Gümüş maşrapa müsabakaları, yüzyıllar boyunca İstanbul şenliklerinin vazgeçilmeziydi. Ahşap bir direğin tepesine içi altın sikkelerle dolu gümüş bir maşrapa yerleştirilir, yarışmacılar sırayla direğe tırmanmaya çalışır, maşrapaya ilk ulaşan altınların sahibi olurdu. Bazen direğe yağ sürülür, tırmanış iyiden iyiye zorlaşırdı.
Vehbî’nin zarif cümleleri ve Levnî’nin muhteşem minyatürleriyle klasik haline gelen Sûrnâme-i Vehbî,1 direğe tırmanmaca müsabakalarına rastladığımız bir eser. Soldaki minyatürde 27 metrelik bir direk var. Yarışmalar başlamadan önce tepesine çıkıp gümüş maşrapayı yerleştirmeye çalışıyorlar. İkinci minyatürde cambaz, hokkabaz, şişebaz, kadehbaz, perendebaz ve nice mahir hünerbaz maharetlerini gösteriyor. Bir yandan gümüş maşrapa yarışmaları da başlamış; mavi mintanlı, turuncu şalvarlı, kaytan bıyıklı bir abimiz direğe tırmanmaya çalışıyor. Sağdaki minyatürde şenlikler tüm hızıyla devam ediyor ama henüz direğin tepesine çıkabilen olmamış, gümüş maşrapa hâlâ yükseklerden bakıyor.2
Hep birden kamçıyı kaldırdılar atlara
Vurdular dizginlerinin kayışlarıyla
Çığlıklarla şahlanan atları sürdüler
Atlar süratle mesafeye yetiştiler
Zemini boğup havayı yaktı toz toprak
Siyah, beyaz, kahverengi parıldayarak
Yükselip dalgalandı rüzgarla yeleler
Hız bulup havalandı atlı arabalar
Arabacılar bulutları yardılar
Atlar rüzgarı aşıp zafere koştular
Homeros
Atlı araba yarışları, devrin en popüler sporuydu. Babil’den Roma’ya, İskenderiye’den İstanbul’a dek geniş bir coğrafyaya hükmeden yarışlar, yüzyıllar boyunca hayatın merkezindeydi. Günümüz futbol organizasyonlarını kıskandıracak kalabalıklar hipodromlara doluşur, imparatorlar heyecanla şeref tribününe (kathisma) koşardı. Halk, başka hiçbir ihtiyacı yokmuşçasına yalnızca ekmek yemek ve atlı araba yarışı izlemek isterdi.1 Binlerce yıl önce Olimpiyat’ta yer alan yarışların İstanbul’daki durağı, bugünkü Sultanahmet Meydanı’ydı.
Yeni İmparator Constantinus, Roma’yla aşık atacak bir şehir inşa etmek istiyordu; bir saray, bir mabed ve eşsiz bir hipodrom. Bugünkü Sultanahmet Meydanı’nın olduğu yere inşa edilen hipodrom 330 senesinde tamamlandı. 120 metreye 400 metrelik devasa yapı, asgarî 60.000 seyircinin müsabakaları seyretmesine imkan veriyordu.
Gravürde hipodromun sağ tarafında görülen kapılardan (carceres) piste çıkan yarışçılar, dörder atın çektiği arabaları hızla sürer, sütunlarla çevrili geniş virajı (sphendone) alıp başladıkları yere geri dönerlerdi. Yedi gezegene ithafen yedi tur atılırdı.2 Bazen arabalar birbirleriyle çarpışır, sakatlananlar ve ölenler seyircileri hayret ve heyecana sürüklerdi. Katıldığı hemen her müsabakayı kazanan muzaffer yarışçılar ise birer kahramanmışçasına hürmet görür, heykelleri hipodroma dikilirdi.
Yukarıdaki Gravür 500 sene önce Panvinio tarafından yapılmış. Hipodromun orta yerine dizilmiş sütunlardan bazılarını bugün Sultanahmet Meydanı’nda görüyoruz; Dikilitaş, Örmeli Sütun… Gravürdeki diğer sütun ve heykellerin çoğu geçmiş yüzyıllarda muhtelif sebeplerle yıkıldı.
Atlı Araba Yarışları Asla Sadece Atlı Araba Yarışları Değildir
Yarışlar başlamadan önce cambazlar, hokkabazlar, güllebazlar gösteri yapar, tiyatrolar oynanır, dansçılar müzik eşliğinde maharetlerini gösterirdi. Hatta dönemin meşhur tiyatrocularından Theodora, güzelliğiyle seyircileri kendine hayran bırakmış, bazı devlet adamlarıyla beraber olmuş ve en sonunda İmparator Iustinanus’la evlenip İmparatoriçe ünvanını almıştı.
Atlı araba yarışlarında iki meşhur takım vardı: Maviler (Vénetoi) ve Yeşiller (Prásinoi). Galatasaray ile Fenerbahçe veya Lahanacılar ile Bamyacılar arasındaki rekabeti hatırlatan bu takımlar, Roma’dan miras kalmışlardı. Bazen birbirleriyle kavga etmişler, dinî, millî veya iktisadî kavgaların farklı cephelerine yerleşmişler, kimi zaman imparatorluk ordularıyla beraber savaşa gidip kahramanlık peşinde koşmuşlar, hatta birleşip isyanlar bile başlatmışlardı.
İmparator Iustinianus, 532 senesinin ilk günlerinde bir yarış düzenledi. Ağır vergi yükü altında ezilen halkın eğlenmesi için yapılan müsabakalar, bazı taraftarların kavgasıyla sona ermiş, birkaç kişi öldürülmüştü. Maviler taraftarı olan Iustinianus, rengine bakmaksızın 10 küsur şüpheliyi hapse mahkum etti. Taraftarlar bu defa aralarında kavga etmek yerine imparatorun kararına karşı çıkıp tutuklananların serbest bırakılmasını talep ettiler. Iustinianus ise şüphelileri idam ederek cevap verdi. Maviler ve Yeşiller adeta çıldırmışçasına Konstantinopolis sokaklarını protesto alanına çevirdi. Yüksek vergilerden şikayet eden halkın isyana katılmasıyla beraber imparatorun tahttan inmesi için gösteriler, saldırılar ve yağmalar yapılmaya başlandı. Gizlice isyana destek veren bazı aristokrat aileler, yeni imparator adayını bulmuşlardı bile.
Şehirden kaçmayı düşünen Iustinianus, İmparatoriçe Theodora’nın ısrarına dayanamadı; mücadeleyi bırakmayıp hasımlarını alt etmeliydi. En yakınlarıyla beraber kafa kafaya verip bir plan yaptı ve yeni bir atlı araba yarışı düzenleyeceğini ilan etti. Yarışların haberini alan onbinlerce insan, hipodromdaki yerlerini aldı. Taraftarların dudaklarında artık forma renkleri değil, yegane hedeflerini temsilen tek kelime vardı: Nika (Zafer). Iustinianus’un elçileri çuval dolusu altınla önce Maviler’in yanına gitti. İmparatorun Maviler taraftarı olduğunu, yeni imparator adayının ise Yeşiller’i tuttuğunu, tahta geçecek yeni bir ismin gelecekteki isyanları engellemek amacıyla Maviler’i cezalandıracağını söyleyen elçiler, altınları bırakıp gittiler. Bazı taraftarlar altınları kabul edip isyana son verme kararı aldı ama hepsi ikna olmamıştı. Maviler’in binlerce taraftarı hâlâ Yeşiller’le beraber tribünlerde zafer çığlıkları atıyor, imparator aleyhine tezahürat yapıyordu. Iustinianus kapıları kapatıp hipodromu ateşe verdi. Hipodromun dışındaysa imparatorluk muhafızları, isyana karışmış her aileyi kılıçtan geçiriyordu. 532 senesinin 13 Ocak gecesinde İstanbul’daki kilise ve saraylar cinnet geçirirmişçesine harlanarak yanıyor, hipodromdan yükselen onbinlerce çığlık sesi geceye karışıyordu.
Bugün İstanbul’da altıncı yüzyıl öncesinden kalmış hemen hiç bina yok. Nika İsyanları, şehrin mimarî mirasını harap etti. İstanbul tarihinin en büyük katliamlarından birini hazırlayan Iustinianus, isyanları takiben şehri yeniden bina etmeye kararlıydı. Eskisinden de haşmetli bir hipodrom ve Süleyman Mabedi’nden bile daha ihtişamlı bir kilise inşa etmek istiyordu. Bugün hipodromun yerinde yalnızca birkaç sütun yükseliyor. Iustinianus’un mabediyse 1500 senedir ayakta. Ayasofya hâlâ tüm görkemiyle İstanbul’u gölgeliyor.
Gülhane’de bamyalarla süslenmiş bir nişantaşı var. Tepesine lahana konmuş bir çeşmeye Çengelköy’de rastlıyoruz. Topkapı Sarayı’nın derinliklerinde altın varaklarla süslenmiş kalemişi lahana ve bamyalar göz kırpıyor. İstanbul’un muhtelif köşelerinde, asırlara kök salmış bir rekabetin kadim işaretleri parlıyor: Lahanacılar vs Bamyacılar.
Çelebi Mehmet, lezzetli lahanalarıyla meşhur Merzifon’da bir atlı birliği kurmuş ve ismini Lahanacılar koymuştu. Oğlu Murat da Amasya’da kurdurduğu benzer bir ekibe, bölgenin bamyalarından ilhamla Bamyacılar ismini vermişti. Savaşlara hazırlık için sürekli talim yapan birlikler, atlara hakimiyetleriyle nam salmıştı. Zamanla aralarında spor müsabakaları düzenlenmiş, at üstünde cirit oynayan, ok çeken süvariler, seyredenleri kendilerine hayran bırakmıştı.
Fatih’in İstanbul’u fethiyle beraber müsabakalar imparatorluğun yeni başkentine taşındı. Muhtelif günlerde padişahın huzurunda, şenliklerdeyse At Meydanı’nda1 kozlarını paylaşan birlikler, artık resmen birer takım olmuştu. Lahanacılar yeşil kıyafetler giyerdi, bamyacılar ise kırmızı. En maharetli nişancılar, en kuvvetli ciritçiler şöhrete kavuşurdu. Kişneyen atlar şahlanır, oklar havada uçuşur, lobutlar sallanırdı. Birbirleriyle yarışan ciritler hedeflere isabet ettikçe Sultanahmet Meydanı seyircilerin tezahüratıyla inlerdi: “Bamya!.. Lâhana!..”
Saray erkanı da meydanlara doluşanlardan farklı değildi. Aşçılardan vezirlere, paşalardan padişahlara dek tüm saray ahalisi müsabakaları tarifsiz bir heyecanla izlerdi. II. Mahmut Bamya taraftarıydı. III. Selim ise İlhâmî mahlasıyla yazdığı şiirlerde Lahana aşkından bahsetmişti; hem de saray erkanına mensup bir beyefendi adabıyla değil, internet forumlarında rakiplerini acımasızca hicveden bir çocuk iştahıyla.
Bamya gibi dizilmez yüzbini bir rişteye
Sanki arslandır ki gerdûneyle gezer lâhanaOnsuz olmazmış bilindi hiçbir zevk ü sürûr
Sohbet-i helvâ olur mu olmasa ger lâhanaYazsa İlhâmî sezâdır her ne denli medhini
Lâhanacım, lâhanacım, lâhanacım, lâhana
Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasını takiben Lahanacılar ve Bamyacılar arasındaki spor müsabakaları yasaklandı. Uğruna şiirler yazılan, anıtlar dikilen derbi, zamanla İstanbul halkının müşterek hafızasından silindi. Fakat şehrin derinliklerindeki yerini tamamen kaybetmiş değil. Efsanevî rekabetin kadim sembolleri hâlâ bir çeşme veya sütunda belli belirsiz selam veriyor.
Çevgân, İran’dan Anadolu’ya geçmiş bir spor. Pek çok Asya medeniyetinde benzerleri var; Hindistan, Orta Asya kavimleri, Çin… Hatta Britanya’nın Hindistan’a hükmettiği senelerde az buçuk değişerek Polo ismiyle Avrupa’ya yayılmış. Vaktiyle hem süvarilerin kabiliyet kazanması, hem de eğlenmek için oynanırmış.
Çevgân, ucu eğri bir sopa anlamına geliyor. Kızılcık ağacından yapılanı makbul. Ellerinde çevgânlarla atlara binen oyuncular, tahta bir topun peşinde saatlerce maç yaparlarmış. Evliya Çelebi, çevgânın Kürdistan ve Acem diyarında çok yaygın olduğunu, İstanbul’da da Sultanahmet Meydanı’nda oynandığını söylüyor1 ve oyun kurallarını uzun uzun anlatıyor:
“Meydânın bir başında bir taş olur, diğer başına bir sütûn dikilir. Her iki tarafa atlılar dizilir. Meydânın ortasına âdem kellesi kadar bir yuvarlak top koyarlar. Sekiz kat mehterân davullar vurur. Âvâz bitince oyun başlar… Biri atıyla gelip topa çevgân vurur, kendi hudûdundaki sütûna getirmek ister. Başkası yetişir, havâda uçan topa çevgân vurur, bir başkası vurur, sonra bir başkası. Neticede her iki tarafın askerleri birbirlerine girip fakîr topa öyle çevgân vururlar ki, topların nicesi pâre pâre olur.
Bir taraf topu kendi hudûduna getirince, karşı taraftakiler mağlûp, topu alanlar gâlip olur. Mağlûplar, gâliplere çevgân sonrası azîm ziyâfet verirler. Bir acâip temâşâdır, bir acâip pehlivânlıktır.“
Çevgân oynarken pek çok sakatlık da yaşanırmış. Attan düşen, gözüne top isabet eden, topa vuracağına atın ayağına vuran pek çok insan olurmuş. Hatta Keykavus, oğluna yazdığı meşhur nasihatnamesinde (Kâbusnâme), çevgânın tehlikelerinden söz eder: “Oğlum, eğer çevgân oynamaktan haz alırsan, çok oynamayı kendine adet edinme. Çoğu insan çevgân oynamaktan zarar görmüştür. Yılda iki defa heveslenirsen razıyım ama at üstünde çok oynamak lüzumsuzdur. Top oynamak için atlıların sayısı sekizden fazla olmamalıdır. Kargaşaya girmezsen kendini darbelerden korursun. Büyük adamların çevgân oynama kaideleri bundan ibarettir.”
Keykavus’un nasihatini kulağına küpe eden Uluslararası Polo Federasyonu, günümüzde dörder oyuncudan oluşan iki takımla maçları oynatıyor.2
Spor tarihinin en unutulmaz anlarından biri olsa gerek 1972 Olimpiyat Oyunları’nın basketbol finali. Münih’te bitmeyen 3 saniye Soğuk Savaş döneminin meşru kapışmalarından biri olarak aradan geçen onca yıla rağmen unutulamıyor, tartışması hâlâ sürüyor.
Yedi Olimpiyattır unvanını koruyan ABD, 63 maç sonra yeniliyordu. Hem de nasıl! Edeşko’nun altın pasını tutan Alexander Belov son basketi atıyor, dünyanın bir yarısı karanlığa gömülüyordu. Bir Blok ise ayaktaydı… Edeşko çizgiye basmış mıydı, Alexander hafiften faul yapmış mıydı; topun oyuna sokulduğu önceki iki deneme devede kulak mıydı… Altın Sovyetler Birliği’nin olmuştu.
O günün kahramanlarından son basketi atan Alexander Belov daha 27’sini doldurmadan 1978’de hayatını kaybetmişti. Belki de o yüzden Batı dünyasının büyük bir çoğunluğunun boykot edeceği 1980 Moskova Olimpiyat Oyunları’nda meşaleyi yakma görevi finalin en skorer oyuncusu Sergey Belov’a bahşedilmişti.
Peki kimdi Sergey Belov? 1991’de Drazen Petroviç’in önünde FIBA tarihinin en iyi oyuncusu seçilen yıldız, CSKA ile 11 lig, iki de Şampiyon Kulüpler Kupası şampiyonluğuna imza atmıştı. Üç kez Avrupa’nın kulüpler düzeyindeki en önemli organizasyonunda sayı kralı olan oyun kurucu, Rusya ile üç Olimpiyat bronzu, bir dünya ikinciliği, bir dünya üçüncülüğü, dört Avrupa şampiyonluğu, iki ikincilik, bir de üçüncülük kazanmıştı. Hall of Fame’e seçilen ilk uluslararası basketbolcu, koçluğunda CSKA ile iki Sovyet, Ural Great Perm ile de 2 Rusya şampiyonluğu tatmış; milli takımı iki kez dünya ikinciliğine, bir kez de Avrupa üçüncülüğüne taşımıştı.
Tesadüfe bakın ki o finalin iki kahramanı da 3 Ekim’de hayatını kaybetti. O son basketi atan 1978’de, 51-50 biten maçta attığı 20 sayıyla takımını taşıyan ise 2013’te. Belki saçma ama Almanya da bir başka 3 Ekim’de, 3 Ekim 1990’da birleşmişti ya neyse…
O günü ESPN’den dinlemek isteyenler alttan yaksın.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane