyacak. Bu düzeni korumadığımız zaman, ortaya kaos çıkıyor. Ve senin de sorunun ortaya çıkıyor. Düzeni sadece polisle, askerle, kolluk güçleriyle sağlayamayız. Burada bir numaralı sorumluluk vatandaşlardadır.
Evet.
Herkes haddini bilerek yaşayacak. Yani ben hep bunu söylerim, derslerimde de bunu söylerim. [O çocukları kurtarın.] Bu düzeni bozdun mu, o zaman huzurun tehlike altındadır.
Haddimizi bileceğiz.
Huzuru kim bozuyor? Birey bozuyor. İşte eğitim bu açıdan çok önemli. Düzeni bozmayacak eğitimi insanlara vermek gerekiyor. O zaman hiç sorun yaşanmaz.
Anladım efendim.
Benim düşüncem, yaşam felsefem bu sevgili Can.
Anladım. Teşekkür ederim, sağ olun. Başka neler var gündemimizde bugün peki?
İstersen biraz basketbolla devam edelim… [Bye.]
“Bir sabah keyfimiz var, onu da kaçırıyorsunuz” diyenlerin dinlemeyi tercih ettiği bir program değil Açık Gazete. “Baharı bile karşılayamıyoruz” demişlerdi ve ilk bakışta öyle görünmese de, gerçekten hayıflanmaya değer bir şey olduğunu düşünmüştüm bunun. Tadımın kaçmasını umursamıyordum yani. Ama buna böyle devam edecekler miydi? Ya da ne kadar devam edebileceklerdi? Belki radyoya bir e-posta yollarım, dedim. Sabah olunca unuttum. Bunun gibi bir yazı yazmayı ise aklımın ucundan geçirmezdim. Türkiye’de medya eleştirisinin uğrayacağı son yerlerden biri olmalıydı herhalde Açık Radyo ve bu şartlar altında sıranın ona gelmeyeceği aşikardı. Hayatımızı ele geçirmiş, sokaklarımızı köşe bucak sarmış bu tona karşı bağışıklık kazanmıştık artık, birilerinin bize “had bilmekten” bahsetmediği gün kendimizi şanslı sayıyorduk. “Bunları bugüne kadar aşmış olmalıydık… İnsanlık olarak.” Bu cümleyi kurmaya da alışmıştık. Burası bir anlamda bunlardan uzaklaşmanın frekansıydı ve bu yüzden bu adama, başka bir yerde değil de burada rastlamak tuhaftı elbette. Yine de… Kainatın her sesine açık olduklarını baştan söylemişlerdi. Oyunbozanlık etmenin alemi yoktu.
Geçen hafta Arda Başkan [Arşık] ile karşılaştım, güzel bir kutlama gecesiydi. Söz Açık Radyo’dan açıldı ve sonra hayatımıza giren bu yeni cuma sıkıntısından. Her zaman olduğu gibi, düşüncelerimi benim yapacağımdan daha iyi bir şekilde yankıladı. Aradan geçen zamanda –Doktor’un sesini duymamanın da yardımıyla belki– meseleye fazla hassas yaklaştığımı düşünmüştüm oysa. Biz “spor delileri” olduğumuz için böyle geliyor belki, demiştim, bizim her hafta ölüp bittiğimiz Açık Bilinç’ten de yaka silken birileri olamaz mı?
“Olamaz” dedi Arda. Eve gidip son düşen cuma kaydının, dinlenmemiş son otuzluğunu açtım. Bunu yazmaya karar verdim.
Bu yazı da, olsa olsa, kainatın bir sesi.
Günaydın.
Günaydın Cem.
Günaydın Ömer Bey.
Günaydın Cem Bey.
Günaydın sevgili Can.
Evet, birçok haber var ama Selahattin bize bomba gibi bir haber çıkarmış Evrensel gazetesinden, onu sormak istiyorum. Lionel Messi hakim karşısına çıkmış, bu Panama Belgeleri’nde de ismi geçen… Babası Jorge Horacio ile birlikte 4 milyon 100 bin avro vergi kaçırmakla suçlandığı bir davada. Ve şey demiş hakime, “Ben bir şey bilmiyorum, önüme gelen belgeleri de okumadım, babam okudu. Onu babama ve mali danışmanlarıma güvendiğim için okumadan imzaladım. Ben sadece futbolcuyum” demiş. Ne diyorsun buna? “Ne sağcıyım ne solcu, futbolcuyum futbolcu” demiş.
Evet, dün hakim karşısındaydı. İmaj haklarından kaynaklanan 4,5 milyon avroluk bir vergi kaçırılması söz konusu… Oyuncu haklı tabii. Yani oyuncular nereden bilsin?
*DERİN ÖMER MADRA NEFESİ*
İşte menajerleri var, menajerlerinin hukukçuları var; bütün bu para hesaplarını, anlaşmaları, menajerlik şirketleri ve menajerler üzerinden, kulüplerle birlikte yapıyorlar… Dolayısıyla yani oyuncuları suçlamak, bana göre çok yanlış. Doğrudan doğruya bu menajerlik şirketlerini hedef almak gerekiyor, onları sorgulamak gerekiyor. Kimdir bunun menajeri?
Bir de babası var?
E babasıysa babası…
Evet…
Oyuncular bu konulara ne kadar hakim olabilir? Eğitim durumları nedir ki yani?
Ama bir dakika, Cem, bir şey daha soracağım. Ben özellikle çok meraklıyım, sürekli olarak Türk Hava Yolları’nın reklamlarında Messi’yi büyük bir ilah gibi seyrediyorum top oynarken. Reklamlarda onun menajerine bakmıyorum ki. Orada Messi benim için ilah, ben onun için biniyorum Türk Hava Yolları’na… Şimdi aldatılmış hissetmiyor muyum kendimi?
Ama şimdi orada Messi oynuyor da o anlaşmayı Türk Hava Yolları ile Messi doğrudan yapmıyor ki. Yani orada Messi’nin imaj haklarını bir şekilde pazarlayan menajerlik şirketi var. Türk Hava Yolları, Messi’yle oturup imzalamıyor bu sözleşmeyi… Hatta paranın pazarlığından bile Messi’nin haberi yoktur; kaç liraya imzaladı, ne kadar aldı ne kadar almadı… Yani bu tür olaylarda bence menajerlik şirketlerinden hesap sorulması gerekiyor. Ama bu menajerlik şirketleri çok güçlü birimler olduğu için… Portföylerinde de çok fazla oyuncu var, ön plana çıkmıyorlar. Ama şu olayda ben menajerlik şirketinin ön plana çıkmasını isterdim. Eğer Messi’nin arkasında menajeri olarak sadece babası gözüküyorsa, o zaman babası bunun hesabını verecek. Ama arkasında çok büyük menajerlik şirketleri var bugün. Ve futbol ekonomisine aslında bu menajerlik şirketleri, bir şekilde, yön veriyor. Ya da birtakım olumsuzluklar yaşanıyorsa, işte vergi kaçakçılığı gibi, yine arkasında menajerlik şirketlerini sorgulamak lazım. Oyuncu nereden bilsin Ömer?
E ama oyuncu da bundan sonra sorgulasa iyi olacak. Burada bir Freudyen “baba problemi” ile de karşı karşıya kalabiliriz yani bak!
Nasıl sorgulayabilir ki? Ya da sorgulasa bile…
“Baba, bana bunu nasıl yaptın?”
Şimdi Messi olayı çok daha farklı. Baba var mesela. Her futbolcunun arkasında böyle anne baba olmuyor. Genelde menajerlik şirketleri oluyor. Şimdi Arda Turan… Arda Turan’ın arkasında bir menajer var. Arda Turan’ın bütün kariyerini, her şeyini, imaj haklarını, sponsorluk anlaşmasını menajer hallediyor; pazarlıkları menajer yapıyor… İşte Arda’ya da bilgi veriyor. Şimdi burada da tabii etik değerler var. Sen şimdi futbolcuna etik olarak gerçekleri yansıtmıyorsan, doğru bilgi vermiyorsan, ya da ne bileyim, birtakım dalavereler çeviriyorsan, şimdi bunu oyuncu nereden bilebilir, nasıl araştırabilir? Bir noktada oyuncu da güvenmek mecburiyetinde çünkü hayatını ona teslim etmiş… Dolayısıyla işin içine bence biraz da etik değerler giriyor. Ama eğer bu tür dalavereler de çevriliyorsa tabii yargı bunların hesabını soracak ve gerekirse de cezasını da verecek bence.
Cem Bey, benim de bir sorum var ama basketbolla alakalı. [Bye.]
Buyrun.
Enes Kanter’in milli takıma alınmadığı bir durum söz konusu olmuş. Bununla alakalı çeşitli haberler çıkıyor, sizin yorumunuz nedir acaba? [Dur, eğlenceli olabilir.]
Alınmayacağını biliyorduk zaten. Yani getirmiş olduğu eleştiriler…
Eleştiriler dolayısıyla?
Evet. Mesela dikkat edersen, bilmiyorum dikkat ettin mi, Oklahoma’nın play-off konferans final serisinde…
Kötü mü oynadı?
Golden State’e karşı oynadığı maçlarda, dikkat edersen, Enes’te hem süre olarak hem de sportif performans olarak ciddi bir gerileme vardı, ciddi bir düşüş vardı. Kendi takımında da çok fazla süre alamadı. Halbuki iyi bir sezon geçiriyordu ama bu play-off’ta dibe vurdu. Bence sorgulanması gereken esas nokta bu. Enes çok yetenekli bir oyuncu gibi gözüküyor ama Enes’in bence biraz spora konsantre olması lazım, mental olarak kendini daha fazla spora vermesi lazım, basketboluyla uğraşması lazım.
Olaylara karışmasın… *CAN TONBİL İRONİK*
Ama Enes biraz popülerlik, biraz şöhret, biraz…
Siyaset… *CAN TONBİL İRONİK*
Biraz spor dışı faaliyetlerde fazla bulunuyor… Bu da doğru değil yani. Sen ilk önce kendini bir ispat et. Kariyerinin daha çok başındasın, ortaya koyduğun çok önemli bir şey de yok. Ama sportif olarak kariyerini ispat etmeden, spor imajı ya da maskesi altında, başka alanlarda ön plana çıkmaya çalışmasını ben doğru bulmuyorum.
NBA’de oynaması kariyerine bir ispat sayılmaz mı? NBA artık kolay bir şey mi Türkiye’deki basketbol oyuncuları için?
NBA’de bakarsan 90 ülkeden oyuncu forma giyiyor. Doksanlı yıllarda David Stern –şimdi NBA komiseri değil, o zamanki NBA komiseriydi– NBA’in global marka olması açısından, kapıların dünyaya açılması gerekiyor demişti. [Başkomiser David!] Ve pek çok oyuncuya ev sahipliği yapmaya başladı NBA. Halbuki doksanlı yılların başında 3-4 tane yabancı oyuncu NBA’de forma giyiyordu. Herkes NBA’e gidebiliyor yani…
[Aslında programın sonundaki Brezilya sohbetini dinlemek, sonra da üzerine Zirin’in bir söyleşisini –mesela Chomsky ile olanı– dinlemek harika olurdu ama deşifreye daha fazla devam edemedim. Son dönemde tepkisini dillendiren sporcuların sayısı da artmışken Zika virüsü tehdidine getiriliyor konu. “Olimpiyat’ın Brezilya’dan alınması söz konusu olabilir mi?” diye soruluyor. Karşılığında dış mihraklara geçit vermeyip ‘aslanlar gibi’ Olimpiyat düzenleyen Pekin için sıralanan övgüleri dinliyoruz. Doktor, Güney Amerika’da güvenliğin bir problem olmayacağını düşünüyor. Sadece Dilma Rousseff sonrası siyasi belirsizliğe muğlak bir değini yapıyor. Zika’nın Z’si geçmiyor. Sanırım Zika’nın ne olduğunu bilmiyor. İyi haber. Bilseydi, “Zika yok, çayınızı korkmadan için” diyebilirdi.]
[“Zenginler tükürmez mi Cem Bey?” Tuşe.]2
SEZON ÖDÜLLERİ
GK
Bu ödülü Ruffier ve Enyeama arasında paylaştırıyorum. Ruffier bu sezon 6 maçla en uzun süre gol yemeyen kaleci, Enyeama 27’yle en az gol yiyen. Enyeama benim en sevdiğim kalecilerden biri. Her ne kadar Fransa Lig Kupası’na mal olan bir hata yapmış olsa da çok iyi bir lig çıkardı yine ve PSG’yi saymazsak en az yiyen takımın kalecisiydi. Ruffier de önündeki savunma sürekli değişse, takım en iyi yaptığı şeyi, savunma yapmayı dahi beceremese bile hep çıkardı, durmadan kurtardı. Mandan-Trapp ikilisi hikaye.
RB
Bu sene bekleri seçmek çok kolay değil. Jallet sezonun ilk yarısı kevgirdi, ikinci yarı harika top oynadı ve hak ediyor. Yılın en fazla gelişim gösteren oyuncusu Caen’in sağ beki Appiah, ancak o da beni tam tatmin etmedi. Yılın sağ beki ödülünü Fabinho’ya veriyorum ben. 150 farklı pozisyonda oynasa da sağ bekten ceza sahasına girişleri, teknik kapasitesi, Monaco gibi sıkıcı bir takımın tek eğlenceli unsuru olması falan… 7 gol, 5 asist, %82 pas başarısıyla Fabinho.
LB
Maxwell’i çok severim. Savunmasını falan geçtim, Blanc’ın tüm set hücumları Maxwell’den geçiyor. Matuidi oraya yaklaşır, İbra sola çıkar, Cavani merkeze girer, ortalık dağılmışken Maxwell’e top atarlar gol olur. Ama bu sene boyu Sidibe süper top oynadı. 4 gol 3 asist ve maç başına 2 başarılı dripling yanında maç başına 3.5’ar top çalma-pas arasıyla oynadı. Bu arada o Inverted Wingback modeli denen olay sanıyorum ancak bu kadar güzel uygulanabilirdi. İçe doğru kayan kanatbek diye çevireyim mi?
DC-DC
Bir ligde Thiago Silva varsa stoperlerden biri odur. David Luiz varsa o kesin değildir. Diğer stoper de aslında sadece 23 maça çıkmamış olsaydı Loic Perrin’di. Umtiti olsun diğeri. %85 pas başarısı, maç başına 5 top uzaklaştırma ve 4 başarılı uzun top. Esas patlamayı bu sezon yaptı.
DMC
Kanatlar çıkacaksa tutan biri lazım merkeze, o da Gonalons. Bazen baskı altında fazla basit pas hatası yapıyor yavaş olduğundan ama, genellikle bunun sebebi arkasında mutlaka bir gerizekalı stoper olmasından. Geçen sene Rose vardı, arada Kone, bu sezon da Yanga-Mbiwa. Onlar olmadığında ya da salaklık yapmadıklarında 10 üzerinden 8 çıkarmadığı hiçbir maç yok. %90 pas başarısı ve 4 top çalma.
DMC
Cheikh N’Doye. Bir merkez orta saha, yıl boyu 38 gol atmış bir takımda nasıl 10 gol atar? Tabii ki yılın en fazla kafa golü atan oyuncusu olarak. Angers’in oyun karakteri N’Doye’ye ait. Pası, şutu, bilmem nesi o kadar iyi değil ama maç başına top çalma, uzaklaştırma, dripling, hava topu kazanma ve pas arası değerleri aynı anda bu kadar yüksek oyuncu yok. Yılın takımına yılın kafacısını aldım.
AMC
Tartışmayalım, Ben Arfa. “Her şey vatan için” diyerek girdiği sezonda Ligue 1 tarihinde bu sezona kadar attığı gol sayısını geçti. Nice’i taşıdı, Avrupa’nın en fazla başarılı dripling yapan oyuncusu oldu (maç başına 4.5). 17 gol de cabası.
AML
Angel di Maria olduğu apaçık. Bu sezon böyle performans çıkaracağını hepimiz biliyorduk. Van Gaal’in ve Florentino Perez’in miadının dolduğunu gösteren iki kararın ardından gelmek zorunda kaldığı PSG’de uçak moduna girdi yine. Sezonu toplamda 17-17 ile bitirdi ki, PSG’de bunu yapmak kolay diyebilirsiniz ama Şampiyonlar Ligi’nde değil.
AMR
Şartları biraz zorluyorum ve Lacazette’i buraya alıyorum. Boufal’in oyun içi karakteri maalesef hoş değil ki, çok fazla maç alıp bir o kadar da maç verdi zaten. Lacazette buranın adamı değil. Kariyer başında yardımcı santrfordu, şu an ona yardım ettiğinizde sezon başı 25 atıyor. Ben İbra ve kanatta bir Lacazette ikilisini görmeyi aslında feci derecede isterim de, o zaman Ligue 1 diye bir şey kalmaz ortada. Yılın en fazla gol atan Fransız oyuncusunu seçmek lazımdı buraya.
ST
İbra.
YEDEKLER
Anthony Lopes, Damien Da Silva, Maxwell, Dennis Appiah, Soufiane Boufal, Ousmane Dembele, Vincent Koziello
MVP
İbra.
ÇAYLAK
Ousmane Dembele
TEKNİK DİREKTÖR
Angers’le inanılmaz bir iş yapan Stephane Moulin ve Lyon’u toparlayan Bruno Genesio
Yılın Golü
UNFP’ye katıldığım tek yer. Oh La La Capelle
Yılın Olayı
Marsilya Taraftarının Protestosu
Yılın Açıklaması
“Haftaya Monaco’yla Fransa şampiyonu olmak için oynayacağız. Malum, Katar Fransa toprağı değil.”
JM Aulas
Son not olarak bütün sezon birkaç kişi bayağı düzenli olarak okudu bu notları, hepsine ayrı ayrı teşekkür ediyorum. Ödüllere itirazı olanlar derhal ses ederlerse sevinirim.
Sinema 1962’de öldü. Sanırım Ekim ayıydı.
Aki Kaurismäki
Firuzağa Kahvesi’nde oturuyorduk. Gözüm masada duran gazetedeki bir habere ilişti, Diyarbakır Suriçi’nin “müze bölge” ilan edildiği yazıyordu. “Görmek lazım oraları da, ziyaret günleri ve saatleri nasıl acaba?” diye düşündüm. Yanında bir haber daha… Nikita Kruşçev, Küba’daki füze üslerini kaldıracaklarını açıklamış. “Vay alçaklar!” dedim içimden. “Dayım bunlar için revizyonist demekte haklı galiba.” Gerçi revizyonist tam olarak ne demekti, onu da bilmiyordum ya, iyi bir şey olmadığını bellemişim.
O sırada arkadaşlarımın sohbeti dikkatimi celbetti. “Göz için olan kulak için olanı tekrarlamamalıdır. Eğer göz tümüyle fethedilmişse, kulağa neredeyse hiçbir şey vermemek lazım” dedi Robert Bresson, Jean Cocteau’ya. Cocteau bu, durur mu, o da hemen yapıştırdı afili bir cevabı tabii: “Çünkü insanın kulağı denizin sesini seven bir kabuklu hayvandır.”
Bresson ise kulaklarıma inanmakta güçlük çeken halimi görmüş olacak ki, “Sen ne düşünüyorsun bu konuda?” deyip beni de sohbete dahil etmeye çalıştı. “Bilmem ki ağbi,” dedim, “benim sağ kulağım biraz tıkanıktır. Geceleri sol tarafıma yattığımda hiçbir şey duymam. Hani derler ya, top atsalar uyanmam. İnsan uyurken hiçbir şey duymamalı bence de. O konuda katılıyorum sana.”
Nedense masada bir sessizlik oldu. “Gözün tümüyle fethedilmesi derken, uyumayı kastediyordun değil mi ağbi?” diye sorma ihtiyacını hissettim. Bresson soruma soruyla cevap verdi: “Film nasıldı sence?” Yasujirô Ozu’nun Bir Güz Öğleden Sonrası filmi hakkındaki görüşlerimi soruyordu Bresson. O gün film gösterime yeni girmiş, öğleden sonra Emek Sineması’na görmeye gitmiştik. “Güzeldi, beğendim” dedim. Hoşuma giden filmler hakkında uzun uzun konuşamamamı hiç beğenmiyordum ama.
Sonra filmden bir replik geldi aklıma, dur dedim, bari bunu söyleyeyim: “Eninde sonunda, hepimiz hayatta yalnızız, tamamen yapayalnız.” O esnada yan masamızda, dediğimi duyan bir çocuk konuyla alakalı olduğunu düşünmüş olsa gerek, Dostoyevski’den bir alıntı yaptı. Arkadaşlarım çocuğa alay eder gibi baktılar, bu bakışları nedense hoşuma gitti. Sonra Bresson bana döndü, “Sahiden güzeldi” dedi.
Birkaç sene sonra Bresson’un, evinden kaçmış bir yük eşeğiyle bir sirk filinin göz göze geldiği filmini seyrettim. Gözün tümüyle fethedilmesinin ne demek olduğunu ilk defa o filmde hissettim. İnsan bir filmi anlamadan önce hissetmeli. Bresson öyle derdi.
Ne Bresson’u ne de Cocteau’yu o günden sonra bir daha gördüm. Cocteau ve Ozu bir sene içerisinde öldüler. Yıllar sonraysa yan masamdaki o çocuğun yaptığı Dostoyevski alıntısına bir filmin afişinde rastladım. Yönetmeni zeki birine benziyordu diye hatırlıyorum.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane