Hepiniz Robinson Crusoe’yı biliyor, peki Alexander Selkirk’ü…
Bir ayakkabı tamircisinin oğlu olarak 1676’da doğan kavgacı bir çocuktu. Pek sevimsiz karekteri, onu denizlere sürüklemişti.
Bir korsan gemisinde yelkencilik yapmaya başlayan İskoç, çenesini tutamayınca olaylar gelişmişti. Pasifik’te cirit atan korsan gemilerinin birbirlerine dalaşması normaldi de mürettebattan birinin güvertesinde bulunduğu tekneye kötü deyip su ve yiyecek ikmali yaptıkları adada kalmak istemesi…
Kaptan Stradling olaya müdahil oluyor, Selrirk’ü adada bırakıyordu. Yine de yüce gönüllü davranıyor, ona tüfek, barut, bıçak filan veriyordu.
Gerçek Robinson Crusoe’nun öyküsü böylece başlıyordu. Sahildeki ufak bir mağarada yaşayan denizci, keçilerin etinden sütünden besleniyor, adanın iç kesimlerindeki garip meyvelerle tanışıyordu. Tevatüre göre farelerden çektiğinden vahşi kedilere yakın yaşıyordu.
Adaya yanaşan İspanyol gemilerinden saklanmış, 2 Şubat 1709’da Duke isimli bir tarafından kurtarılmıştı.
Dört yıllık macerasını Richard Steel adındaki bir gazeteciye anlatan Selkirk, karada fazla dayanamamış, yeniden denizlere açılmıştı. Söylemeye gerek yok, 1721’de denizde can vermişti.
Kaderin cilvesi, bugün Selkirk’ün yaşadığı toprak parçası Robinson Crusoe Adası olarak biliniyor. Selkirk Adası var mı deseniz, evet var fakat gerçek Robinson Crusoe oraya aslında hiç gitmemiş. Edebiyatın gücü mü dediniz….
“Uzun süredir ACB’de çalışmak ve İspanya’da yaşamak istiyordum. Bunu ailemle beraber oldukça düşündüm. Yavaş yavaş, Real Madrid’in nasıl bir yer olduğunu anlayacağıma inanıyorum. Başka hiçbir takımın sahip olmadığı bir boyuta, tarihe ve hissiyata sahip. Bu deneyimi en iyi şekilde yaşamak istiyorum. Bir koç bir takımda ne kadar zaman geçirir üzerine konuşulduğunda, ne düşüneceğimi bilmiyorum. Ancak uzunca bir süre burada olmayı umuyorum.” 19 Haziran 2009
“Real, haysiyetten yoksun, alaycılık ve tahrik etmede sınır tanımayan bir medyayla çevrili. Rahatsız etmek için arayıştalar. Her zaman İspanyol oyuncuları yabancıların önüne koyuyorlar, birilerini diğerleriyle karşı karşıya getiriyorlar, birleştirmek yerine bölmeye çalışıyorlar.” 7 Mart 2011
Bu sözleri Fernando Ruiz’in dediği gibi Mourinho’dan da bekleyebilirsiniz ama Messina’ya ait. Açıkçası sezon başlarken basketbolun da ötesinde sahip olacağı önem için bir play-off serisini hayal etmiştim ama bu Top 16 kapışmalarıyla idare edeceğiz, eğer Londra’da daha fazla drama vaat eden bir mücadele görmezsek bu sezon. Ettore Messina, Madrid’e geri dönüyor, sadece İspanya değil tüm Avrupa’nın gözleri yarın akşam Palacio de Deportes’te olacak. Real Madrid-CSKA Moskova her yönüyle haftanın maçı…
Tam 19 yıl önceydi. Ekranları başındaki kayakseverler Garmisch-Partenkirchen’deki iniş yarışını izliyordu. Avusturya’nın en hızlılarından Ulrike Maier çıktıktan doksan saniye sonra tüm izleyenleri gözyaşına boğuyordu.
Super G’de iki kere dünya şampiyonu olan sporcu, Azrail’le raks etmeden pistin çok buzlu olduğunu söylemiş, tehlikenin altını çizmişti. Dengesini kaybeden 26 yaşındaki kayakçı, 104 kilometreyle kaza yapıyordu. Karlar üstünde metrelerce sürüklenen Maier, Murnau’daki bir kliniğe helikopterle taşınsa da iş işten geçmişti.
Bir keresinde küçük kızı Melanie’ye kavuşmak için bu kadar hızlı olduğunu açıklamıştı. Zira onu bekletmek istemiyordu. Ona üç aylık hamileyken 1989’da ilk dünya şampiyonluğunu kazanmıştı. Kim bilir belki de tek tesellisi, finişte hep onu bekleyen kızının o gün orada olmamasıydı…
Özellikle boksta çok ünlüdür şu dik dik bakışma hadisesi. Anglo-Saksonlar buna staredown diyor. Kaba tercümesi ile “bakışlarla ezme” de diyebilirsiniz. İşte böyle gözleri kırpmadan öyle sert bakıyorsunuz ki karşınızdaki rahatsız oluyor. Boks maçlarından önce basın önünde falan yaparlar hani. Bu bakışmadan ilk tırsan, ilk gözlerini kaçıran yenilmiş sayılır.
Neyse bir de tabi doğası gereği böyle çok sert değil de çok dik dik bakan ve asla bundan yılmayan adamlar vardır. San Antonio Spurs”de bunların iki önemli temsilcisi forma giyiyor Tim Duncan ve Kawhi Leonard. Geçtiğimiz günlerde Matt Bonner bir röportaj sırasında bu konu açıldığında “Duncan”la Leonard “staredown” olayına girseler kim kazanır?” sorusuna enfes bir cevap vermiş.
“Bence Leonard. Düşünün tam 14 yaş daha genç. Muhtemelen Duncan”dan daha uzun yaşayacaktır.”
İnsanlık tarihinin en büyük katliamlarından biri İkinci Dünya Savaşı sırasında yaşanmıştı. Almanya’nın arka bahçe olarak kullandığı Polonya, milyonlarca Yahudiye mezar olmuştu. Şüphesiz Auschwitz, bu soykırımın sembolüydü.
Adorno’nun ondan sonra şiir yazmanın barbarlık olduğunu söylediği Auschwitz, aslında üç büyük, kırk beş küçük uydu kampın birleşmesinden oluşuyordu. Nürnberg Mahkemeleri’nde yargılanan ölüm havzasının komutanı Rudolf Höss üç milyon dese de, ölü sayısı sonradan bir milyon üç yüz bin olarak düzeltilmişti.
İkinci Dünya Savaşı’ndan önce yarısı Yahudi olmak üzere yaklaşık 14 bin kişinin yaşadığı Oświęcim, Almanya’nın Polonya’yı işgalinden sonra Auschwitz adını almıştı. 1942’den itibaren Avrupa’nın dört bir köşesinden gelen kara trenler, on binleri getiriyor, son metreler yürünüyordu…
Her yol ölüme çıkıyordu. Naziler, soykırımın en ince ayrıntısını planlamıştı. Kampın kapısında her ne kadar Arbeit macht frei (Çalışmak özgürleştirir) yazsa da çalışmak acı dolu bir yolculuğun adıydı. En ağır koşullarda çalıştırılan tutsakların bedenleri erirken, saç kesme, ceset toplama, yakma gibi işleri yapmışlardı.
Çalışmak değilse de tam 68 yıl önce Kızılordu hayatta kalanları özgürleştirmişti. Auschwitz’in kurtarılmasının 60. yıldönümünden bu yana 27 Ocak’ta soykırım kurbanları dünyanın dört bir köşesinde anılıyor. Almanya’da da dokuz yıldır yeşil sahalarda 27 Ocak etrafında “bir daha asla” inisiyatifi örgütleniyor. Ve o karanlığın bir zamanlar propaganda unsuru olarak kullandığı futbol, bugünlerde o karanlığın anılmasında bir araç oluyor.1
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane