Skip to content

Ocak 7, 2014

Invictus

Atlı araba yarışları, asırlar boyunca Konstantinopolis’in en çok rağbet gören sporuydu. Bronz zırhlı ahşap karyotları ve rengarenk atlarıyla Konstantinopolis Hipodromu’na (bugünkü Sultanahmet Meydanı) çıkan yarışçılar, onbinlerce insanın tezahürat ve çığlıkları altında imparatoru selamlar, alkışlarla ve Güneş ışıklarıyla yıkanırken altunî rüzgarlar halinde zafere koşarlardı. Asırlar boyunca hipodrom sahnesine pek çok muzaffer sporcu çıktı. Fakat hiçbiri Porphyrios gibi ilahî bir hüviyet kazanamadı.

Porphyrios, beşinci yüzyılın son çeyreğinde muhtemelen Kuzey Afrika’da doğmuş ve Konstantinopolis’e gelmişti. Şehirde iki büyük takım vardı: Maviler ve Yeşiller. Porphyrios, önceleri mavi flamayla yarıştı. Hemen her mücadeleyi galibiyetle tamamladığı için efsaneleşmesi gecikmedi. Henüz ‘sakalları bile çıkmamışken’, imparatorluğun en meşhur sporcusu oldu. Hatta hipodroma, kendisine ithafen bir anıt dikildi.1 Seneler sonra çark edip Yeşiller’e geçti ama yarışların neticesi değişmedi. Süratle arabasını sürüyor, ihtişamlı zaferlere uzanıyordu. Hatta bazen mağlup olan rakiplerine atları değiştirmeyi teklif ediyor ve farklı atlarla yine galip geliyordu. İmparatorun izniyle Porphyrios’un bir heykeli daha hipodroma yerleştirildi. Bu defa heykel, Yeşiller’in sembolleriyle süslenmişti.

Bronz abideler, mermer sütunlar, altın varaklara hakkedilmiş epigramlar… Artık yarı-tanrıymışçasına tasvir ediliyordu. İlahî bir süratin hazinedarıydı. Herkesten daha güçlü ve zekiydi. Güzelliğiyle tanrıçaları cezbederdi. Asalet ve zarafeti, güzellik ve kuvveti aynı potada eritmek için hiçbir fırsatı kaçırmayan Eski Zamanlar, Porphyrios’u, hakikat ve hayalin içiçe geçtiği mucizevî bir varlık haline getirmişti.

Son defa taraf değiştirip kariyerini Maviler’in bayrağıyla tamamladı. Emekliye ayrıldığında şehir tarihinin en büyük sporcusu olmuştu. Binbeşyüz sene boyunca İstanbul’daki en popüler sporlar (atlı araba yarışları, cirit, futbol…), yüzlerce efsaneye daha hayat verecek ama hiç kimse Porphyrios’un şöhretine erişemeyecekti.

Zaman içinde Porphyrios için İstanbul’a yedi anıt dikildi. Bu anıtlardan ikisi hâlâ İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde duruyor. Birinin kaidesinde efsanevî atlarının isimleri yazıyor: Nicopolemos (Muzaffer), Radiatos (Çeviknal), Pyrros (Âteş-reng), Pelorios (Fevkalâde)… Hemen üstündeyse Porphyrios tasvir edilmiş; arkasında Tyche, etrafında iki zafer meleği ve elinde galibiyet çelengiyle hâlâ quadriga’sını sürüyor.2

Porphyrios_Hippodrome_Istanbul_(3)

  1. Bizans tarihinde hayattayken hemen hiç kimsenin heykelini veya abidesini yapmazlar. Porphyrios’u, henüz emekli olmamışken Hall of Fame’e takdim edilen bir basketbolcuya benzetmek mümkün. []
  2. Quadriga: Dört atın çektiği araba []

Ocak 3, 2014

Marşın Gölgesinde

Viyana’daki yeni yıl konserleri tüm dünyada milyonları ekran başına mıhlıyor. Valsler, polkalar 1 Ocak’ı müjdeliyor. Hele sonunda çalan marşa alkışlarla tempo tutmayan bir yeni seneye başlayamıyor. Peki Avusturya’nın başkentinden başlayıp tüm dünyayı saran o geleneğin arkasında ne yatıyor? Müsaadenizle…

2 Kasım 1766’da dünyaya gelmişti Johann Joseph Wenzel Anton Franz Karl Graf Radetzky von Radetz ya da nam-ı diğer Baba Radetzky. Bohemya topraklarında ağzında gümüş kaşıkla doğan çocuk küçücükken yetim kalmış, büyükbabası tarafından yetiştirilmeye başlamıştı. Delikanlıyken adımını attığı ordunun başına geçmişti.

Avusturya-Macaristan ordularının başkumandanı, her ne kadar tek bir Almanya hayali kurduysa da imparatora hep bağlı kalmıştı. Askerlerinin baba olarak adlandırdığı Radetzky, 91 yaşındayken 1858’de ölmüştü. Kim bilir belki de biraz daha yaşasa, ordularının savaşlarda eriyip gitmesine de şahitlik yapacaktı…

Stadt- und Landesbibliothek zeigt "Des Verfassers beste Laune"

Konser salonlarının vazgeçilmezi, ilk defa 31 Ağustos 1848’de çalınmıştı. Vals kralı Johann Strauss’un aynı adı taşıyan babası tarafından bestelenen ve seksenini devirmiş pek sağlıklı komutan Radetzky’ye ithaf edilen eserin prömiyeri tabii ki de Viyana’da yapılmıştı.

Radetzky Marşı’nın, Haydn’ın Ordu Senfonisi olarak da bilinen 100. Senfonisi’nin ilk bölümünü fazlasıyla çağrıştırmasına gelince… Baba Strauss’un bunu bilerek yapıp yapmadığı yıllardır tartışılıyor. Kimileri ilham diyor, bazıları ise iki bestecinin eski bir Avusturya ezgisinden yola çıkmış olabileceğinden dem vuruyor.

Haydn’ın yapıtı ilk defa 1794’te İngiltere’de icra edildiğinde, tevatüre göre izleyiciler Haydn’ın Avusturya’nın gerginlik yaşadığı Fransa’yı ele aldığını düşünüyorlardı. Unvanlarını saymaya sayfaların yetmeyeceği Kutsal Roma İmparatoru’nun kızı olan ve yine bir 2 Kasım’da, 2 Kasım 1755’te doğan Marie Antoinette, kocası 16. Louis’nin peşinden 1793’ün sonlarında giyotin sehpasına yatırılmıştı. Senfonide duyulan düşman olsa olsa Fransızlar olmalıydı.

Oysa Haydn eserini Osmanlı’yı düşünerek yazmış; Türk motiflerini, seslerini kullanmıştı. 100. Senfoni, 1787-1792 Osmanlı-Rus Savaşı’nın hemen akabinde bestelenmişti; Radetzky’nin gencecik bir subay olarak yerini aldığı savaştan sonra.

Tekrar başa dönelim, Baba Strauss tüm öykünün farkında olabilir mi…

Aralık 5, 2013

Ustanın İmzası

5 Aralık 1982’de Hollanda’nın devi Ajax, lige yeni yükselmiş minik Helmond’u ağırlıyordu. Amsterdamlıları 62 yıl ağırlamış De Meer Stadyumu’nda yerini alanlar, fark bekliyordu.

Kırmızı-beyazlılar 1-0 öndeydi. Kazanılan penaltıyı kullanmak için beyaz noktanın başına gelen total futbolun prensi Johan Cruyff’tan başkası değildi. Marco van Basten ve Frank Rijkaard gibi harika delikanlıların her gün idmanda gördükleri 35 yaşındaki abileri yavaş yavaş topa doğru gelmişti. Meşin yuvarlağı düzelttikten sonra gerilmesi beklenirken, o büyüsünü konuşturmuştu.

Topu soluna doğru yuvarlayan yıldız, Jesper Olsen’i adeta kaçırıyordu. Pire lakaplı Danimarkalı sol açık meşin yuvarlağı kontrol ettikten sonra dahi meslektaşını buluyordu. Rakip file bekçisinin şaşkın bakışları arasında bomboş kaleyi bulan Cruyff, hayat yolunun ortasında başka bir unutulmaza imza atıyordu.

Evet, penaltı paslaşılarak da kullanılabiliyordu!

Aralık 4, 2013

Sudaki Duman

Aslında her şey 4 Aralık 1971’de başlamıştı. Frank Zappa ve arkadaşları İsviçre’de bir akşam sahne almıştı. İzleyiciler arasında Deep Purple da vardı.

Montreux Kumarhanesi’nde başta herkesin keyfi yerindeydi. Ta ki Don Preston’ın King Kong’daki synthesizer solosu sırasında yangın çıkıncaya kadar. Konser kaydının 1.21.07’sinde de duyulan çığlığı müteakip izleyenler kısa sürede salonu terk ediyordu. Bu yılın başında vefat eden Montreux Caz Festivali’nin kurucusu “Funky” Claude Nobs da insanlara yardım ediyordu.

Zappa olanı biteni şöyle anlatırken Deep Purple şaheserinin peşine düşüyordu.1

42 yıl önce o yangın çıkmasa, müzik tarihi en büyük köşetaşlarından birinden mahrum kalacaktı. Kim bilir belki de şarkıda kulakları ziyadesiyle çınlatılan “salak”a teşekkür borçluyuz. Gerçi yüzlerce berbat cover ve “yok kaç gitarla bu çalınabilir” denemeleri de olmazdı ya neyse…

  1. http://www.youtube.com/watch?v=F29H8OJOnvo []

Kasım 29, 2013

Matrâkbâza Sökmez Matrâk

Matrak oyunu, ahşap bir sopa ve yastığa benzeyen bir kalkanla oynanırdı. Sopalar şimşir ağacından imal edilir, içi keçeyle doldurulmuş yastıklarsa deriyle kaplanırdı. Oyunun yegane amacı vardı: rakibe vurmak. Matrakçılar adeta dans edermişçesine ahenkli adımlarla hareket ederler, gelen darbelerden kıvrak hareketlerle kaçarlardı.

d27

Kanunî devrinin renkli simalarından Nasuh Efendi’nin matrak oyununu icad ettiğine dair garip bir rivayet var. Oysa matrağın kökleri muhtemelen Mısır’a dek uzanıyor.1 Askerlerin savaşlara hazırlanması amacıyla oynandığı için zamanla İstanbul talimhanelerinde rağbet görür olmuş. Evliya, matrak oyununun yüzaltmış bendi olduğunu söylüyor; kesme, sürme, bağal, haddâd, muhâlif, gazel, kulak, serre, zîr, rehâ, fidye, topkafa, hevâkes, cângûş… Farklı savaş aletlerine (kılıç, gürz, balta…) benzeyen sopaların ve farklı ağırlıklardaki kalkanların kullanıldığını tahmin etmek zor değil. Fakat saydığım disiplinlerin ne olduğuna dair hemen hiç bilgi yok elimizde.

Evliya Çelebi’nin seyahatnamesinde devrin meşhur matrakçılarından da bahsediliyor:

Taslak Kaptan: Yiğitlik davasıyla İran’dan dört kâmil matrakbâz geldi. Hep beraber Taslak Kaptan’a hamle ettiler. Taslak Kaptan dördüne de matrak yetiştirince kaçıştılar.

Cin Ahmed: Sultân Bâyezîd Meydânı’nda kârhâne sahibiydi. Cin Ahmed’e denk bir pehlivân bulunmazdı.

Murâd Hân (IV. Murâd): Üstâd-ı kâmil bir matrakbâzdı. Her üstâdın bir zaafını bulur, “matrak-tırak” deyu bağırıp rakibine vururdu. Ammâ matrakbâzlık yüzaltmış benddir, Murâd Hân ancak yetmişini bilirdi.

Baba Arab: Matrağın yetmişyedi bendini bilen cesur ve yiğit bir matrakbâzdı.

Daha çok matrakbâz vardır. Eğer bildiğimiz her mâhir matrakbâzı buraya yazsak, seyâhat edecek vakit kalmazdı.

  1. Matrakçı Nasûh Efendi bu oyunda üstad mertebesine erişmiş. Fakat günümüzde hâlâ hatırlanmasının sebebi matrak değil, verdiği eserler: kartografi, minyatür, matematik, astronomi… []