Terence Davies, Distant Voices, Still Lives (1988)
Altyazı’nın “İzliyorum” köşesinin geçen ayki konuğu Carlos Reygadas, bu filmden bir sahne ile karşılaştığında ilk olarak Davies’in hiçbir zaman hak ettiği saygıyı görmeyen isimlerden olduğunu söylüyor. Reygadas’ın kullandığı sinemasal dil itibarıyla eski ustanın aynadaki aksinde durduğunu düşünebiliriz. Fakat o, sinemaya olan tutkusu kendini sadece film çekim sürecinde veya kurgu masasında gösteren yönetmenlerden değil, aynı zamanda bir sinefil. Dolayısıyla iyi filmden anlıyor, Davies filmlerinin kendine has sahne kompozisyonuna, ses tasarımına, boşlukların kullanılış şekline methiye düzmeden geçemiyor.
Saygı konusuna gelirsek… Davies, daima, Britanya’dan çıkmış en iyi filmlerden birinin yaratıcısı olarak geniş çevrelerden kabul gördü aslında. Fakat değişen neydi de 2000 yapımı Keyif Evi (The House of Mirth) sonrasında -bu film de bir başarısızlık abidesi sayılmazdı- 10 yıl gibi bir süre boyunca maddi destek için çaldığı her kapı yüzüne çarpar oldu? Britanya’daki sinema çabalarının ana destekçisi rolündeki BFI, Davies ile birlikte Peter Greenaway ve Derek Jarman gibi ustaların da ilk filmlerini finanse etmiş Prodüksiyon Kurulu’nu lağvettiğinde bir çağın üzerine sürgü çekilmiş oluyordu. Sahneyi devralan yeni bakışa göre, İngiliz sineması uzunca bir süre savaş sonrası dönemden birbirinin kopyası işçi ailesi tasvirlerine boğulmuştu. Bu kasvet dolu gri gerçekçilik,1 yeni nesil tarafından hakir görülen ve sinemanın üzerinden atması gereken bir yük olarak kodlanan bir kısır döngü yaratmıştı. Davies sineması ise, en başından beri, açıkça bu akımın şahikasında durmaktaydı. Sadece BFI da değildi, diğer kapılar da tutulmuştu. Channel 4 ile görüşmesinde “Biz artık sadece çağdaş İngiliz edebiyatından uyarlamalarla ilgileniyoruz” diyorlar, Davies bir örnek vermelerini istediğinde ise kalakalıyorlardı. BBC daha da acınasıydı, görüşmede bir referans vermesini istemişlerdi. “Ona ‘30 yıldır film çekiyorum, bu referans yetmez mi’ diye sordum. ‘Bunu kişisel almayın’ dedi. ‘Peki ama, başka nasıl alabilirim?’”
Uzak Sesler, Durgun Yaşamlar’ın ‘ilk film’ statüsünün şüpheli olduğunu söylemeliyiz. Bundan önce çektiği üç kısasını bir araya getirdiği bir triloji 1983’te vizyona girmişti zira. Davies’in kronoloji mefhumuyla hiçbir zaman barışık olmadığını düşünecek olursak, bu rastlantıda bir oyunbazlık da gizli. Hafızanın sayısız katmanını dert edinen bir yönetmen Davies. Filmlerinde bunlar arasındaki geçişkenliği keşfetmeye çalışıyor. Geçmiş onun için geride bırakılabilen bir şey değil. Bilakis ona göre şimdi ve burada olan, kaçınılmaz olarak, geçmişin boyunduruğu altındadır. Onun sinemasını ‘bayat’, ‘son tüketim tarihi geçmiş’ veya ‘demode’ gibi paketlere sığdıran ve Davies’i kendini yenileyememekle suçlayan eleştirmen ve yapımcıların göremediği şey bu olabilir mi? Ve bunu daha ilk günden söylemiş olmadığını iddia edemezsiniz. Uzak Sesler, Durgun Yaşamlar’ın senaryosunun girişinde, filmini şu şekilde takdim ediyordu Davies: bir zamansız anlar örüntüsü.
Bu bağlamda Davies’in özellikle erken dönem filmlerinin hemen hepsinin otobiyografik ögeler taşıması şaşırtıcı değil. Çocukluğunun Liverpool şehrinde işçi sınıfının evlerine girer, kamerayı sıklıkla ataerkil babaların şiddetine çevirir. Bu filmlerde, savaş sonrası buhranın baskıcı düzeninde sıkışmış karakterlerin yardımına yetişen iki katharsis alanı görürüz: müzik ve sinema. İkinci uzun metrajı Uzun Günün Sonu’nda (The Long Day Closes, 1992) Davies tıka basa dolu bir sinema salonundan kalabalık bir ayine kesme yapar. Sinemanın Bud için kilise ve okula bir ikame olabileceğini düşünürüz. Onu günlük yaşamın gerçekliğine hazırlaması için geleneğin ve modernitenin tasarladığı iki yapının aksine, sinema bir çocuğa başka bir gerçekliğin de var olabileceğine inanmayı öğretir.2 Takındığı o hiddetli ve provokatif sinemasal tavrın tüm zıtlığına rağmen, Reygadas’ı bir şekilde Davies’e bağladığını söyleyebileceğimiz yegane unsur budur.
“Bir şeyin ardındaki hikayeyi dinlemektense o şeye doğrudan bakmayı tercih ediyorum çoğu zaman. Bu film için de öyle. Tek tek sahnelerine bakıp bundan sonsuz zevk alabilirim. Bu şuna benziyor, Prometheus hakkında bir tablo var karşınızda diyelim. Bu tabloya bakarken bana Prometheus’un ateşi çalmasının öyküsünü anlatmanızı istemem. Tablo kendi içinde bir değere sahiptir. Bırakın da bakayım! Beni bir tabloda ya da Davies’in filminde çeken esas nokta, tarif etmesi güç olan, basit bir kavramsallaştırma ya da akıl yürütme yoluyla ulaşılamayacak şeyler.”
En azından denedik.
Her gün birisi gelir, birisi gider…
28 Mayıs 1964’te doğan Küçük İskender’in ilk şiirinin yayımlanmasından bu yana çeyrek asır geçmiş durumda. Dizeleri kadar tavrıyla da dikkat çeken şairin marjinalliği, cinsel yönelimi birçoklarının ağzına sakız oluyor.
“…Siz işkencelerdekilerle vakit geçirirken bendeniz girdiğim tıp fakültesindeki kadavraların başından mide bulanarak kaçtım; kendimi hep bir işkenceci gibi gördüm orada. Sanki öldürdüğümüz yetmiyormuş gibi içini açarak hâlâ konuşturmaya çalıştığımız bir yurtseveri kesmek, daha da kesmek, mümkünse hücrelerine kadar inerek kesmek eğilimini bünyeme yediremedim. Son kadavram bir çiftçiydi. Onun, tahtaya çivilerle çakılmış o büyük ellerini, hayatı kavramaya, toprağı kucaklamaya hazır ellerini unutamadım; bir ölünün kutsal ellerini öpmek ne demektir, bilir misiniz?! Ne faşizme yenilen babamın ellerini ne sizin ellerinizi öperim; o büyük köylünün elleri sizlerinkinden daha sıcak, daha şefkatli, daha öpülesiydi. Ben o adamın elleri sayesinde hayattayım bugün” diye başladığı Kenan Evren’e yazdığı mektubun sonunda sunduğu hürmet, küfür gibidir adeta: “Artık sayenizde okumuyor, düşünmüyor, statik bünyelerimizi okeyle, kingle, batakla tıka basa dolduruyor, boş vakitlerimizde nü resimlerin önünde 17 yaşlarımızın geç kalmış tatminlerini kolluyoruz.”
Küçük İskender’i getiren 28 Mayıs, çok büyük bir ustayı da yanına almıştı bundan tam 27 yıl önce. Şiir yazmaya eğilimli olduğu sabahlarda başlardı Cansever, çalışmaya. Esini filan beklemez, kendisi çağırırdı ilham perisini omzuna. Sonrası malumunuz, malumumuz…
Ne zaman karanfil görsek, yerçekimine yenik düşüyor hüznümüz.
Cemal Süreya bitirsin!
Yeşil ipek gömleğinin yakası
Büyük zamana düşer.
Her şeyin fazlası zararlıdır ya,
Fazla şiirden öldü Edip Cansever.
Lars von Trier, The Element of Crime (1984)
İlk film cahiliye devridir. Bunu en iyi Lars von Trier biliyor. 80’li yıllarda, kariyerinin başındayken bile Avrupalı yönetmenlerin yaşlandıkça daha tutucu, kontrollü, heyecansız bir hâle bürünmesini eleştiren Lars ilk eserlerin bir sanatçının yaşamındaki yerini şöyle ifade etmişti:1
“Genç insanlara, başlangıçta her zaman cehaletlerini göstermenin, kendilerini rezil etmenin çok ama çok önemli olduğunu söylüyorum. Bugün izlemeye değer bulduğumuz yönetmenlerin çoğu, başlangıçta kendilerini rezil etmişlerdi ve bu filmleri bugün görmek çok ilginç bir deneyimdir. Çünkü gençliklerinde bu filmler aracılığıyla içlerini dökmüş, kendilerini teşhir etmişlerdir. Yönetmen olgunlaştıkça kendini kontrol etmekte başarılı hâle gelir. Dozunu kaçırmayayım, der. Fakat bu yönetmenin aslında ne olduğunu, kim olduğunu bu kontrolsüz ve teşhirci filmlerde bulabiliriz. Bir yönetmen sanatında o kadar başarı kazanır ki, bir süre sonra onun filmlerini izlemek sıkıcı bir hâle gelir.”
Doğru değil mi? Eğer Michael Haneke gibi sıkıcı ve sakallı bir insan değilseniz erken dönem eserleriniz kişiliğinize dair bütün ipuçlarının ortaya serildiği kaotik bir sergidir. Otobiyografik öğeler eklemeyi filmi tümüyle “ben” üzerine yapmakla karıştırırsınız. Biçimsel devrim yapma peşinde koşarken başka her şeyi unutursunuz. Arkadaşlarla içilen bir gecenin sonunda ortaya çıkan “Aslında bar mı açsak lan?” parlaklığındaki fikirlerinize kanarsınız. Bir büyük düşünceniz vardır ve sanatçı olarak bütün hayatınız o büyük fikrin etrafında dolanır.
Lars von Trier ilk uzun metraj film fırsatını eline nasıl geçirdi? Bu soru hâlâ gizemini koruyor. Danimarka Sinema Fonu’ndaki yöneticileri eleştirip, ünlü Danimarkalı yönetmenlere şarlatan, gişe rekoru kıran filmlere de aptal diyerek kariyerine başlamıştı. Ve bu insanlar onun filmini mali açıdan destekledi. 20’li yaşlarındaydı ve aslında 50’li yaşlarında olduğundan farklı değildi. Küçükken kağıda çizdiği en ufak bir resim bile azılı bir komünist olan annesi tarafından sanat eseri olarak nitelendirilen bir çocuğa özgü o aşırı güvene kapılmıştı. Yaptığı her şeyde iyi hatta en iyi olduğunu düşünüyordu. İlerleyen yıllarda babalığa dair konuşurken bile bundan bahsetmiş, çocuklarıyla zaman geçirirken çocuklarının onun gibi bir babaya sahip oldukları için ne kadar şanslı olduklarını düşünmeden edemediğini söylemişti. En büyük probleminin “her şeyde çok iyi olduğunu düşünmesi” olduğunu söylemişti.
The Element of Crime (Suç Unsuru) her şeyde en iyi olduğunu düşünen 28 yaşında bir genç sanatçının filmi. Yıl 1984’tü ve Danimarka sineması sosyal-gerçekçilik dalgasının içerisindeydi. Sessiz sinema dönemindeki ustaların akabinde ortaya çıkan ve etkisini özellikle 60’lardaki erotik filmlerle hissettiren avant-garde’lar yerini daha uluslararası çapta çalışan stüdyo yönetmenlerine bırakmıştı. Bille August ülkenin en önemli yönetmeniydi ve Jorgen Leth gibi bağımsız, farklı sanatçılar için sinema okullarında ayrılan koltuklardan fazlasına pek de yer yoktu.2 O dönemde ortaya çıkan genç sinema öğrencileri ise farklı şeylerin peşinden koşmak istiyorlardı. Vizyon filmlerden sıkılmışlardı.
Lars von Trier o sosyal gerçekliğe sırtını çeviren neslin yeni temsilcisiydi. Rahatsız eden filmleri rahatlatanlara tercih ediyordu. Yanına görüntü yönetmeni olarak ressam arkadaşı Tom Elling’i, senaryo yazarı olarak da Niels Vorsel’i almıştı. Elling kendine has bir entelektüeldi, Vorsel ise tiyatro oyunları ile öne çıkan, aynı dönemde hem Wagner’in müziği hem de Dashiell Hammett’ın polisiyeleri üzerine eserler üreten bir yazardı. Hepsi “ego” konusunda birbirleriyle yarışıyordu ve o savaşı da Lars von Trier kazanmıştı. Öğrenciyken çektiği “Image of Relief” kendi standartlarında başarıya ulaşmış, sinemalarda bile gösterilmişti. Bu dönemine ve şartlarına göre istisnai bir durumdu. Ve daha sonraları pek çok kez olduğu gibi Lars’ı bulmuştu.
Suç Unsuru hem ilk film olduğu için hem de Lars von Trier’in ilk filmi olduğu için baştan aşağı bir meydan okumaydı. Lars daha baştan Danimarkalı oyuncularla çalışmayacağını açıklamış, filmin dilinin İngilizce olacağını açıklamıştı.3 Alman sinemasından etkilenmişti ve çekeceği filmin “ilk renkli film noir” olduğunu ifade ediyordu.4
Suç Unsuru neydi peki? Bir kere, gelecekte geçiyordu. Yıkılmış bir Avrupa portresinin içerisinde. Kahramanımız, eski bir dedektif olarak Kahire’deki sürgünden Avrupa’ya dönüyor, bir seri katili yakalamaya çalışıyordu. Bu süreçte eski bir hocasının “Suç Unsuru” adını verdiği bir dizi yöntemi izliyor, çürümüş kıtada yolunu bulmaya çalışıyordu. İlk sahnesinden itibaren o çürümüşlük, o yıkıntılar seyircilerin gözüne çarpıyordu zira çekimler lağımlarda, eski fabrikalarda, terk edilmiş yerlerde geceleri uygun ışıklandırma olmadan çekiliyordu. Araba farı kullanıyorlardı ve bu herkesin kabul edeceği üzere sinema tarihinde kullanılmış en sağlıklı yol değildi. Fakat yine bu tümüyle bütçe problemlerinin de getirdiği bir zorunluluk değildi. Lars von Trier’in bilinçli tercihiydi.
Atmosfer, Danimarkalı yönetmenin sinemasını tanımlayan önemli kelimelerden biri. Suç Unsuru, bütün aşırılıklarına ve bazı yetersizliklerine rağmen Lars’a dair her şeyi, en çok da bu atmosferi anlatan filmlerden biri. 1984 yılında, yeni mezun bir sinema öğrencisi olarak istediği her şeyi almayı başaran bir adamın ilk çiziği. Sistemin içine girip sistemin kökünü patlatmak isteyen bir l’enfant terrible’in öyküsü. Sinemasına ve karakterlerine has o idealizmi, o yenilmişlik duygusunu, en çok da tutkunu olduğu Avrupa fikrini size veren bir erken dönem yapıtı.
Cahiliye devri için bundan daha iyi bir film düşünemiyorum.
Tam 51 yıl önceydi. Madison Square Garden, tarihi günlerinden birini yaşıyordu. Tribünlerde yerini alan 15 bini aşkın kişi John F. Kennedy’nin doğumgünü kutlamalarına şahitlik ediyordu.
Aslında on gün sonra 45 yaşında olacak Başkan’ın keyfine diyecek yoktu. Peter Lawford’un takdimiyle Marilyn Monroe sahneyi aldığında, başta Kennedy olmak üzere tüm tribünleri hoş bir sürpriz bekliyordu. Daracık elbisesiyle sahne alan güzeller güzeli aktris, birçoklarını rüyalarında başka diyarlara götürürken, başladı şarkısını söylemeye: Happy Birthday, Mr. President.
Sahneye fırlayan Kennedy, “Artık politikadan emekliye ayrılabilirim” diyerek seks sembolünün kendisi için söylediği şarkıdan ne kadar mutlu olduğunu ifade ediyordu. 15 bini aşkın konuk arasında First Lady Jackie Kennedy’nin olmaması dikkat çekiciydi.
Gerçekten iddia edildiği gibi ikili aşk yaşamış mıydı bilinmez, ancak Monroe üç ay geçmeden son nefesini vermişti. 36 yaşındaki ikonun intihar ettiği söylense de tarihin en fazla komplo teorisi üretilen ölümlerinden birisiydi onunkisi. Esbab-ı mucibesi 19 Mayıs 1962’de New York’ta doğumgününü kutladığı adamda saklı olsa gerek.
Kennedy Kardeşlerden Başkan olanla ilişkisi FBI’ın bilgisi dahilinde olduğu iddia ediledursun, Senatör Robert’le de yakınlığı bilinen popüler kültür ikonu, aşırı dozda ilaca yenik düşmüştü. Şarkısını armağan ettiği Mr. President bir, Mr. Senator ise altı yıl sonra kurşunlara hedef olmuştu.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane