“Büyüdüğüm yerde bir geçmişim yoktu. Herkesin bildiği, tekrarlamaya değmeyecek hikayeler vardı yalnızca.”
David Rivers Türkiye’ye geldiğinde hakkında pek fazla şey bilmiyordum. 1998 yazıydı ve bu aynı zamanda benim basketbol tutkumun nedenselleştirmeyi başaramadığım miladı olacaktı. Atina’daki dünya şampiyonası, lokavt sebebiyle milli takımı boykot eden NBA oyuncularının gölgesinde belki de tarihte en sönük olanıydı. Bu dünya şampiyonasının bugün özel bir şeyler ifade ettiği yirmi kişi falan olmalı dünya üzerinde. O yaz maçlardan birini1 izlemek için Fransa’ya giden dayısının getirdiği hediyelerle şımartılmış bir çocuk için futbolun kupasını gölgede bırakması ise beklenemezdi. Ama bir şekilde o yirmi kişiden biri oldum.
O yıllarda hayatımdaki şeyleri not etmek bir alışkanlık haline gelmişti ve bu yüzden sokağın karşısındaki kırtasiyeden aldığım ajandaları gazetelerden kesilmiş Dejan Bodiroga fotoğrafları dolduracaktı. 10 yaşındaydım ve hayatımda not etmeye değer çok fazla şey yoktu. Bodiroga’yı tanımıştım işte. Maçların yıldız tablolarının üzerine onun kupayla verdiği pozları yapıştırıyordum, çok da tuhaf sayılmazdı. Sanırım.
Rivers ilk maçına çıktığında Murat Murathanoğlu ve İsmet Badem’den Antibes ve Olympiakos’ta yaptıklarını dinlemeye başlamıştım. Haliyle fazla etkilenmiyordum. O yaz ABD milli takımıyla izlediğim Kiwane Garris çok daha önemli bir oyuncu olmalıydı. Gerçi Murathanoğlu o takımda bulunmayı Rivers’ın da fazlasıyla hak ettiğini söylüyordu ve Garris daha sonra Beşiktaş’ta hiçbir iz bırakamadan yollanacaktı. Ama o zaman meseleye daha dar bir açıdan bakıyordum. Lakers tarafından seçildiğini ve Magic Johnson ile birlikte oynadığını sonradan idrak edecektim. Benim kafamı meşgul edense, ablamın ilk özgürlük krizleri sonrasında kavuştuğum -tamamen bana ait- odayla ne yapacağımdı. Daha önceki odamızda duvarlar onun egemenliğinde olduğundan ses çıkaramıyordum, ama benim odamda Hey Girl’ün verdiği Soner Arıca posterlerinin asılı durmayacağı açıktı. İmdat çağrıma Fanatik Basket yetişti. Tofaş’ın yeni transferi David Rivers beyaz formasıyla bir dizinin üzerine çökmüş, topu da koltuğunun altına yerleştirmişti. Gazete belli ki Ara Güler’le çalışmıyordu ama bunun ötesinde de ilk anda havasına kapılacağınız yıldızlardan değildi Rivers. Ne var ki başka seçenek görünmüyordu, apar topar yatağımın üstüne astım o posteri. En başından beri bu iş için gözüme kestirdiğim yere.
Liselere Giriş Sınavı’na hazırlandığım sene o evden taşındık. Şu meşhur koridor2 tarih oldu ama artık okulumun bahçesine ve alışık olduğum çemberlere daha yakındım. O posteri ve Vince Carter’a, Kerem Tunçeri’ye, Bud Eley’ye ve başkalarına ait Fanatik Basket posterlerini ise duvardan söküp, artık sararmış kenarlarına ve bantların bıraktığı izlere aldırmadan özenle bavulumun içine yerleştirmiştim.
İstanbul Erkek’i kazanıp da okul pansiyonuna yerleştiğimde işler değişti. Her 15 yaşındaki velet gibi bir halt sandığım bireyciliğin kollarına atıyordum kendimi ilk kez. Geçmiş diyeceğim şeyde Rivers posterlerine yer yoktu, daha havalı ve pazarlanabilir bir kişisel geçmiş yaratmalıydım ve buna hemen bugün başlamalıydım. Evde geçirdiğim hafta sonlarından birinde o Rivers posterini ve diğerlerini çöpe attığım günü net olarak hatırlıyorum. Emin olduğum bir başka şey daha var, o duvarın bir fotoğrafını çekmiştim. Tüm bunları geçen gün Twitter’da yukarıdaki videoyu3 gördüğümde hatırladım. Aile albümü taraması başarısız oldu ama fotoğrafın izini bulamasam da gözüme ilişen “High Fidelity” sayesinde posteri neden yırttığımı buldum. Sanırım.
“Her neyse, Londra’ya taşınarak kızlar tarafından beğenilme işini kolaylaştırmıştım. Mahallemizde hemen herkes küçüklüğümden beri beni ya da annemleri tanır ya da beni veya annemleri tanıyan birini tanırdı. Bu nedenle, çocukluk hallerim her an dünyaya teşhir ediliverecekmiş gibi rahatsız edici bir hisse kapılırdım. İzci üniformanızın elbise dolabınızda hala asılı durduğunu bilirken, bir kızı kafede gazoz içmeye nasıl götürebilirsiniz ki? Sadece birkaç yıl önce anı olsun diye anorağınıza Norfolk Broads ve Exmoor izci kamplarının amblemlerini dikmekte direttiğinizi bilen (ya da bilen birini tanıyan) bir kız sizi niçin öpmek istesin ki? Aile evinin dört bir yanı, beni kocaman kulaklarla ve felaket giysilerle traktörlerin üzerinde otururken, minyatür tren minyatür istasyonlara girerken coşkuyla el çırparken gösteren fotoğraflarla dolu. Sonradan kız arkadaşlar bu fotoğrafları şirin bulsa da, o zamanlar, kendimi bu konuda rahat hissetmem için henüz erkendi. On yaşında bir veletten on altı yaşında bir velede dönüşmem yalnızca altı yılımı almıştı ve altı yıl bu çapta bir değişim için yeterince uzun değildi elbette. Ben on altımdayken, o amblemli anorak henüz sadece birkaç beden küçülmüştü.”
Bugün hala 4 numaradan 15 numaraya kadar ezbere sayabildiğim tek kadro o Tofaş takımına ait ve bu sayma işinin Rivers’ın adıyla noktalanmasının bir nedeni var. Hayır, sadece basit bir tesadüfle açıklanacak bir şey değil. Başucunuzda hala bir basketbolcu posterinin asılı durduğunu bilirken, bir kızı kafede gazoz içmeye nasıl götürebilirsiniz ki? Özür dilerim Profesör…
Kış sporları nihayet geri dönüyor. Kar üstünde yapılan bir şeyi 2-3 saat izleyince sürekli beyaz görmekten baş ağrısı yapsa da, hafta sonları televizyonda zap yaparken bir şekilde önünüze geliyorlar, izletiyorlar kendilerini.
Kayakla atlama için özel bir sene bu sene. 239 metrelik rekor, geçen sene başında 246.5 metreye çekilmişti. Tarih boyunca kayakla atlama camiası 250 metrenin hayallerini kurdu, çok yaklaştı, olmadı… Ama bu sene o sene galiba.
Vikersund’daki dev tepe yeniden düzenlendi ve 250 metrelik bir uçuşa uygun hale getirildi. Herkesin iştahının kabaracağı, dünya rekorunu almak için uçacağı bir sezonu açıyoruz.
250 metre adaylarından en büyüğü olan Gregor Schlierenzauer’in yakın arkadaşı Felix Baumgartner’in yaptığına benzer bir delilik olacak 1/4 kilometre boyunca uçmak. Kayakla atlamacılar için gerçekleştirmesi kolay, inanılması güç.
Suç ve Ceza”nın İletişim Yayınları”ndan çıkan baskısının arkasında harika bir Borges alıntısı vardır:
“Aşkı ilk yaşamak, denizi ilk görmek gibi, Dostoyevski’yi de keşfetmek insanın hayatında çok önemli bir tarihtir. Bu genellikle ilk gençlik çağında olur; yaşlılıkta daha huzurlu yazarları okuruz. 1915’te Cenevre’de Suç ve Ceza’yı okudum. Kahramanları bir katil ve bir orospu olan bu roman bana çevremizdeki savaştan da yıkıcı ve etkileyici geldi… Dostoyevski’yi okumak bilmediğimiz büyük bir şehrin içine ya da bir savaşın gölgesine girmek gibidir.”
Hayatta pek çok şey için bunu söyleyebilirsiniz. Bir Chris Marker filmi, bir Fitzgerald öyküsü, bir Brian Eno şarkısı ile ilk kez tanışmak da aynı etkiyi bırakır insanın üzerinde. Belki garip bir seçim ama ama The New Yorker”ı ilk kez okumak da bu duyguyu verir. Dergi olarak değil, içinden tek bir yazıyı okumak bile yeterlidir bazen. Sadece bir yazıdır bu. Bazen bir boksör üzerine, bazen Kongo üzerine, bazen New York”taki bir cadde üzerine, bazen ünlü bir yazar üzerine, bazen Adolf Hitler üzerine. Sadece bir yazıdır bu. Ve “sadece bir yazı”nın ne kadar büyük yerlere gidebileceğini ilk kez fark edersiniz. New Yorker elitmiş gibi yapar, aslında değildir. Elit değilmiş gibi yapar, aslında o da değildir. Çok etkilendiğiniz, bir çırpıda okuduğunuz, genelde sonuna çok yaklaşırken annenizin getirdiği bir şeftali tabağının dikkatinizi dağıtması nedeniyle bitirmeyi başaramadığınız efsane yazıların sahibidirler, bin dokuz yüz bilmem kaçtan beri…
New Yorker”ı farklı yapan ne? Bu kadar zor, siyah beyaz, genelde fotoğrafsız yazılara ev sahipliği yapmalarına rağmen nasıl 1 milyonun üzerinde satıyorlar? Dergi piyasasının her geçen gün kan kaybettiği bir zamanda satış/abonelik rakamlarını nasıl arttırabiliyorlar?
Bu sorunun cevabını çok fazla kişi bilmiyor. En çok yaklaşanlardan birisi derginin 1998″den bu yana genel yayın yönetmenliğini yürüten David Remnick. Amerikalı ünlü gazeteci 90″ların başında Washington Post ile SSCB”den yaptığı haberlerle efsaneleşmiş, aynı dönemde gazetede çalışan Malcolm Gladwell”in ifadeleriyle “Mesleğinin tek kişilik zirvesi” hâline gelmişti.1 Remnick, New Yorker”ın farkını anlatmak için doğru yolu bir kitapta bulmuş. Derginin 75 yıllık tarihindeki en iyi “Profil” yazılarını ekip arkadaşlarıyla birlikte bir kitapta bir araya getirmiş.
New Yorker”daki tanıtım yazısında Remnick”in dergiyi farklı yapan noktaları kendi penceresinden yazdığı “önsözünden” alıntılar yapılmış.
Bu aralar bir kitap arıyorsanız, “Life Stories” doğru adres olabilir. John Updike”dan Woody Allen”a, John Cheever”dan Jonathan Franzen”a ustalar bu seçkide. 624 sayfa. Hepsini okumayacaksınız, hepsini bitiremeyeceksiniz, arada şeftali yiyeceksiniz ve etkileneceksiniz. Denemeye değer.
Futbol tarihinin unutulmaz günlerinden biri olsa gerek 21 Kasım 1973. Kocaman bir stat, bir takım. Tribünde yerini almış tek tük insanlar. Sembolik bir başlama vuruşunu müteakip havalandırılan fileler.
Sovyetler Birliği ile Şili Dünya Kupası öncesi play-off’ta eşleşmişti. İki maç sonucunda rakibine üstünlük sağlayan ülke Almanya’nın yolunu tutacaktı. 11 Eylül günü Güney Amerika kana bulanmıştı. Allende devrilmiş, Pinochet iktidara gelmişti. Statlar adeta açık hava cezaevine dönmüş, binlerce insan işkence görürken, ülkenin ozanı Victor Jara gibi birçokları tarihte donup kalmıştı.1
Bu ahvalde Avrupa’nın yolunu tutan Şili, golsüz beraberlikle evine dönmeyi başarıyordu. Sovyetler Birliği rövanşın başka bir ülkede oynanmasını istiyor, kan kokusu sinen statlardan Nacional’e ayak basmayı kabul edemiyordu. Talepleri reddedilince geriye bir seçenek kalıyordu.
Tam 39 yıl önce Şili statta yerini alırken, Ruslar kılını bile kıpırdatmamış, hükmen mağlubiyete razı olmuştu. Sahaya çıkan kırmızı formalı ev sahibi ülkenin futbolcuları, paslaşa paslaşa sembolik bir gole imza atarken, takımın yıldızı Carlos Caszely de ayakları geri basa basa o çimlere ayak basmıştı, akrabalarının son nefeslerini verdiği yere…
Futbol tarihinin en unutulmaz maçlarından biriydi bu. Oynanan binlerce karşılaşmadan çok daha farklıydı. Oynanamamasına rağmen hafızalara kazınmıştı. Evet sanki o gol insanlığa atılmıştı!
Suraj tanıdığım en koyu ve fanatik Manchester United taraftarı. Hint asıllı, İngiliz ama İstanbul’da yaşıyor. İstanbul’da yaşayan yabancıların hatırı sayılır kısmı gibi yolu Hürriyet Daily News’tan geçmişti. İyi bir arkadaşımdı ama dediğim gibi, Manchester United taraftarıydı. Hala maç günlerinde birbirimize mesajlar atıyoruz, ki o mesajlar bir CNBC-e tercümanını çatlatacak kadar küfürlü olabiliyor. Ama yine iyi arkadaşımdır.
2009’da, sevdiği takım Beşiktaş’la oynamak için kente geldiğinde basın toplantısının saatini öğrenmişti ve “Gidelim gidelim” diye başımın etini yemişti. İş çıkışı Gümüşsuyu’ndan koştura koştura İnönü’ye doğru inerken basın toplantısının başlamasına dakikalar kalmıştı. Stada girdiğimizde koridorlarda Sir Alex Ferguson’ı toplantı odasına girmeden önce duvardaki fotoları incelerken bulmuştuk. Son 20 yılda İstanbul’a çok defa gelmişti ama ilk defa Beşiktaş’a geliyor olmalıydı, futbola dair dünyada görmediği şey kalmamış olan o adam, yine de oynamaya geldiği kulübün tarihine dair ipuçlarını almaya çalışıyordu.
İki ihtimalimiz vardı, ya Sir’ün yanından geçip toplantı odasına ondan önce girmek, ya da onu mümkün olduğunca takip etmek. Ben belki ilkini yapardım ama Suraj “Hadi” dedi, “İmza alalım.” Evli barklı Suraj birden 13 yaşında bir çocuğa dönüştü, “Sir” dedi, Ferguson döndü. “İmza alabilir miyiz?” dedi, benim çiçekli böcekli ajandama bir Suraj, bir benim için imza attı. Basın toplantısına Ben Foster da katılacaktı, ondan da bir imza aldık ama önemli olan Sir’dü, futbol bir dinse, onun mesihlerinden birisi olan adam.
Basın toplantısından sonra gazetecilerin görüntü almak için bir 15-20 dakikaları vardı. İnönü çimlerine indiğimizde Ferdinand, Scholes, Rooney, Nani… Hepsi oradaydı. Bir ara aralarında paslaşırken top bizim tarafa geldi. En iyi vuruşumu yapıp sahaya geri yolladım. Topu Gary Neville kaptı. “Vay be,” dedim, “Az önce Gary Neville’a pas attım.”
İşimiz bittikten sonra Suraj’la Beşiktaş’ta bira içmeye oturduk. Hala olanlara inanamıyordu. “Bu benim Manchester’la ilgili favori anım” dedi, United’ın zafer yıllarına denk gelmiş, üç-dört sezon kombine bileti olan birisi için iddialı bir cümleydi. “Benim de,” dedim, “favori futbol anılarımdan birisi.”
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane