BURAYA REKLAM ALINIR
Gökyüzünden tehlike de iyilik de beklemeden yaşamanın mümkün olduğu şehirlerde, basketbol ne ile yaşar? Science City Jena ile ratiopharm Ulm’ün, Björn Harmsen ile Thorsten Leibenath’ın ortaklaştıkları bir hikâye anlatmaya çalışırken yukarıya bir yere bu soruyu iliştirmiştim.1 Bu soruyu düşünmeye değer bulmuş olanlarınızın, geçen hafta Manuel Baraniak imzasıyla basketball.de’de yayınlanan Harmsen röportajını da ilginç bulabileceğini düşündüm ve hem haber vermek hem de tadımlık olarak birkaç soru-cevap çevirmek üzere buraya geldim. Buyrunuz…
Şubat ortasında Bamberg önünde 85-68 kazanarak hiç şüphesiz büyük bir gövde gösterisi yaptınız… Bu maçın ardından rakibinizin koçu Andrea Trinchieri’nin görevine son verildi. Şahsen, konuya basketbol açısından yaklaştığımda, geçtiğimiz üç yıl içinde Bamberg basketbolunu yakından izlemiş biri olarak böyle bir antrenörün ligden ayrılmasını çok üzücü buluyorum.
Şu kadarını söyleyebilirim ki, Trinchieri lig üzerinde olağanüstü bir etki bıraktı. Alman basketbolunun aşağı yukarı son 15 yılında gözlenen hücum alışkanlıklarına baktığımda, bu süreçte tarihsel olarak iki kırılma yaşandığına inanıyorum: Birincisi, Luka Pavicevic’in 2007 yılında Almanya Ligi’ne gelmesiydi. Bundan önce pick-and-roll, yalnızca ve yalnızca, uzun oyuncunun perdesinden çıkan kısa oyuncunun şut atması anlamına gelirdi. Bilhassa da şut saati sıfıra yaklaşmaktayken. Pavicevic’le birlikte PnR, ligdeki koçların hücumdaki temel tercihlerinden birine dönüştü ve sonuçta her takımın iyi bir alan paylaşımı ve spacing ortaya koyabildiğini görür olduk. Pavicevic lige taktik yaklaşım bakımından çok şey kattı; birçok takımın onun playbook’undan en az birkaç oyunu alıp uyguladığını kolaylıkla fark edebilirdiniz.
Aynı şey Trinchieri için de geçerli. Onun lige geldiği günlerde de herkes oyunu belirli bir şekilde oynuyor sayılırdı. Trinchieri ise Almanya’ya beraberinde tamamen farklı, yepyeni ilkeler getirmişti. Ve bugüne gelindiğinde bu ilkeler, tüm takımların oyun planına bir şekilde eklemlenmiş vaziyette. Oyunun hücum tarafına baktığımızda, Pavicevic ve Trinchieri’nin son yıllarda bu lige en şiddetli biçimde tesir eden iki koç olduğunu söyleyebiliriz. Savunma tarafında ise, agresifliğe dayanan felsefesiyle kural koyucu isim Svetislav Pesic olmuştur. 2011’de onu Valencia’da çalışırken ziyaret etme imkânı bulmuştum.
Daha önce söyleşi yaptığım iki BBL koçundan, Almanya’da savunmacı uzuna “back screen” yapılan bir pick-and-roll oyununu ilk kez sizin takımlarınızda gördüklerini duymuştum – biri bu oyunu sizin çalıştırdığınız Mitteldeutscher BC’de gördüğünü anımsıyordu, diğeri de Gießen’deyken bunu oynattığınızı söylemişti. Şimdilerde İspanya milli takımını anıştıracak şekilde “Spain PnR” diye adlandırılan bu oyunu Sergio Scariolo’nun çalıştırdığı takımlara yaptığınız ziyaretler sırasında mı keşfettiniz?
Hayır. Genç bir antrenörken, 300 avro maaş aldığım günlerde öğrendiğim şeylerden biri de buydu. Her ay 150 avroyu kiraya ayırmak zorundaydım ve haliyle yaşam standartlarım bugüne göre epeyce aşağıdaydı. O zamanlar evde eğitim gören bir çocuk gibiydim ve her şeyi kendi başıma öğrenmeye karar vermiştim. Eğer imkânım varsa gidip birkaç antrenman seyrediyordum. Ya da evde oturup elime geçirebildiğim videoları izliyordum. Tam olarak nasıl becerdiğimi hatırlamıyorum ama bir şekilde Euroleague maçlarının görüntülerini DVD formatında edinebilmiştim. Bildiğim kadarıyla Avrupa’da Back-Screen PnR –izninizle ben böyle adlandıracağım– oynatan ilk koç Zeljko Obradovic’ti. Panathinaikos’u çalıştırdığı günlerde olmalı. Öyle çok sık değil, arada sırada. Gerektiği zaman.
Hâlâ çok fazla maç seyrediyorum. BBL maçlarını seyretmektense, diğer liglerde oynanan basketbolu takip etmeye çalışıyorum – ağırlıklı olarak Euroleague, EuroCup ve ACB. Türkiye Ligi’ni de ilgiye değer buluyorum. Bu ligleri izledikçe gözüme ilginç şeyler takılıyor. Maç seyretmek benim için bizatihi bir yaratım süreci demek ve bu aynı zamanda bana inanılmaz derecede keyif veren bir süreç. Maç bittikten sonra oturup kafa yormaya başlıyorum, düşünceler üretiyorum. Bu fikirlerin nereden çıktığı önemsiz, sonunda hepsi aynı yere gidiyor… Kendi takımıma.
Back-Screen PnR meselesinde de durum böyle gelişmişti. Ben bu oyunu kullanmaya karar verdiğimde, Bundesliga’da daha önce görülmemiş bir şey olduğu doğru. Dediğim gibi, ben de tesadüfen, bir antrenmanda ya da nereden geldiği belirsiz bir DVD’de rastlamıştım bu oyuna. Ve gördüğümde şöyle düşündüğümü hatırlıyorum: “Böyle bir şey nasıl mümkün oldu, az önce ne yaptılar öyle!” Sonra MBC’de bunu oynamaya karar verdik ama kullandığımız başka bir sete uyarlamak kaydıyla… Tabii ki başlarda kimse bunu nasıl savunacağını bilemedi. Hatırlıyorum da bir keresinde, Hagen deplasmanında, hücumlarımızın yaklaşık yüzde altmışını oluşturmuştu bu set. O sene kadromuzda beş numara olarak CSKA Moskova’dan transfer ettiğimiz Anatoliy Kaşirov vardı. Bu oyunu oynarken Wayne Bernard’ı, Radenko Pilcevic’i ve oyun kurucu olarak da Giorgi Gamqrelidze’yi kullandığımızı hatırlıyorum. Sürekli olarak savunmanın arkasında bomboş koridorlar buluyorduk, savunması o kadar zor bir hücumdu ki o günlerde. Şimdiyse bunu herkes oynuyor. Ve hemen hemen herkes de kolaylıkla savunabiliyor.
Obradovic’in bu oyunu kullandığını ilk kez nerede gördüğünüzü hatırlayamıyor musunuz?
2009 olabilir, Panathinaikos’la Berlin’de Euroleague şampiyonluğuna ulaştığı sene. Obradovic o günlerde Avrupa’daki en iyi koçtu. Hiç şüphesiz. En büyük başarıları da o kazanmıştı.
Bir keresinde Xavi Pascual ile de bu konuda laflamıştık. Geçtiğimiz yaz ilk kez B lisansı seviyesinde bir antrenörlük kursuna nezaret ederken de benzer saiklerle hareket etmiştim: Oturup meseleye kafa patlatmalısın, yaratıcı olmaya çalışmalısın. Akılsızca bir yerlerden bir şeyler taklit etmekle yetinemezsin. Çevrene birilerini toplamak ve birlikte düşünceler üretmek. Bence kendini geliştirmek isteyen bir koçun yapabileceği en mantıklı şey bu.
Obradovic’te beni her defasında büyüleyen şey şudur: Bir yandan düşünceleri bu kadar tutarlıyken, diğer yandan her şeyi topyekûn değiştirme iradesi gösterebilmesi. Bence başarısını da buna borçlu. Tabii ki çoğu zaman olağanüstü bütçelerle çalışacak kadar şanslıydı. Bahsettiğim yıllarda ya da biraz daha öncesinde, 2007 sıraları, üç guardla oynadığı bir Panathinaikos takımı vardı mesela: Vassilis Spanoulis, Dimitris Diamantidis ve Sarunas Jasikevicius. Takımda üç numara yoktu ve bu üç guard yalnızca pick-and-roll oynuyordu. Tabii ki bu oyunun gördüğü en muhteşem PnR silahlarını savunmak neredeyse imkânsızdı. Derken Fenerbahçe’de geçen sezon Jan Vesely ve Ekpe Udoh gibi iki uzunu birlikte oynatmaya karar verdi. Böylelikle her şeyi ters yüz etti ve herkes için çözülmesi gereken yeni problemler yarattı. Bunu çok etkileyici buluyorum.
Pesic, Scariolo ve Pascual gibi koçların takımlarını ziyaret ettiğinizden ve bunun size sağladığı faydalardan bahsetmiştiniz. Obradovic’ten böyle bir davet almak için bir şeyler yapmayı denediniz mi?
Hayır, henüz değil. Ama böyle bir şeyi çok isterdim. Verdiği kliniklerin birçoğunu izledim ve Atina’dakilerden birine katılma niyetim de vardı. Ama sonunda gerçekleşmedi.
Ve dürüst olmak gerekirse, süregelen siyasi durum sebebiyle, Türkiye’ye seyahat etme noktasına geleceğime pek ihtimal vermiyorum. Orada olabilecek herhangi bir şeyden korktuğumdan değil, bu daha ziyade kişisel önceliklerle ilgili bir konu. Hatta bir antrenör olarak, çok iyi bir teklif alsam dahi, siyasi iktidarla aynı fikirde olmadığım bir ülkede çalışmaya gidip gitmeyeceğimi de bilmiyorum.
Back-Screen PnR konusuna dönecek olursak; bu oyunun son iki üç yıl içinde bir tür “rönesans” yaşamasını nasıl açıklarsınız?
Trinchieri sayesinde. Taktik açıdan olağanüstü bir koç… Bu tür şeyleri bir şekilde keşfederse, hemen kullanmanın bir yolunu bulur. Savunmaya zorluklar çıkaran, savunma tarafından reaksiyon gösterilmesi zor yeni silahlar bulmayı sever. Ve oyuncularının bu tür oyunlarda mükemmeliyete ulaşmasını ve böylelikle bu oyunları farklı senaryolarda uygulanabilir kılmayı çok önemser. Onun sayesinde Back-Screen PnR da lige geri dönmüş oldu.
Yalnızca bu da değil, Bamberg’de iki kısa oyuncunun direkt pick-and-roll oynadığını da çok sık gördük. Hatırlayın, Brad Wanamaker ya da Janis Strelnieks topla gelen oyuncu olurdu. Darius Miller ya da Fabien Causeur ise top tarafına perde yapmaya gelirdi. Wanamaker gibi potaya çok agresif bir biçimde gidebilen bir guard söz konusuyken, rakip takımın çok hızlı tepki vermesi gerekiyordu. Burada perdeyi yapan oyuncunun da çok iyi bir şutör olduğunu unutmayın. Böyle bir oyuna hazırlıklı olsanız dahi, sahada doğru bir şekilde adam değişebilmeniz için müthiş derecede iyi iletişim kuran oyunculara sahip olmanız gerekir.
Bu iki oyunun Almanya Ligi’nde son dönemde revaçta olmasını, Trinchieri’nin bunları mükemmele yakın bir uygulamayla bize yeniden sunmasına bağlıyorum. Her iki oyunu da neredeyse tüm takımlar sahiplenmiş durumda. Bahsettiğim türden Kısa/Kısa PnR aksiyonlarına maçların yüzde doksanında rastlıyoruz, öyle değil mi?
ACB ve Euroleague maçlarını izlemeyi tercih ettiğinizi söylediniz. Bir koç olarak bu maçlar dışında nelerden ilham alıyorsunuz? Bu etkilenim sürecini nasıl tarif edersiniz?
Takvimimizde üst üste iki pazar maçı varsa eğer, pazartesi günü bir sonraki rakibimizle alakadar olmam. Pazartesi sabahı ilk iş olarak Euroleague.TV’ye giriş yaparım ve kahvaltımın yanına açacak bir maç seçerim. Sonrasında da Euroleague maçlarını dolaşmaya devam ederim. Elbette dikkate değer bulduğum takımların maçlarını önceliklendiririm; yani en başta Panathinaikos, CSKA Moskova, Fenerbahçe, Real Madrid ve bu sezon aralarına katılan Zalgiris Kaunas maçlarına göz atarım. Bu başlı başına yaratıcı sürecime dâhil olan bir deneyimdir. Yaptığım şey kesinlikle şu değil; gördüğüm bir oyunu bire bir çizip de bunu takımıma nasıl oynatabileceğimi düşünmeye başlamıyorum. Ama beni yaratıcı olarak uyaran ve zihnimde bir kıvılcım çakmaya muktedir şeyler görebiliyorum ekranda. Sonra tüm bu süreçten çıkardıklarımı bir yere karalıyorum ve bu notlar da bir sonraki maç için hazırlık sürecime doğrudan ekleniyorlar. Benim rutinim aşağı yukarı böyledir.
Bu anlamda Xavi Pascual ile aynı aileden geldiğim düşünülebilir. Onun yöntemlerini çok ilginç buluyorum. Basketbol dünyasında “nerd” sözcüğünü üstüne en çok yakıştıranlardan biri o. Oyun çeşitliliği bakımından ne kadar yaratıcı olduğunu, taktik zekâsını kelimelere dökmek imkânsız. Akıl alır gibi değil. Tam da bu yüzden Panathinaikos’a bir gün mutlaka gitmeliyim diye düşünmüştüm. Ve onu işinin başında izleme fırsatını bulduğum için çok şanslıyım. Sahada gördükleriniz ne kadar büyüleyici olursa olsun, her şeyi bir de antrenman sahasında, çıplak gözle izlediğinizde Pascual’e duyduğunuz hayranlık artıyor.
Avrupa kupalarında yer almayan Jena gibi bir takımda çalışırken, her maç öncesinde hazırlanmak için uzunca bir süreniz oluyor. Maçlar ve seyahatlerden antrenman yapmaya fazla vakit bulamayacağınız bir takımda, daha yoğun bir maç temposunda çalışmak sizin rutininizi nasıl etkilerdi?
Bu konuda kesin konuşamam, çünkü bunun nasıl bir şey olduğunu bilmiyorum. Kariyerime başladığım günlerde sürekli olarak içimden “sonraki hedefim şu, ondan sonra da şu seviyeye çıkmak istiyorum” diye geçirirdim. Her şeyden önce Jena’yla küme yükselmeyi, birinci lig antrenörü olmayı istiyordum. Ve günün birinde, mümkün olduğunda da bir Euroleague antrenörü olmayı… Sonra bir noktada, belki geçirdiğim hastalığın2 da etkisiyle, şöyle demeye başladım: Şu anda yaptığım şey neyse ondan keyif almaya çalışacağım. Birinci ligde 18 tane koç koltuğu var ve bunlardan birinde ben oturuyorum. Ve bu yüzden de çok ama çok mutluyum.
Her koç mümkün olan en iyi oyuncularla çalışmayı arzu eder. Haliyle. Bu işten en çok keyif almanın yolu budur. Oyuncular da mümkün olan en iyi koçlarla çalışmak, mümkün olan en iyi oyuncularla birlikte oynamak isterler. Zira bunun onları farklı bir irtifaya çekeceğini bilirler. Bu yüzden bir gün uluslararası yarışmada yer alan bir koç olmayı arzulamadığımı söylersem yalan olur. Yolun sonunda beni bekleyen şey buysa, “pekâlâ, yolun sonu buraya çıktı” derim. Başka bir şeyse, ona da kabul.
Peki bunun beraberinde getireceği şeyler ve hazırlık aşaması konusundaki fikirleriniz?
Uluslararası yarışmada yer alan bir takımsanız, bu otomatik olarak ekibinizde daha fazla insan olacağı anlamına gelir. Örneğin maç videolarını sizin için kesip montajlayan birileri vardır – ki bunu yapmaktan çok keyif alıyorum, hatta sanırım bunu yapmaya ihtiyacım var! Şu anda memleketimde çalışıyor olmamın bir ayrıcalık olduğunu düşünüyorum. Göttingen’de doğmuş olmama rağmen, Jena’yı memleketim olarak görüyorum. 1995’te Jena’ya taşındığımda, hâlâ ergenlik çağlarındaydım. Yani arkadaşlıklar kurduğunuz çağlarda. Annem Weimar’da yaşıyor, iki erkek kardeşim de Leipzig’de. Bu nedenle Jena’da çok geniş bir sosyal çevre oluşturdum. Buradayken hiç sıkılmıyorum.
Eğer bir gün koç olarak, antrenmanlar ve maçlar dışında yapacak hiçbir şeyimin olmayacağı bir yere gidersem ne olurdu? Salondan eve, evden salona yaşadığınız bir rutine girerseniz –yani eve gittiğinizde tek düşündüğünüz şey bir sonraki antrenman olursa– işinizi eve getirmiş olursunuz. O gün antrenman berbat geçmişse eğer, evdeyken de kötü bir ruh hali içinde kös kös oturacaksınız demektir. Jena’da böyle bir rutinden olabildiğince uzağım. Antrenman iyi de geçse, kötü de geçse, akşamları birlikte ikişer bira devirebileceğim birilerini buluyorum. Hayatla hesabı bu şekilde kapatıyorum! Bu beni çok memnun eden bir şey. Elbette her zaman kazanmayı istiyorum ve mağlubiyetler canımı çok sıkıyor. Ama böylesine küçük bir kulüpte çalışınca, etrafınızda birinci ligde kaldığımız her sezona yeni bir şampiyonluk kazanılmış gibi bakan insanlar buluyorsunuz.
Önce bilindik hikâye… 8 Mart 1857’de New York’ta binlerce işçi çalışma koşullarının iyileştirilmesi için bir tekstil fabrikasında greve gitmişti. Polis müdahil olunca, ortalık kan gölüne dönmüştü. Yaygın inanışa göre Dünya Kadınlar Günü, bu trajediden doğmuştu.
Sonra tarihçilerin anlattığı… Aslında bu olay hiç olmamıştı. Türkiye’de birçok kaynakta yazıldığı gibi, çoğu kadın, 129 kişi ölmemişti. Bu gün, 1921’den beri 8 Mart’ı kutlayan Sovyetler Birliği’ne bırakılmak istenmediğinden bir dezenformasyon yapılmış, 1955’te bu grev icat edilmişti. Yıl olarak da Clara Zetkin’in doğduğu sene tercih edilmişti.1
Peki ne olmuştu…
8 Mart 1908’de yine aynı şehirde toplanan 15 bin ABD’li kadın işçi, çalışma saatlerinin kısaltılmasını, daha iyi ücret ve seçme seçilme haklarını talep etmişti. 1910’da İkinci Enternasyonal’in Kopenhag’da düzenlenen kongresinde konuşan Clara Zetkin’in telaffuz ettiği kadınlar için uluslararası bir gün, ilk defa ertesi yılın 19 Mart’ında kutlanmıştı. Bu kutlamaların tam altı gün sonrasında da New York’ta çıkan bir yangın, 146 kadın işçinin canını almıştı.
8 Mart 1917’de bu sefer değişim kokusunun iyiden iyiye hissedildiği Rusya’da kadın işçiler ayaklanmıştı. İşte Ekim Devrimi’nden sonra 1921’de adı konmuş, kadının günü olmuştu. Birleşmiş Milletler ise konuya 1977’nin sonunda nokta koymuştu.
Önce bilindik öykü… Kadınlar ilk defa 1900’de Olimpiyat heyecanı yaşamıştı. Paris’te teniste zafere ulaşan İngiliz Charlotte Cooper modern zamanların altın madalyalı ilk kadın sporcusuydu.
Oysa ilk modern Olimpiyat 1896’da Atina’da yapılmıştı. Oyunların babası Baron Pierre de Coubertin kadınların, çocuklarını spor yapmaya teşvik etmeleri gerektiğine inanıyordu. Antik çağların katı geleneği de malumdu. Erkekler çıplak olarak yarışırken, kadınlar ancak at yarışlarında boy gösterebilmişti. Sonradan sadece kadınlar için Hera Oyunları düzenlenmişti. At arabalarının sahipleri de Olimpiyat şampiyonu olarak taçlandırıldığından, Spartalı prenses Cynisca adını tarihe kazımıştı. Stadyumlara evli kadınların girmesinin cezası ise idamdı…
İşte tam o ilk Olimpiyat’ın yapıldığı günlerde Stamata Revithi maraton diyor, Coubertin demiyordu. Erkeklerin kendisiyle dalga geçmesine kulak asmayan kadın atlet, 9 Nisan 1896’da yarışın yapılacağı yere geliyordu. Ertesi gün erkeklerle beraber kilometrelerce koşmak tek arzusuydu.
Sabah olduğunda, Olimpiyat’ın sembolü maratona adını veren Maraton köyünün yaşlı rahibi, bir istisna dışında tüm katılımcıları kutsuyordu. İnatçı papazın kutsamadığı tek sporcu kadındı. Organizasyon komitesi de katılım için gereken sürenin dolduğunu söylüyor, Stamata’ya gerekli izin çıkmıyordu. Spyridon Louis modern zamanların ilk maraton şampiyonu olarak taçlanıyor ve Komşu’da ulusal kahraman oluyordu.
Revithi pes etmemişti. Ertesi gün tek başına parkuru koşan azim abidesinin Panathinaiko Stadyumu’nun içine girmesine de izin verilmemiş, yarışı da bir noktada askerler tarafından durdurulmuştu. Gerekli belgeleri yoktu da…
Kadınların ilk kez modern dünyada ne zaman Olimpiyat’a katıldığını biliyor musunuz… Revithi’den dört sene sonra, bir sonraki organizasyonda! Kadının fendi, erkeği yenmişti…
Bir filmin seyircisinde bıraktığı etkinin sebepleri oldukça çeşitlidir. Bazen filmin geçtiği mekan, öykündüğü olgu, oyuncu kadrosu, müzikleri gibi pek çok sebep sayılabilir. Louis Malle’in ilk uzun metrajı İdam Sehpası, bütün bu olasılıkları bir araya getirerek bir anlamda Fransız Yeni Dalga Sineması’nın da kapılarını aralayarak detaylara önem veren, mükemmeliyetçi ve ileri görüşlü bir yönetmeni seyirciyle tanıştırıyor.
İdam Sehpası yayınlandığında François Truffaut’nun 400 Darbe filmi henüz tamamlanmamıştı. Jean-Luc Godard’ın film noir denemesi Serseri Aşıklar’ın yayınlanmasına ise henüz üç yıl vardı. Adı sık sık André Bazin ile anılan sinema dergisi Cahiers du cinéma ise yedinci yılına girmişti. İdam Sehpası’ndan önce Jacques Cousteau’ya yardımcı yönetmenlik yapan Malle’in ilk uzun metrajı için doğru bir zamandı: Fransız sineması, kısa filmlerle ve eleştiri yazılarıyla çeşitli denemelerde bulunan müstakbel yönetmenlerini selamlamaya hazırlanırken çıkarılan dergilerin, yazılan yazıların bir tür akıma dönüşmesi ise an meselesiydi.
Film noir’ın tipik örneklerinden biri olan İdam Sehpası’nın; bir femme fatale, işlenen bir cinayet ve bir araya gelen tesadüfi olaylar zincirinden oluşan senaryosu, filmin Yeni Dalga’ya ilham kaynağı olmasının en büyük sebebi. Amerikan film noir’a ve Orson Welles, Alfred Hitchcock, Nicholas Ray gibi kendi tarzlarını yaratmayı başarmış, auteur sıfatına erişmiş yönetmenlere duydukları hayranlık, Yeni Dalga yönetmenlerinde hissedilebilir bir durum.
Döneminin ve bu dönem içindeki değerinin yanı sıra oyuncularıyla da tekrar tekrar konuşulması gereken bir film İdam Sehpası. Jeanne Moreau ve Maurice Ronet ikilisine emanet ettiği başrolleri iki oyuncunun hakkıyla kotardıkları söylenebilir.1 Filmde Jeanne Moreau’yu zengin bir iş adamıyla evli, femme fatale Florence Carala rolüyle izleriz. Evli olmasına karşın Maurice Ronet’nin canlandırdığı Julien Tavernier karakterine aşıktır. Bu aşk, Tavernier’i iş adamını öldürmeye iter. İşler planlandığı gibi gitmez ve bu cinayete işin içinde olmayan başka cinayetler eklenir.
Julien’ın cinayete dair izleri temizlemeye çalışırken asansörde kalması, Florence’i kendisinden bihaber bırakır ve belki de Fransız sinemasının büyüsü tam olarak burada devreye girer. Jeanne Moreau’yu Paris sokaklarında koşuştururken izleriz. Bu sekansları büyüleyici kılanlar yalnızca Paris, Jeanne Moreau ya da Louis Malle değildir; Miles Davis’in film için hazırladığı müzikler eşlik eder Moreau’nun çaresiz yolculuğuna.
Bu eşsiz görüntüler, yönetmenin filmografisinde sonraları pek karşımıza çıkmayacaktır. Yıllar geçtikçe Louis Malle filmografisi daha çok diyaloglara dayanan filmlerle dolar. My Dinner with Andre tamamen bu amaç doğrultusunda, uzun zaman sonra bir araya gelen iki dostun akşam yemeği boyunca konuştuklarını seyirciye taşır. Le feu follet ise intihar etmeyi düşünen bir doktor olan Alain Leroy’un düşüncelerini seyirci ile buluşturur. İdam Sehpası’nın başında Julien, “Sesini duymasam sessizlikte kaybolur giderim” der Florence’a.
Katillerin her zaman cinayet mahalline döndüğü film noir İdam Sehpası, Moreau’nun ve Ronet’nin oyunculuk performanslarıyla, Davis’in adeta tüm Paris’i saran müzikleriyle akıllarda yer eden, kısa süre sonra usta olarak anılacak bir yönetmenin ustaca çektiği ilk filmi.
Geçen yıl tadilat gören yeni tribünlerine kavuşan Liverpool bu sezon transferde büyük dramaları engelledi. İnandıkları oyunculara yatırım yaparken çekinmediler ama alınan oyuncu sayısını yükseltmemeye özen gösterdiler.
Kuşkusuz en önemli katılım Mohamed Salah. Roma’da çok iyi bir sezon geçiren sol ayaklı sağ kanat oyuncusu hızı ile Liverpool’un ön alanına uyum sağlayacak gibi görünüyor. Defansın arkasına koşular yapabildiği için gol şansı her zaman olan bir oyuncu. Sol ayağı ile bitiriciliği de gayet iyi. Aerobik kapasitesi ve topa yatkınlığı İngiltere Ligi’nde başarılı olabileceğini gösteriyor. Liverpool üçüncü bölgede koşu alternatifleri yaratmakta zorlanan bir ekipti. Özellikle geçen yılın son bölümünde Sadio Mane sakatlandıktan sonra pozisyona girmekte zorluklar yaşadılar. Salah, Mane’nin bu konudaki yükünü hafifletecektir.
Transferde ses getiren bir başka oyuncu da Andy Robertson. Geçtiğimiz yıl bu bölgede James Milner oynamış ve çok iyi iş çıkarmıştı. Hull’dan transfer edilen sol bek Robertson, Milner’a yardımcı olacaktır. Ayrıca sakatlık ve ceza durumlarında Milner’ın birçok mevkide kullanılabilme özelliğini ortaya çıkaracaktır. Robertson dengeli bir oyuncu. Gerektiğinde hızlanırken zorlanmıyor ve pozisyonları güçlü ortalarla bitiriyor. İki yıl önce Sevilla’dan gelen Moreno çok hızlı bir oyuncu ama istenen dengeli performansları ortaya koymakta zorlanmış, özellikle defansif olarak büyük hatalar yapmıştı. Robertson daha güvenilir bir isim olarak alındı. Sezona da iyi bir giriş yaptı.
Bir başka yeni transfer ise Dominic Solanke. Chelsea Academy’den alınan 19 yasındaki oyuncu 1.86 boyunda bir forvet oyuncusu. Güçlü fiziği ve kafa toplarındaki hakimiyeti ile dikkat çekiyor. Ayrıca kaleyi cepheden gördüğü noktalarda çok etkili şutlar atabiliyor. Forvet bölgesinde Firmino, Origi, Sturridge alternatifleri olmasına rağmen yeterli katkıyı alamayan Liverpool, Solanke ile bu durumu iyileştirmeye çalışıyor. Solanke önümüzdeki on yıl isminden çok söz ettirecek bir golcü olabilir.
Jürgen Klopp bu yeni transferlerin dışında bazı genç isimleri takıma kazandırmaya çalışıyor. Meslektaşlarıyla bu bakımdan ayrılan teknik adam Trent Alexander-Arnold, Joe Gomez gibi isimleri ligde kullanmaya başladı bile. Alexander-Arnold bayrak taşıyicı bir oyuncu olacak gibi. Ayrıca hazırlık maçlarında Woodburn de rol oynadı. Onda da yeni Coutinho havası var. Liverpool, güçlü bir Academy’e sahip. Ayrıca gelenekçi bir kulüp. Geçmişte altyapı oyuncularına fırsat verdikçe başarılı olmuşlar. Klopp’un bunu anlaması ve oyuncuları yavaş yavaş alıştırması takdire şayan. Kendini riske atmaktan korkmuyor. İlk onbirde 1-2 genç oyuncuyu kullanmaktan çekinmiyor. Barcelona’nın Avrupa’nın zirvesinde olduğu birkaç yıl önceyi hatırlayalım. Bir altyapı devrimi gerçekleştirmişlerdi. Klopp kendi devrimini kovalıyor. İnandığı oyuncuyu oynatmaktan çekinmiyor.
Transferin son günlerine yaklaştığımız şu günlerde Liverpool gündeminde şunlar var. Geçen yıl takımı için harika bir performans gösteren Lallana bu yıla sakatlıklarla başladı. Çok önemli bir kayıp olacaktır. Coutinho, Barcelona için Neymar’ın alternatifi ve bonservis rekoru kırabilir. Coutinho da takım için son derece önemli bir oyuncu. Coutinho olmadığında Liverpool’un maç kazanması tesadüflere kalıyor. Ayrıca Liverpool eleştirmenleri defansın ortasında yeterince alternatifleri olmadığına inanıyorlar. Bir numaralı aday yine bir Southampton oyuncusu. Virgil van Dijk! İyi bir oyuncu. Nathaniel Clyne’ın da belinde bir sakatlık var, sezon başını kaçırdı. Onun sağlığına kavuşması hakkındaki haber bir transfer gerekliliğini doğurabilir.
Önceki yıllarda şampiyonluk ihtimaliyle ilgili yazılar yazmıştım. Ancak bu sene bu soruyu yanıtlamak için henüz çok erken. Klopp sonuç almak yerine doğru bildiğini yapmak isteyen bir teknik direktör. Aklında şampiyonluk olduğunu bile düşünmüyorum. Liverpool’a bir kimlik verme çabası var. Bunu da başarıyla yapıyor. Bu kimlik sezon sonunda tabloda nerede olur onu konuşmak için kış mevsiminin bitmesini beklemeliyiz.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane