Ricky Rubio’ya olan destek farklı mecralardan da olsa sürüyor. George Karl’la1 birlikte en ilginç şey bir liseliden çıktı. Bu hanım kızımızın Rubio’yu dört yıldır takip ediyor olup, yaşı gelince niyetini ortaya koyması mı, odasında aynı zamanda Calderon forması ve Griffin posteri bulundurması mı ya da yaptığı detaylı çalışma mı daha acayip bilemiyorum ama asıl yıldız kesinlikle peder bey nazarımda. 10 Things I Hate About You’daki Amerikan baba, bu da Amerikan baba (aksan kendini ele veriyor gerçi). Taşfırın erkeği Haluk bu durumda haklı açıkçası, bababababababababa…
Kieslowski 13 Mart 1996’da aramızdan ayrılmıştı. Ben o zamanlar Kieslowski’nin dahil olduğu bir dünyanın parçası değildim, çok sonraları TRT 2’nin kıyağı ile girdiğim Dekalog’la başladığım serüvende hala sadece o dünyanın alıntılarından etkilenme kısmındayım. Belki bir gün kapıdan içeri girebilirim. Belki siz çoktan içerdesiniz, bilmiyorum, yine de buyrun, bir sandalye çekin, bir kahve hazırlayın…
“Hayattaki pek çok şey, kahvaltıda elinize kimin vurduğuna bağlıdır. Bu da babanızın, büyükbabanınız, büyükannenizin, genel olarak soyunuzun kim olduğunu gösterir. Dört yaşındayken, kahvaltı masasında yaramazlık yaptığınız için elinize vuran kişi, daha sonra da başucunuza ilk kitabı koyan ya da onu Noel armağanı olarak veren kişidir…”
“İçinde yaşadığım dünya, arkadaşlarımın dünyası, bisikletler, koşuşturmalar, kayaklarla kaymalar, bunlar gerçek dünyaya aittiler. Kitapların dünyası da bana eşit oranda çekici görünüyordu, her tür maceranın dünyası. Bu dünyanın sadece Camus ve Dostoyevski’nin dünyası olduğu doğru değil. Onlar da bu dünyanın bir parçasıydı ama bu dünya aynı zamanda kovboy ve Kızılderililerin dünyası, Tom Sawyer ve bütün o kahramanların dünyasıydı. Dostoyevski’den mi yoksa kovboyların maceralarını yazan üçüncü sınıf Amerikalı yazarlardan mı daha fazla şey öğrendiğimi kestiremiyorum. Bilmiyorum…”
“Anne babayla ilişkiler hiç adil değil. Onları en iyi durumlarında, en enerjik hallerinde, en hayat dolu zamanlarındayken tanıyamıyoruz. Ya da o kadar ufağız ki onların farkına varmıyoruz. Sonra büyümeye ve bazı şeyleri anlamaya başlıyoruz ama onlar yaşlanmış, önceden sahip oldukları enerjiyi yitirmiş oluyorlar. Gençken oldukları kadar yaşama tutkusuyla dolup taşmıyorlar. Hayal kırıklığına uğramış, başarısızlığı tatmış oluyorlar. Yeterince acı çekmiş oluyorlar. Benim annem babam olağanüstüydü. Harikaydılar. Sadece onları tanımam gereken zamanda tanıyamadım. Aptallık etmişim.”
“Bazı filmler güzel olduklarından aklımda kalmıştır. O filmleri çok iyi hatırlıyorum, çünkü bütün hayatım boyunca böyle bir şeyi asla yapamayacağımı düşünürdüm. Bunun sebebi parasızlık ya da gerekli teknik araçlara sahip olamamam değil, yeteri kadar hayal gücüm, zekam ve yeteneğimin olmamasıydı. Her zaman kimsenin asistanı olmak istemediğimi söylemişimdir. Ama mesela Ken Loach istese seve seve kahvesini yaparım. Kes’i sinema okulunda gördüğüm an bunu anladım.”
“Senaryo ve yönetmenlik dersi verdiğim genç meslektaşlarımı kendi hayatlarını incelemeye teşvik ediyorum. Bunu herhangi bir kitap ya da metin için değil, kendileri için yapmalılar. Onlara her zaman, bugün, bu insanların arasında şu sandalyenin üzerine oturmanıza sebep olan hadiselerin neler olduğunu düşünün diyorum. Neler oldu? Sizi buralara ne getirdi? Başlangıç noktası budur.
“Sıkıyönetim dönemi sırasında siyasetin çok da önemli olmadığını anladım. Siyaset bir bakıma tabii ki nerede olduğumuzu, ne yapmaya iznimiz olduğunu ya da olmadığını tanımlayabiliyor, ama gerçekten önemli insani sorunları çözmüyor. İster komünist ister kapitalist bir ülkede yaşayın, siyaset hiçbir zaman şunları cevaplamıyor. Hayatın gerçek anlamı nedir? Neden sabahları uyanıyoruz?”
“Genç meslektaşlarıma hep şunu söylüyorum. “Bir filmde çakmak çaktığınızda, bu çakmağın çakıldığı anlamına gelir ve çakmak çakılmadıysa bu çakmak çalışmıyor demektir.” Başka bir şey demek değildir ve olamaz da. 10 bin kerede bir başka bir anlama gelirse, birisi çok büyük iş başarmış demektir. Bu mucizeyi bir kez Orson Welles gerçekleştirdi.”
“Benim ilk filmimden son filmlerime kadar hepsi, pusulalarını şaşırmış, nasıl yaşamaları gerektiğini bilmeyen insanlar üzerinedir. Bütün bunlar neden? Neden sabah kalkıyoruz? Neden akşamları yatıyoruz? Sonra yine niye kalkıyoruz? Bir uyanışla diğeri arasındaki vakti nasıl geçirmeli? Sabahları huzur içinde traş olmak ya da hazırlanmak için zamanımızı nasıl değerlendirmeliyiz gibi çok temel sorulara cevap arayan insanların öyküsü…”
Kaynak: Kieslowski Kieslowski’yi Anlatıyor (Danusia Stok, Agora Yayınları)
Tam 16 yıl önce Murat Murathanoğlu, televizyon ekranlarında “Kupa bizim, kupa bizim, kupa bizim” diye haykırıyordu. Haklıydı, Türkiye basketbolda Avrupa’da ilk kez gülüyordu. Efes Pilsen üç yıl önce Aris karşısında ucundan döndüğü zafere sonunda ulaşmıştı.
Koraç Kupası’nda finale yükselen lacivert-beyazlılar, 6 Mart’ta Abdi İpekçi Spor Salonu’nda oynanan ilk maçı 76-68 kazanarak rövanş için sekiz sayılık bir avantaj ele geçirmişti. Bir hafta sonra İtalya’daydı Biracılar. Her şey istedikleri gibi gidiyordu. Derken lacivert-beyazlıların heyecanlarına kapılması bir anda rövanşın içine limon sıkıyordu. Yanlış bir iki tercih yürekleri ağızlara getiriyor, Gentile’nin son saniyede bulduğu üçlükle karşılaşma 77-70 Stefanel Milano lehine bitse de 13 Mart 1996’da “kupa bizim” oluyordu…
Zamanında Rollerball diye bir film izlemiştim. Yok işte geleceğin sporu falan tantanasında bişiydi. Malum gelecek için şu anda var olan her şeyin aşırılaşacağı şeklinde bir genel kanı var. Bu filmde de işte şiddet vs iyice artıyor, insanları sportif açıdan tatmin etmenin aşırılık gerektireceği yargısıyla ölümlerin falan olduğu tuhaf bir oyunu anlatıyordu. Film sıkıydı aslında. Ya da çocukken iyi sanmıştım emin değilim. Gerçi yeniden de çektiler 2000’lerin başında. Demek ki malzemede bir şeyler varmış.
Geleceğin sporlarında şiddetin aşırılaşması ögeleri başka kurgularda da işlendi defalarca. Ancak bunu kurgu yerine gerçek hayata dökmeye kalkan bir grup varmış da bizim haberimiz olmamış meğer. Ultimate Tak Ball diye bir spor icat edilmiş Kuzey Amerika’da. Şimdilik 4 profesyonel takımı var. Aşırılık konusunda son dönemde dünyayı değişik şekillerde şaşırtan Uzakdoğu’da da bayağı bir popülarite kazanmış. Los Angeles, Toronto, Philadelphia ve San Diego’daki 4 takım düzenli olarak Bangkok, Singapur vs gibi şehirlerde maç yapıyor.
Sporu anlatmıyorum, yukarıda zaten kendisini ifade ediyor yeterince. Youtube’da daha çok klip var isteyen bakabilir. Benim bu arkadaşlara tek diyeceğim zamanında biz de o 9 voltluk pillerin tepedeki iki kutbunun arasına dilimizi sokar, elektrik şokunu alıp titreyince ehüheheüe diye gülerdik. Sonra ilkokula başlayınca bıraktık…
The Smiths Documentary
These Things Take Time
(Granada TV production for ITV 1, UK)
Bildiğim kadarıyla irili-ufaklı, uzun-kısa, iyi-kötü birçok The Smiths belgeseli mevcut. Bu da onlardan biri. Farkı; Morrissey’in kişiliğine, karakterine biraz daha eğilmiş olması, karanlık tarafına biraz daha gerçekçi bir ışık tutması. İyi seyirler…
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane