Ey Hân!
Kutadgu Bilig’i illa ki bir yerde duymuşsunuzdur. Yusuf Has Hacip’in yazdığı ilk siyasetname. Tabgaç Buğra Han’a sunmuş. Düşünün, o dönemde, Gök Tanrı’nın yerdeki aksi olan, bir vatandaşından tavsiye almış.
Fransa’da Eğitim Şart
Louis Malle neredeyse bütün Fransız yönetmenler gibi IDHEC’de eğitim görmüş. Bu sırada Robert Bresson da dahil birçok yönetmene asistanlık yapmış. Söylemek istediğim bunlar değil aslında. Bir tespit yapacağım, ona hazırlık yapıyorum. Şimdi bu IDHEC var ya, işte buradan çıkan yönetmenlerde şöyle bir problem oluyor; bu adamlar bir türlü bir tarzı tutturamıyorlar. Hadi tarz tutturmaları falan önemli değil diyelim ama kendilerine has bir sinema da yaratamıyorlar. Ne bileyim şey gibi, eline senaryoyu ver sana güzel bir şey çıkartsın. Ama kendi damarını, kendi biçimini haydi bunu da söylemiş olalım kendi humor’unu bulamamış yönetmenler çıkıyor bu okuldan.1
Belki de bu okul tekniğe biraz daha fazla odaklandığı için mezunları bir tür meslek erbabı oluyorlar. Tabii arada Resnais ya da Angelopoulos2 gibi istisnalar da var. Ama “eli yüzü düzgün film” diye bir laf vardır ya, işte bu okuldan çıkan yönetmenlerin çoğu böyle filmler yapıyorlar. Ve yine çoğu zaman biçimsel ya da dramatik bir yenilik ya da yaratıcılıkla maalesef karşılaşamıyoruz O okula bir baktırmak lazım derim sevgili Fransız okuyucular. Onu bir araştırın siz.
Neyse, Louis Malle, bu “tarzı olmayan” yönetmenler içinde biraz müstesna bir yere sahiptir. Çünkü o kendine has bir sinema oluşturamasa da her filminde işaret ettiği bazı durumlarla bütün filmleri arasında uzaktan da olsa akrabalık kurmayı başarıyor.
Le Voleur
Peki, nedir Malle’nin işaret ettiği durumlar? Sanırım bir “Politik Tavır” çerçevesinde incelenebilecek toplu bir bakış açısından bahsedebiliriz. Malle hemen her filminde belirli bir politik tavır alır ve “eleştirmen” boyutunda kalmayı seçer.3 Ama Malle’nin bir başka özelliği de bu “Politik Tavır” konusunu izleyicinin gözüne gözüne sokmamasıdır. Mesela Le Voleur (Hırsız) filminde La Belle Epoque çağının Paris’inde geçen bir öyküyü anlatırken Malle’nin politik tavrını karakterlerin söyledikleri üzerinden değil de filmin biçimsel yapısından fark ederiz.
Söyletmekten çok göstermeyi tercih eden Malle, Le Voleur’de intikam için hırsızlık yapmaya başlayan ama daha sonra bu eylemi bir tutku haline getiren Georges (Jean-Paul Belmondo) üzerinden bir tür “çağının eleştirisi” örneği ortaya koyar. Georges biraz daha varoloşçuluk ekseninde ilerleyen bir karakter olarak kurulmuştur. Filmin ana akışı Georges üzerinden ve onun seçimleri üzerinden ilerlerken filmin ikinci güzergâhında özellikle Georges’ün çevresindeki insanlar üzerinden Malle’nin eleştirel tavrını sezeriz. Hırsız bir din adamı, kocasından yana dertli ve macera arayan burjuva kadınlar, gelecek devrimden korktukları için paralarını hep evlerinde saklayan zenginler ve oportünist politikacılardan oluşan bu “çevre” nin eleştirel yapının zeminine yerleştiği bu film bir hiciv örneği olarak son bulur.
Le Voleur Malle’nin aslında her filminde yaptığı bir şeye de uygun bir örnek olarak anılabilir. Malle, ister bilim-kurgu, isterse bir dönem filmi çeksin filmlerinin hepsi iki damar üzerinden akar. Birinci damar ana karakterin kişisel hayatı, yaşadıkları, duygusal durumları ve bu durumların oluşturduğu bir bakış açısından ilerlerken, ikinci damar Malle’nin bir yönetmen olarak aldığı politik konum ve bu politik konumun göstergelerinden oluşur. Bunları yaparken oluşan didaktizm tehlikesini de bir denge tutturarak aşmayı başarır.
Le Souffle Au Coeur
Louis Malle 1971’de, 1954 yılında geçen bir “moral” filmi çeker: Le Souffle Au Coeur. Bu defa politik zemini Cezayir Savaşı üzerinden başlatan Malle yine az önce bahsettiğimiz ikili damar üzerinden öyküyü oluşturur.
Ana tema bir büyüme hikâyesidir, aptal ve hareketli ağabeylerinin yanında daha sakin ve akıllı bir genç adam olan Laurent ana öykünün kahramanıdır. Laurent, babalarına daha yakın olan ağabeylerinin aksine annesiyle daha iyi anlaşmaktadır. Film ilerledikçe Malle çerçeveyi küçültür ve hikâyenin akışını anne ve oğulun ilişkisi üzerine kurmaya başlar. Çıktıkları bir yolculukta annesinin bazı sırlarına da vakıf olan Laurent ödip kompleksinin de etkisiyle annesini kıskanmaya başlar. Filmin sonlarında ise anne ile oğulun arasındaki bu ilişki başka bir boyuta doğru kayar.
Ana konu böyle sonuçlanırken ikinci damarda ise yine Malle’nin politik konumunun göstergelerine tanık oluruz. Bu defa ilişkilerin, özellikle de burjuva aile içi ilişkilerin yüzeyselliği üzerinden kelamını dile getiren Malle, bir tabu olarak görülen meselelere karşı aldığı tavırla ahlâki olanın belirlenebilir olmadığına dair bir bakış açısı geliştirmeye çalışır.
Her iki filmde de Louis Malle’nin yerleşik bazı ölçütlere ve evrenselleştirilmeye çalışılan bazı kavramlara karşı duyduğu kuşkuyu fark ederiz. Le Voleur’in sadece zevk için hırsızlık yapmaya devam eden başkarakteri de, Le Souffle Au Coeur’ un anne ve oğlu da Malle’nin bu kuşkularının imajlaşmış halidir..
Örneğin Le Voleur’de yaptığı birçok hırsızlığın ardından, üstelik birçok arkadaşı artık yakalanmış olmasına rağmen hırsızlık yapmayı bırakmayan Georges polise ya da başka türden bir iktidara yakalanmaz. Bu noktada Malle’nin herhangi bir klasik Amerikan filmi örneğinde mutlaka görebileceğimiz bir katharsis yaşatma isteği yoktur. Toplumsal olarak da evrensel olarak da kötü kabul edilen hırsızlık cezasını bulmamıştır. Bu noktada, bu iki filmi de eksik kalmış ya da üzerine yeterince düşünülmemiş iddialı kavramlardan sakınmamıza yönelik hamleler olarak sayabiliriz.
Louis Malle, 80 sonrası tuhaflaşan bir yönetmen olarak otuz ayrı türde film yapmayı sürdürdü. Ama en azından 60’lar ve 70’lerde yaptığı filmleri bir dönem olarak değerlendirirsek Louis Malle’yi gayet iyi bir sinematograf olarak hatırlayabiliriz. En azından biz öyle yapıyor ve bu dönemde yaptığı filmleri, özellikle de birini, ne yapsak unutamıyoruz.4
Bir çocuk, elinde plastik bir topla, güneşin etkisinin azalmasıyla sokağa çıkar. İlk başlarda ortalıkta hiç kimse yoktur, kendi kendine top sektirir, duvarlarla paslaşır. Biraz sonra topun sesini duyup, dışarı çıkma vakti geldiğini anlayanlar çocuğun etrafında toplanmaya başlar. Üç kişi olduklarında “9 aylık” oynamak için minimum sayıya ulaşılmıştır. “12’den düşürmeç” de oynanabilir. “Beşikten geçirmek” 5 sayıdır, herkes bunu dener ama becerebilen azdır. Sonra çocukların sayısı yavaştan artar. Sokağın iki ucuna taştan kaleler yapılır. “Aldım verdim” yapılır ve takımlar seçilir. Eğer topun sahibi çocuk birini sevmiyorsa “top benim oynatmıyorum” der. O çocuk kenarda bekler. Kurallar baştan belirlenir. “Minyatür kale”de “bel üstü aut” olur, “üç korner bir penaltı” yapar, “burun vurmak” ve “abanmak” yasaktır. Yine de kuralları abartmamak lazımdır. Kuralları uygulamada çok ısrarcı olana “istersen ofsayt da olsun” diye kızılır. Oyun sırasında içlerindeki havalı çocuklar “çalım atar”, daha da iyileri abartıp herkesi “çalıma dizer”. Kale biraz büyükse “topu doksana takma” şansı vardır ama böyle bir vuruş risklidir. “Direk üstü” diye tartışma çıkabilir, bu durumda takım arkadaşlarına dikkat etmek gerekir, “adamın gol değil diyor” durumunda gol geçersiz sayılır.
Çocuklar terli terli su içip, akşam ezanında evlerine dönerler. Akşam yemekte dinleyen olursa attıkları bir golü anlatırlar. Gece, sokağın verdiği yorgunlukla uykuya dalarken, sokakta koydukları kuralların, kullandıkları kelimelerin bütün bir ülke futbolunun temelini oluşturduğundan habersizlerdir.
Brezilyalı çocukların eve dönüş saati büyük ihtimalle akşam ezanı değildir ama ülkede kullanılan futbol terimleri de bir o kadar büyük ihtimalle sokaklardan doğmuştur. Hem yüzölçümü hem de nüfus bakımından dünyanın beşinci büyük ülkesi olan Brezilya’da bile, kendi buldukları veya en güzel kendilerinin yaptıkları hareketlere koydukları isimler ülkenin her yerine yayılmış, oyunun vazgeçilmez bir parçası olmuştur.1
Penaltı vuruşunda topa doğru koşan futbolcu önce bir duraksıyor, kalecinin bir köşeye hareket etmesini bekliyor ve sonra yavaşça diğer köşeye bırakıyor. 2010 Dünya Kupası öncesi bu hareketin yasaklanması gerektiği tartışılıyordu. Penaltının kaleci için zaten zor bir durum olduğu ve bu hareketin kaleciyi daha da çaresiz bir hale soktuğu söyleniyordu. Hareket tam olarak yasaklanmadı. Hakeme sportmenliğe aykırı bir durum olduğunu düşünürse atışı iptal etme yetkisi verildi. Sportmenliğe aykırılık biraz göreceli de olsa bu vuruşu kılıfına uydurarak yapmaya devam edenler var. Neymar ise bir duraksamayla yetinmeyip bunu iki kere yapanlardan.
Bu hareketin bizdeki futbol jargonunda karşılığı “aşırtma”. Aşağıda da bunu Brezilya’da en güzel yapanlardan birisi olan Ronaldinho var.
Portekizli Ronaldo’nun ayağını topun üzerinden, topa dokunmadan bir sola bir sağa geçirmesini ezberledik. Bu hareketi en iyi yapanlardan biri Brezilyalı Ronaldo’ydu, bir ara Denilson bayrağı devraldı ama Robinho bu konuda uzmanlaştı.
Sokakta bize yapıldığında, daha çocuk yaşlarda öyle öğretildiği için, iki bacak arasında olduğunu zannettiğimiz namusu götüren bir hareket. Bazı yerlerde beşikten geçirme de deniyor. Brezilyalılar (Google’ın yardım ettiği kadarıyla biliyorum) kalem demişler. Nedenini bilmiyorum ama Neymar bu işte usta onu biliyorum. Karşısındaki çarşıya pazara gönderiyor.
Biz bunu İlhan Mansız hareketi diye biliyoruz. Tarihin belki en iyi sol beklerinden Roberto Carlos’a yapması da ayrı bir anlamlı. Kendi silahıyla vurulma bu olsa gerek.
Topa bir kere vuruluyor, top defans oyuncusunun başının üzerinden geçiyor, defans oyuncusunun diğer tarafında top tekrar kontrol ediliyor. Birkaç defa üst üste yaparsanız karşınızdaki oyuncunun ya başı dönüyor ya da utancından sahayı terk ediyor. Neymar Brezilya’dayken bu hareket yüzünden Santos maçlarında kavga bile çıktığı oluyordu. Aşağıdaki videoda Neymar bunu üst üste iki defa aynı futbolcuya yapıyor.
Aslında Gol de Peixinho yere paralel “uçarak vurulan kafayla” atılan goller için de kullanılıyor. Ama asıl çıkış noktası, kolayca ayakla vurulabilecek toplara yine balık gibi yere doğru atlayıp kafa vuruşu yapmak. Bu tip goller bazen rakibi delirtebiliyor, en terbiyesiz olanı da aşağıda.
Not: Bunlar ve daha fazlasına bu siteden ulaşabilirsiniz.
Janet Frame ile tanışmamız şöyle oldu: Ben onun bir kitabını gördüm kitapçıda. Adı Bir Başka Yaza Doğru olan bir kitap. Raftan alıp karıştırdım biraz bu kitabı. Sonra da hemm deyip geri yerine koydum. Aradan aylar geçti. Bir gün bu kitabın adı aklıma takıldı. Yahu ben bu kitabı niye almadım ki, diye düşünüp yeniden kitapçıya gittim. Bir şekilde kitabı edinip, okumaya başladım. Şimdi uzun uzun kitabı anlatacak, övecek değilim. Ama Janet Frame başka bir yerden sesleniyordu, bundan emindim.
Geçen gün, film arşivi yapmaya çalışırken, Bertrand Blier filmlerinden yola çıkıp gizemli bir şekilde Jane Campion’ın filmlerine vardım. Sonra açtım klasörü, kalmış mı acaba izlemediğimiz Jane Campion filmi diye bakınmaya başladım. Piyano ile ortalığı kasıp kavuran, Bright Star ile bizi burkan bu kadın neler yapıyor acaba derken 1990 yılında çektiği bir filme denk geldim: An Angel at My Table.
Ne güzel bir film adıymış, ben bunu izlemedim mi yahu derken bir de baktım meğerse film Janet Frame’in hayatını anlatıyormuş. Daha doğrusu üç tane kitabı üzerinden (bu üç kitaptan ikincisi An Angel at My Table oluyor) bir Janet Frame biyografisi ortaya çıkarıyormuş. Janet Frame beni ikinci kez güzel bir isimle avlamıştı. Filmi izlemeye başlar başlamaz da tekrar Bir Başka Yaza Doğru geldi aklıma. Oradaki göçmen kuş durumunu, Grace’in hepimiz için sıradan sayılabilecek ufak bir yolculukta ne çileler çektiğini, kendi kendini nasıl tükettiğini hatırladım.
Janet Frame’in hayatı her zaman için kitaplarından daha ilgi çekici olmuş. İşte tam da bütün hayatını akıl hastanesinde geçireceğini zannederken yazdığı kitabın ödül aldığını öğrenen Frame, biraz da şans eseri hastaneden çıkıp hayatına geri dönüyordu. Tabii öyle “yaşasın hayat” türünde bir geri dönüş değildi bu. Ama hayatının geri kalanına baktığımızda epeyi mutlu bir durumdan söz ediyoruz aslında. Zira sürekli yanlış teşhis konulması nedeniyle şizofren olduğu zannedilen, bu sebeple uzun süre hastaneye kapatılan; fakat Londra’da adam gibi bir doktora görününce şizofren olmadığı anlaşılan bir kadından bahsediyoruz.
Janet Frame epeyi çekingen bir insan olduğu için biraz kişisel bulduğu Bir Başka Yaza Doğru’nun ölümünden sonra yayınlanmasını istemişti. Aslında film yani An Angel at My Table, Bir Başka Yaza Doğru’nun daha düz çizgisel hali. Ve bütün kitaplarını okumasam da, Janet Frame’in asıl yapmak istediği şeyi Bir Başka Yaza Doğru’da yaptığına inanıyorum: Gerçekliğin yapısıyla oynayıp yazmak denen şeyin öyle zannedildiği gibi bir serüven değil, köklü bir vazgeçiş olduğunu gösteriyor Janet Frame. Fakat bu, hayattan değil, hayatın gerçekliği denen şeyden vazgeçmek oluyor. İşte Jane Campion’ın filminin “eksik” olma nedeni de biraz bu. Jane Campion, Janet Frame’in yazarken yapmaya çalıştığı şeyden çok ne badireler atlattığına odaklanıyor. İlgilenenler için bu da değerlidir tabii ama sırf ilginç bir hayatı var diye Janet Frame’e odaklanmak büyük haksızlık olur. Jane Campion da az da olsa bunu yapıyor maalesef. Yine de, film Janet Frame’in acılarına odaklansa da, özellikle yazarın kitapları eşliğinde1 An Angel at My Table’a dalmak ilgilenenler için tatmin edici sonuçlar ortaya çıkarıyor.
Küçükken Brontë kardeşlere özenip kardeşiyle birlikte yazmaya başlayan Janet Frame hayatının sonlarına doğru bütünüyle bir ustalığa ulaşan yazarlardan biri oldu. “Neredeyse Virginia Woolf” denmesi bir açıdan doğru. Ama Frame’deki farkı yaratan o kırıklık Jane Campion’ın filminde net bir şekilde karşımıza çıkıyor. (Filmin tek başarısı da bu aslında.) İşte bu kırık durum, Janet Frame’in alâmetifarikası oluyor ve hiç eskimiyor. Zira kırık olan bitmez. Kırık hep bir yerde durur. Janet Frame’in her şeyiyle kırık olan hayatı ve yazarlığı merdivenlerden sonra başlayan küçük bir iç deniz gibi. Gördüğünüzde şaşırsanız mı, üzülseniz mi bilemiyorsunuz. Belki de ikisini birden yapmak lazım.
Yazıhane’de bu yazı temposuna biz de alışık değiliz, başımız döndü açıkçası. Bir grup yuvarlak masada ödülleri paylaştırırken, diğer köşede başka bir grup her seri için değerlendirmeleri yetiştirmeye çalışıyordu. Bu sırada Atlas da defterine not aldığı oyunları kesip biçip anlatıyor. Takibi kolay olsun diye çıkanları burada topluyoruz. Listelerin playofflar boyunca güncellenmesi kuvvetle muhtemel. Keyifli okumalar!
NBA Sezon Ödülleri: Gerçek Bir Demokrasi Şöleni
L’equipe | Spurs – Heat | Her Şey Aydınlandı mı? |
Murat Can Ege | Pacers – Wizards | “Bir Şekilde” Pacers |
Atlas Sepet | Heat – Brooklyn | Playa o Muerte! |
Orkun Çolakoğlu | Spurs – Blazers | Portland Portland Gibi Oynarsa… Yetmez! |
Alp Akbulut | Thunder – Clippers | Yedi Maç Verin Bana |
Atlas Sepet | Pacers – Hawks | Makina Soğuk |
Yiğiter Uluğ | Heat – Bobcats | Ciğercinin Kedisi ile Sokak Kedisi |
Murat Can Ege | Raptors – Nets | Tecrübesiyle Nets |
Kaan Kural | Bulls – Wizards | Chicago Yapabilse, Washington Bilebilse |
Orkun Çolakoğlu | Spurs – Mavericks | Ayrı Dünyaların Takımları |
Alp Akbulut | Thunder – Grizzlies | Varan 3 |
Sedat Koç | Clippers – Warriors | Taşlı Sopalı |
İnan Özdemir | Rockets – Blazers | Kaybetmek İçin Yaşamak |
Spurs | Devr-i Daim Makinesi |
Pacers | 2 Ters 1 Düz |
Wizards | Ariзa |
Rockets | Şıracı & Bozacı |
Heat | Apotheosis |
Clippers | Gryphus |
Bobcats | Koca Al Düşerken |
Warriors | 40 Şutörler |
Hawks | -%50′nin Altında 82 Fersah |
Mavericks | 2011 Hatırası |
Blazers | Portland Hücumundan Manzaralar |
Atlas Sepet | Geldik mi? |
Atlas Sepet | 50 Maç |
1 Haziran | #160 | Clippers’ın satışı, Dave Joerger ve Memphis, Randy Wittman ve Washington, NBA konferans finalleri ve San Antonio – Miami finaline ön bakış… |
24 Mayıs | #159 | NBA Draft lotaryası, koç transferleri, konferans finalleri… |
9 Mayıs | #158 | Mark Jackson’ın kovulması ve konferans yarıfinalleri saha değiştirirken son durum… |
5 Mayıs | #157 | Biten ilk tur serilerinin değerlendirmesi ve konferans yarıfinallerine ön bakış… |
29 Nisan | #156 | Donald Sterling meselesi ve beşinci maçlardan önce ilk tur serilerindeki durum… |
24 Nisan | #155 | İkinci maçların ardından ilk tur serilerindeki durum… |
18 Nisan | #154 | Playoff ilk tur serilerine ön bakış… |
12 Nisan | #153 | Normal sezon ödülleri, All-NBA takımları… |
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane