Skip to content

Mayıs 15, 2012

İyi ki Doğdun Miki Fare!

15 Mayıs 1928’de dünya yeni bir çizgi film karakteriyle tanışıyordu. Yeni kahramanından umutlu olan Walt Disney, Plane Crazy ile beklediğini alamıyordu. Pek beğenilmeyen film, dağıtıcı bulamamıştı. İkinci prodüksiyonu The Gallopin’ Gaucho’yu bir sonraki yıla kadar bekleten yapımcı, Allah’ın hakkı üçtür diyerek, üçüncü çizgi filmiyle turnayı gözünden vuruyordu. Streamboat Willie ile 18 Kasım 1928’de benim diyen Walt Disney, 1947’ye kadar kendi seslendireceği karakteri Miki Fare’nin ilk göründüğü Plane Crazy’yi 17 Mart 1929’da yine fırına veriyordu.

Her çocuğun gönlünün sultanı, bir sonbahar günü popüler olsa da ilk defa 84 yıl önce insanlığa merhaba demişti. Walt Disney Şirketi’nin dünyanın en sevimli faresinin doğumgününü 18 Kasım’da kutlamasıysa tamamen duygusal olsa gerek!

Mayıs 13, 2012

“Basketbolun 7’nci Harikası”

Hiç şüphe yok, Memphis Grizzlies – Los Angeles Clippers serisi 2012 NBA Play-off’larının ilk turuna damga vurdu. Farklı yollardan gelen, farklı kimlikleri olan iki takım Batı Konferansı yarı finalinde San Antonio Spurs ile eşleşen takım olmak için bugün yedinci maça çıkacak. Bu akşam saat 8’de. Bir “Game 7”. Sloganımız, her zaman olduğu gibi, “Win or Go Home…”

Bu büyük kapışma öncesi Kaan Kural’ın 2004’te Miami-New Orleans serisinin yedinci maçı öncesi yazdığı yazıya dönelim. İsimler farklı, tarih farklı, takımlar farklı ama Game 7’ın özü aynı. İşte Kaan Kural’ın yazısından bir bölüm:

“…bu bir yedinci maç. Burada mesele basketbol falan değil. Bu başka bir şey. Başka bir hikâye. Bu, iki tane çok kararlı takımın, altı değişik cephede savaştıktan sonra yenişemedikleri için son bir kez düelloya çıkışları. Yağmurda, karda, dağda, ormanda, her şartta, her tür farklı ekipmanla savaştılar. Üçer kez zaferi tattılar, üçer kez yenilgiyi… Farklı skorlar oldu, son saniye basketleri. Yıldızlar sahne aldı, fazla kullanılmayan bench oyuncuları clutch sayılar üretti. Sakatlıklar yaşandı, bireysel rekabetler…

Bu takımlar 17 gündür birbirleriyle yatıp kalkıyorlar. Zaten yeni scouting teknikleri sayesinde daha sahaya çıkmadan, karşılarına gelecek oyuncuların alçak postta top aldığında ne tarafa hereketlenmeyi sevdiğinden, çayı kaç şekerli içtiğine kadar her şeyi biliyor oluyorlar.

Bu iki takım çok uzun bir yoldan geliyor. Aynı acıları çekip aynı mutlulukları yaşadıkları için ister istemez çok şeyi paylaştılar. Şimdi biri, diğerinden ayrılmak zorunda. Ve evet, sanki hiç bitmeyecek gibi süren bu macerada birinin kalması, diğerinin devam etmesi gerekiyor. Hayatın döngüsü böyle. Biri artık gitmek zorunda. Hayatta kalan olabilmek için sonuna kadar savaşacaklarına eminim…”

Tamamını okumak isteyenler için: Basketbolun 7’nci Harikası

Mayıs 13, 2012

Pironi ve Gilles

Gilles Villeneuve’ün ölümü büyük bir sporcunun yitiminden çok daha ağır bir vakaydı. Ferrari şampiyonluk adayını, Enzo Ferrari de en sevdiği pilotunu yitiriyordu. Villeneuve’ün Ferrari’ye olan tutkusu ve Ferrari camiasının ona olan sevgisi karşılıklıydı. 1982 herkes için harika bir sezon olacağa benziyordu ama sonu bir kazayla geldi. Bu trajediyi daha ağırlaştıran şey Villeneuve’ün hayatını yitirdiği kazadan Ferrari’deki takım arkadaşı Didier Pironi’nin sorumlu tutulmasıydı.

Pironi, hızlıydı. Hem de çok hızlıydı. Jody Scheckter’ın koltuğunu kapacak, Gilles Villeneuve’ün aklını kurcalayacak kadar hızlıydı. San Marino GP’sinde takım arkadaşını, pit duvarından gelen direktiflere uymayarak geçtiği gün de hızlıydı. Anlaşması zor bir pilottu ve ayağını gazdan kaldırmasını sağlayacak çok az şey vardı. San Marino’da yaşanan olay, Villeneuve’ün bir daha Pironi’yle konuşmayacağını söylemesiyle bir skandala, sonraki yarış Belçika GP’sinin sıralama turlarında Villeneuve’ün 0.1 saniye önündeki Pironi’yi geçmeye çalışırken yaptığı kaza ile de büyük bir trajediye dönüştü. Villeneuve ölmüştü ve ikili arasındaki rekabeti yok yere kızıştıran Pironi, Formula 1 aleminde “persona non grata” haline gelmişti.

Genç Fransız, padokta istenmeyen adam haline gelmesinin yanında hiçbir zaman tam olarak anlaşılamamış bir pilottu. Villeneuve kazası ile içine düştüğü durumda da kendini bir türlü açıklayamadı. Ölen takım arkadaşına adadığı başarıları kimseye içten gelmedi. Hala çoğu kişi için büyük bir sahtekardı ve Villeneuve sonrası şampiyonluğa yarışıyor olması bu görüşü değiştirmiyordu. 2004 yılında kendisi üzerine yazılan biyografinin arka kapağındaki kelimeler de o dönem edindiği imajını anlatıyordu: bencil, kibirli ve acımasız. Kendi biyografisinin arka kapağı, başka herhangi bir kitap değil.

1982 sezonunda şampiyonada liderliğe yükselen ilk Fransız olmuştu ve şampiyon olan ilk Fransız olmaması için bir neden yoktu. Kimse onu sevmiyor, saygı duymuyordu ancak aynı kişiler sahip olduğu hızı şaşkınlıkla izliyordu. Ailevi sorunları ve yine pist üzerinde tanık olduğu ölümler 1982 sezonunda yaşadığı özyıkımın bir parçasıydı ama şampiyonluk yarışından kopmasına neden olacak kadar güçlü sorunlar değillerdi. Onun şampiyonluk umudunu bitiren asıl şey Almanya GP’sinde yaptığı kaza oldu. Yoğun bakımda birkaç gün ve 40’ın üzerine ameliyat geçirdi. Şampiyona lideriyken son beş yarıştan çekilmek zorunda kaldı ve Keke Rosberg tek galibiyetini son yarışta alarak gazı kaçık bir şampiyonluk elde etti.1 Bu hayal kırıklığının üzerine, Pironi bacaklarındaki hasar yüzünden bir daha Formula 1’de yarışamayacağını öğrendi. Yarış heyecanını farklı serilerde aramaya başladı. 1987’de Off-Shore yarışlarında yaptığı kazada hayatını kaybetti. Ölümünün ardından hamile eşi, ikiz çocuklarına isimlerini verdi: Didier ve Gilles.

  1. Didier’nin son 5 yarışa katılamamasına rağmen Rosberg ancak son yarışta şampiyon olabildi. []

Mayıs 10, 2012

Berlin’de 232.77 °C

Bir distopya klasiği olan Fahrenheit 451, bize hiç değilse bir şeyi öğretmişti: Kitapların ne kadar sıcaklıkta yanacağını. Ray Bradbury’nin tek solukta okunan başyapıtı, birçoklarını Fahrenheit’la tanıştırmış, ardından hesap yaptırmıştı. Kitaplar 232.77 °C’de tutuşuyordu…

Nazilerin iktidara gelmesiyle birlikte sertleşmeye başlayan iklimin kasıp kavurduğu günlerdi. Yahudilere önce entelektüel düzlemden başlayan saldırıların üzerinde daha dumanlar tütmese de Almanya’da bazıları için nefes almak her geçen gün daha fazla zorlaşıyordu.

Alman dili ve edebiyatını arileştirmek isteyen milliyetçi öğrenciler, üniversite şehirlerinde büyük bir eylem hazırlığındaydı. Kimi kentlerdeki hava muhalefeti planlara mani olurken, 10 Mayıs 1933’te Berlin alev alevdi. 40 bini aşkın insan kitapları yakıyordu.

Tam bir karnaval havası esiyordu Opera Meydanı’nda. Söz alan dokuz sözcü, o insanlık mirasının önemli kilometre taşlarının neden ateşlere atıldığını anlatıyordu. İlk olarak Karl Marx ile Karl Kautsky’nin kitapları fırlatılıyordu. Yoksa şaşırdınız mı… Onları, Heinrich Mann, Erich Kästner, Sigmund Freud, Erich Maria Remarque ve diğerleri izliyordu. 25 bin kitap cayır cayır yanıyordu…

Törenin sonunda söz alan Joseph Goebbels, Yahudi entelektüelliği döneminin kapandığını müjdeliyordu. Geçmiş alevlerde kaderine terk edilirken, geleceğin yüreklerinin aleviyle yaratılacağını haykırıyordu…

Basılmamış kitapların toplatıldığı bir ülkede yaşasak da yine de son sözü eserleri yakılanlardan Heinrich Heine’ye bırakmalı: “Eğer bir yerde kitapları yakıyorlarsa, orada eninde sonunda insanları da yakacaklardır.”

Mayıs 9, 2012

Ulrike Hâlâ Bağırıyor

“Şimdiden cesedimi kaçırıp saklamanızı, avukatlarımı engellemenizi görür gibiyim. Hayır, Ulrike Meinhof’u göremezsiniz. Evet, kendini astı. Hayır, otopsiyi izleyemezsiniz. Hiç kimse izleyemez. Sadece hükümetimizin bilirkişisi, o da zaten kararını verdi, Meinhof kendini astı. Ama boynunda asılma izi yok… Boynunda hiçbir morarma lekesi yok… Buna karşılık tüm vücudu çürük içinde…”

Dario Fo, unutulmaz Ben Ulrike Bağırıyorum adlı oyununda böyle konuşturmuştu Meinhof’u. Rosa Luxemburg’dan sonra Alman topraklarının çıkardığı en heyecan verici kadındı şüphesiz. Beşinde babasını, on dördünde annesini kaybeden çocuk durmamaya niyetliydi. Sosyalist Alman Öğrenci Birliği’nin en aktif üyesi, Konkret dergisinde yazdığı yazılarla dikkat çekiyordu. Editörlüğünde derginin çizgisi giderek sertleşirken, zehir zıkkım yazıların altında imzası olan isim giderek daha da radikalleşiyordu.

Sonrası malum. Andreas Baader’i hapisten kurtarma planının mimarı, Kızıl Ordu Fraksiyonu’nu kurduğu dava arkadaşıyla birlikte Almanya’yı kana bulamıştı. 1972’de tutuklanan Meinhof, 9 Mayıs 1976’da ölü bulunmuştu. Boynundaki ipi kimin çektiği hâlâ tartışıladursun, 2002’de gazeteci olan kızı Bettina Röhl, annesinin beyninin Tübingen Üniversitesi’nde incelendiğini ortaya çıkarmış ve beynin mezara gömülmesini sağlamıştı.