papatya, dişi bir gamze
yanan mum, yazı-tura
yorulup sızmış bir velet
esneyen köpek, akşam yeli
tahta kayık, orhan veli
dağdan gelen su, dalıp gitmek
kendi kendine gülmek
çâre düşünmek
cezve, el tırmığı, şişe mantarı
haiku
blue monk
söğüt gölgesi, gümüş balığı, kuştüyü
yalnız bir bulut: üstü planör, altı flanör
son ders, son sigara, son kuruş
bir eski saat ama durmuş
merdivenli dar sokaklar
gecenin bir vakti
otlu sarma, soğuk rakı
babamın vesikalık fotoğrafı
kafası rahat bir kadın
dağbaşı, surdibi, göztaşı
telefonsuzluk, televizyonsuzluk
yerçekimini yenmek, yani:
denizin, rüyanın, bazen de
aşkın kaldırma kuvveti
dinsizlik ve donsuzluk
yaz akşamüstü seviştikten sonra
sevgiliyle dalınan uykudaki
tatlı kısa sonsuzluk
(2013, mart)
Göçebe kavimler için atlar yalnızca birer hayvan değil, hayatın devamını sağlayan bir mucizeydi. Avrupa’nın göbeğini işgal eden Hunlar, Çin sınırlarını asırlarca yağmalayan Türkler, muhteşem İran medeniyetini harabeye çeviren Moğollar, tüm zaferlerini at üstündeki kabiliyetlerine borçluydu. Göçebe hayatın merkezine yerleşen atlar, insanların eğlenmek için icat ettiği oyunlara da sirayet etti.
Ciridin ayak izlerini Orta Asya’ya dek takip edebiliyoruz. Gittikleri coğrafyalara bu sporu da götüren atlılar, ellerinde ağaçtan yapılmış kısa mızraklarla dört nala atlarını sürer, rakiplerine isimleriyle seslenerek ciridi fırlatır, isabet eden cirit başına puan alırlardı. Rakipler de boş durmaz, akrobatik hamlelerle ciritten kaçmaya çalışırlardı. Bazen düşecekmişçesine aşağıya sallanırlar; bazen ciridin gittiği istikamete atlarını sürer, bilerek tahta mızrağın menziline girer ve bir ellerini arkaya uzatıp ciridi havada yakalarlardı.
Cirit oyunu, belli başlı tehlikeleri de beraberinde getiriyordu. Attan düşmek her daim ölümcül bir tehlikeydi. Suratına cirit isabet edenlerin gözleri oyulabiliyor, yanakları parçalanabiliyordu. Hatta Evliya Çelebi cirit oynarken dört dişini kaybetmiş ve bazı harfleri telaffuz edemez hale gelmişti.1 Ciritçiler kadar çevik ve kuvvetli olması gereken atlar ise tüm bu tehditlere karşı korunurdu. Fırlattığı cirit rakip ata isabet eden sporcu derhal diskalifiye edilirdi.
Cirit oyununun bazen teke tek, bazen at olmaksızın oynandığına rastlıyoruz. Fakat makbul olanı, iki takımın kozlarını paylaşması. Mesela Osmanlı hakimiyetindeki İstanbul’un en önemli spor müsabakaları devrin meşhur atlı takımları arasında oynanırdı: Lahanacılar ve Bamyacılar. 17. asrın meşhur seyyahlarından Jean-Baptiste Tavernier, cuma günleri At Meydanı’nda cirit müsabakaları tertip edildiğini ve birkaç bin kişinin oyunları seyrettiğini anlatıyor:
Oyunları takip eden padişah, sakatlananlara veya cesaretleriyle zafer kazananlara keselerce ihsanda bulunur. Padişah çekilince avluda kalanlar akşama dek cirit oynamaya devam eder. Ne var ki onlar ne kadar iyi vuruş yaparsa yapsınlar, nasıl yaralanırsa yaralansınlar hiç ihsan almazlar; çünkü artık ne onların yiğitliğini seyredecek bir hünkar, ne de ihsan dağıtacak bir hazinedarbaşı var. Yalnızca ciridin neşesiyle akşamı bulurlar.
1763’ten kalma bir suluboya. Keman çalan baba, klavsende döktüren bir ufaklık…
14 Kasım 1719’da Augsburg’da dünyaya merhaba demişti Johann Georg Leopold. Keman ustasıydı, müzikten parasını kazanmıştı. Fakat oğlunun tırnağı kadar olamamıştı. Tanrı vergisi yeteneğini görememenin imkânsız olduğu harika çocuğun babasıydı; ikisinin arasındaki aşk-nefret ilişkisi unutulmazdı.
Babasının ablası Nannerl’e verdiği müzik derslerine kulak misafiri olan küçük Wolfgang, dur durak bilmiyordu. Notalar bir destana tanıklık ediyordu.
Tıpkı Leopold Mozart gibi bir 14 Kasım’da dünyaya merhaba demişti Johann. İkisinin arasında 21 yıl, 380 kilometre vardı. Bonn’da yaşayıp ölen müzisyen, aynı zamanda iyi bir şarkıcıydı. 1770’te doğan oğluna babasının adını vermişti.
Onun da oğlu çok yetenekliydi. Kim bilir belki de Leopold Mozart’ın çocuklarını yetiştirmesinden ilham almıştı. Tevatüre göre babasının tutumu nedeniyle defalarca gözyaşlarına boğulan küçük Ludwig de yoluna emin adımlarla devam etmişti.
1787’de Wolfgang Amadeus Mozart uğruna Viyana’nın yolunu tutan Ludwig van Beethoven’ın büyük ustayla görüşüp görüşmediği bilinmeyedursun, yakın arkadaşlarından Joseph Haydn’dan ders almıştı.
14 Kasım’da doğmuştu insanlık tarihinin iki kilometretaşının babası. Leopold oğlunun ilahlaşmasına tanıklık ederken, Johann öldüğünde Beethoven sadece iyi bir besteciydi.
Westbrook’un yapamadıklarını çok iyi biliyoruz. O kadar çok gözümüze sokuluyor ki, yapabildiklerini unutmaya başladık. Bazı oyuncuların üzerine, hak etmemelerine rağmen, maalesef böyle kötü şöhretler yapışıyor ve yaptığı %90’a değil de, yapamadığı %10’a bakar buluyoruz kendimizi. Bu işin neden bu hâle geldiği ayrı bir tez konusu da, şimdi canları sıkmayalım, adamımız yeni dönmüş malum. Şutlar, turnikeler biraz paslanmış gibi, ama enerjisinde bir eksiklik yok. “Bir daha eskisi gibi olamama” durumu pek gerçekçi değil. Öyle olması umuluyordu sanki içten içe.
Onun yokluğunda Oklahoma iyice itin götüne sokulmaya başlanmıştı. Özellikle yerli NBA kaynakları Thunder’ı pek işin içinde görmüyordu. Kaçırmadan dinlediğimiz potacast’in yapımcıları daha ilk maçtan Thunder’ı şampiyonluk yarışının dışına attı. Bismillah.
Westbrook’un yokluğu, onun nasıl etkili bir oyuncu olduğuyla ilgili daha iyi fikir vermiştir, eminim. Geçen sezon Batı’nın bütün çehresinin değiştiğini, Spurs’ün elini kolunu sallayarak finale gittiğini ve bütün övgüleri topladığını unutmayalım. Hiç beğenilmeyen Thunder basketbolunun Spurs’ü bir önceki sezon ne durumlara soktuğunu da hatırlayalım.
İşin özü, Westbrook olunca Thunder bambaşka bir basketbol oynuyor. Daha doğrusu oynamaya çalıştığı basketbolu çok daha üst düzeyde uyguluyor. Hücum sisteminiz “harala gürele” üzerine kuruluysa ve bu işi NBA’de belki en iyi oynayan adamdan yoksunsanız tökezlemeniz doğaldır. Başka bir sistem olmaması, bireysel yetenek düzeyi azalınca takımın tıkanması gibi konular elbette koç Brooks’un basiretsizliğidir, ama Westbrook normal şartlarda bu takımda var ve herhangi bir takım şampiyonluk hesabı yapmadan Durant ve Westbrook’lu bir kadroyu hesaba katıyordur muhakkak.
Neyse, boş verdim. İyi ki döndün be Russ, sen olmayınca bir şeyler eksik.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane