Akşam yeni yeni çöküyordu. Cork istikâmetine doğru giden konvoy pusuya düşürüldüğünde, ıssız toprakların sessizliğini silah sesleri bozuyordu. 20 dakika kadar süren çatışma, İrlanda’nın en sevdiği çocuğunu yutuyordu…
Tam 90 yıl önce son nefesini veren Michael Collins, aradan geçen onlarca yıla rağmen hâlâ tartışılıyor. Şehir gerillalarının mucidi, masa başında değil, çatışma alanlarındaki becerisiyle tanınıyor.
Ülkesinin iç savaşında da başrolde olan Collins, yedinci oğlun yedinci oğluydu. Haliyle ondan mucizeler bekleniyordu…
Paskalya Ayaklanması’nda adını duyuran delikanlı, isyanın bastırılmasından sonra idamın ucundan dönüyor, kısa sürede ünü çığ gibi büyüyordu. Sinn Fein’in icra kurulunda o vardı, gönüllülerin başında da…
Eamon de Valera’yı hapisten kaçıran Mick, yeni kurulan IRA’nın da komuta kademesinde görev üstleniyordu. Ayrılıkçıların kurduğu mecliste de görev alan Collins, 1921’de İngiltere ile masaya oturan İrlanda delegasyonunun başıydı. Hiç istemese de görevden kaçmamıştı. Oysa ilk görüşmelere başlayan de Valera, işler arapsaçına döndüğünde hamlesini yapmış, halkın sevgilisini Londra’ya göndermişti.
Savaş alanında kaç kere kazandığı bilinmeyen ancak masada asla kaybetmeyen İngilizler, Kuzey İrlanda’yı alıyor, taca bağlı kalmak şartıyla İrlanda yarı bağımsız statüye kavuşuyordu. De Valera siyasi bir manevrayla istifa ederken, Collins silahlı kuvvetlerin başına geçiyordu. Söylemeye gerek yok, emrindekilerin bir bölümü tarafından hain olarak kabul ediliyordu.
22 Ağustos 1922’deki pusuda sadece 31 yaşındaki Collins’in ölmesi bu yüzden tartışılıyor. Vefat haberinden sonra hapishanedeki yüzlerce arkadaşının onun için diz çöküp dua etmesi çok şey anlatıyor.
En ayrılıkçı İrlandalı o muydu? Hayır. En demokratik olanı o muydu? Hayır. Anlaşma masasında kaybetti mi? Evet. İrlanda’nın en çok sevdiği o mu? Kuvvetle muhtemel evet!
Yaşadığımız şehir1 2001’de The Strokes’u, 2002’de Interpol’ü, 2003’te de Yeah Yeah Yeahs’i önümüze koymadı. Hepimiz farklı zamanlarda, farklı yollarla bu grupları keşfettik. Belki My Super Sweet 16 programını sabırsızlıkla beklerken şanslı bir MTV anında, belki Roll’de Nick Cave röportajınının birkaç sayfa öncesinde. Keşfettik ama asla kendimizi belirli bir müzik sahnesine ait hissederek önemli bir grubun çıkışını topluca kutlayamadık.
Interpol’ü Friends’in dokuzuncu sezon sonunda2 çalan Untitled ile keşfettim. Hangi enstrümanı dinleyeceğimi şaşırdığım garip isimli, garip güfteli bir şarkıydı. Üstüne üstlük Turn on the Bright Lights gibi bir harikayı da önüme sermişti. Aylarca Interpol’ü dinledim. Kimseyle paylaşamadan, kimseden fikir alamadan. Bana göre herkes bu dört adamı dinlemeliydi. Niye kimse dinlemiyordu ki? Ekşi Sözlük’e göre birileri, bir yerlerde dinliyordu ama neredeydi bu insanlar? Biz hep yalnız mı dinleyecektik?
Youtube’da dinlediğiniz o ilk şarkı muhteşem bir başlangıç olmuşsa, güzel de bir sona ulaşılmalıdır bir grubu hatmetmek için. Interpol’ün etrafa serpilmiş dinleyicileri olarak böyle bir son yaşama şansını yakaladık. New York’ta grubunun çıkışına bizzat tanık olmuş kitle, belki dördüncü kere izledikleri Interpol’e “Yaşandı bitti saygısızca” derken, biz, ilk ve (büyük ihtimalle) son buluşma için 1 Haziran 2011 tarihine kadar bekledik. Interpol siyah kumaş pantolonlarıyla, şehirdeki bütün karizmayla beraber geldiğinde ve dolmuşla içinden geçtiğimiz semtte Turn on the Bright Lights’ın çoğunluğunu çaldığında duygular karışıktı. Belki İstanbul’da gerçekleşen en iyi konserlerin arasında değildi ama asıl önemli olan nokta çok farklıydı. Interpol’ü farklı zamanlarda, farklı yollardan keşfeden binlerce kişi, Küçükçiflik Park’ta birleşip, güzel bir gruba ve güzel bir döneme layıkıyla veda etti. Mp3 çalarlarda yer etmiş Interpol albümleri artık silinebilirdi.
Turn on the Bright Lights bugün 10. senesini doldurdu. Bu senelerin kaçına dahil olabildiğiniz hiç mi hiç önemli değil.
Adam le Fondre’nin son dakika penaltısı, Madejski Stadium’un yeniden bir Premier League fikstürü haline gelişini kutlamak için güzel bir sebep verdi. Gerçek sebep bu muydu, yoksa Stoke City’nin yediği her golü refleks olarak mı kutlamaya başladım emin değilim. Tanıdığım en has Reading taraftarı David Brent ise,1 The Royals’ı lige buyur etmek için akla gelen ilk isimlerden. Video 2002’nin FA Cup finalinden önce bir DVD ekstrası olarak çekiliyor2 ve en azından YouTube’a sızıyor. The Office (US) Cristiano Ronaldo ise, The Office (UK) Ronaldo’dur diyerek bu bayram şekerini noktalayayım.
Ordusu olmayan tek NATO üyesisin,
Arada bir volkan patlatıp, kendini hatırlatıyorsun,
Noi’nin dediği gibi, sümük gibi sallanıyorsun dünyanın üstünde,
Adamın hammaddesisin İzlanda!
Retro Stefson yeni hediyeleri dünyaya, daha doğrusu benim taze keşfim. Zengin olduklarını, rahat olduklarını biliyorum, ama “300 binlik ülke yeaa” demekten de kendimi alıkoyamıyorum, Sigur Ros’la başlayan listeye baktıkça. Öte yandan biz orda yaşasak, hem aynı yüzölçümünde 3 milyon olurduk, hem de bu sefer 3 değil, tam tamına 4 tarafı denizlerle çevrili bir ülkemiz olurdu. Çok önemli olimpiyat şampiyonları çıkartırdık.
Seni karış karış dolaşmadan bitmeyecek bu hayat, bu da benim andım olsun!
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane