Raymond Carver yaşasaydı bugün (25 Mayıs) 74. doğum gününü kutluyor olacaktı. Carver ya da hayatına girmiş herhangi biri, bir köşeye geçip de onun 74 yaşındaki halini gözünde canlandırmaya çalışmış mıdır acaba? Ağustos 1988’de akciğer kanserine yenik düştüğünde, 50 yıl yaşadığına bile ikna olmazdı muhtemelen.
Denemelerinin birinde Flannery O’Connor, bir yazarın hayatında yirmi yaşına bastıktan sonra fazla bir şey olması gerekmediğini söyler. Hayal dünyasını yaratan birçok şey zaten o yaşa kadar vuku bulmuştur. Gerekenden fazlası, der. Yazara, yaratıcılık hayatının sonuna değin yetecek kadar şey. Bu benim için doğru değil. Şimdilerde beni öykü “malzemesi” olarak çarpan şeylerin neredeyse tümü, yirminci yaşımdan sonra başıma geldi. Hayatımın baba olmadan önceki kısmıyla ilgili pek fazla şey hatırlamıyorum. Aslında yirmi yaşında, evli ve çocuk sahibi olana dek, hayatımda herhangi bir şey olmuş gibi hissetmiyorum. Sonra bir şeyler olmaya başladı.
En az öyküleri ya da şiirleri kadar değerli denemelerinden biri Fires. Yukarıdaki pasajı adını bu denemeden alan kitaptan az önce çevirdim.1 Tabii ki içime sinmedi. Fires (deneme olan) sayesinde görünüşte en basit cümleleri, o vurucu hikayelere dönüştüren yazarın hayatındaki ateşi harlayanları aramaya koyuluyoruz. En büyük ilham kaynağının çocukları olduğunu söylüyor. Fakat bununla beraber iki ismi zikretmeden geçemiyor.
Çocukluğunu geçirdiği ve ilk eşiyle tanıştığı Yakima’dan, California’da Chico’nun dağ eteklerindeki Paradise diye anılan bir yere taşındıklarında Carver çalışmakla yetinmez. Bir de üniversiteye kapak atar. Chico State Üniversitesi’nde aldığı kurguya giriş dersinin hocası John Gardner andığı ilk kişi. O güne kadar roman yazmış birini tanımayan Carver için önemli bir eşik, her ne kadar Gardner’ın yazdığı romanlar yayınlanmamışsa da. Gardner ilk derslerinden birinin ardından, yeni gelen öğrencileri etrafına toplayıp hangi yazarları okumaktan hoşlandıklarını sorar. Aldığı cevaplardan sonra, içlerinden hiçbirinin gerçek bir yazar olmaları için gereken ateşe sahip olmadığını söyler ve farkında olmadan Carver’ın içindeki ateşe bir odun da o atar. Diğer ilham kaynağı ise elbette Gordon Lish. Carver’ın editörü. Més que un editor.
Gardner’la tanıştıktan on yıl sonra Carver hala çocuklarıyla uğraşıyordu. Arada sırada fırsat bulursa, oturup bir öykü veya şiir yazıyordu. Bir öyküsünü Esquire’a gönderdi. Tek beklentisi, böylelikle onu bir süreliğine unutabilmekti. Ama öykü bir mektupla birlikte geri dönecekti. Arayan Lish’ti. Pardon, mektubun sahibi dergi editörlerinden Lish’ti: “Öyküyü geri çeviriyorum, ama yazdığın başka şeyler varsa görmek isterim.” Öyküyü ‘istemeden de olsa’ geri çevirmiyordu, sadece geri çeviriyordu. O günden sonra Carver elindeki her şeyi, Lish’e göndermeye başladı.
The Neighbors adını verdiğim bir öykü yazıyordum. Nihayet öyküyü bitirdim ve Lish’e yolladım. Hemen ardından Lish’in mektubu geldi. Öyküyü çok beğendiğini, adını Neighbors olarak değiştirdiğini ve dergidekilere öykünün satın alınmasını önerdiğini yazıyordu. Öykü satın alındı, dergide yayınlandı ve öyle görünüyordu ki, hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.
Gardner, Carver’ın bir öyküsünde 25 kelimeden oluşan bir cümleye rastlarsa aynı şeyi 15 kelimelik bir cümleyle anlatmasını isterdi. Lish ise 15 kelimelik bir cümleye rastlarsa, onu 5 kelimeye indirirdi. Yorucu bir süreçti, başlarda yazarı ihya etse de zaman geçtikçe ondan bir şeyler alıp götürdüğünü hissettiren bir süreç. Yeri geliyor, Carver kendi yazdığı öyküyü bir dergide ismi, karakterlerinin isimleri ve sonu değişmiş bir halde görüyordu. Hayatındaki en girift ilişkiydi. Belki edebiyat tarihinin içinden çıkılması en güç yazar-editör ilişkilerinden biriydi. Carver’ın ölümünden sonra eserlerinin el yazması versiyonları sergilenince tartışmalar yeniden alevlendi.23 Öykülerin Lish’in eline geçmeden önceki halini görenler, onun bir editörden ziyade bir vantrilok gibi çalıştığını söylüyordu. Çok şükür, her ne olduysa iyi sonuç vermişti. Bu süreç bize öykülerin, anlatılan şeyler olduğunu yeniden hatırlatan eşsizlikler olarak geri döndü.4
Yukarıda gördüğünüz gibi “What We Talk About When We Talk About Love” adıyla nam salmış kitabın editör eli değmemiş kopyaları, 2009 yılında Carver’ın verdiği adla yeniden yayınlandı. Bense rivayete göre Lish’in en çok müdahil olduğu, erken dönem Carver öykülerinden birinin ses kaydını paylaşarak geride kalan günü kutlayacağım. Dosya WordPress’e fazla büyük geldiğinden, böyle vermek zorundayım.
Anne Enright reading Raymond Carver’s Fat
James Harden, izlerken bir sonraki adımını merak ettiğiniz oyunculardan. En iyi değil, en yetenekli değil, en hızlı değil fakat onda farklı bir şeyler var. O “bir şeyler” parkede Harden varken başka yere kafanızı çevirmenizi engelliyor. Aynı Manu Ginobili gibi. Boston Globe yazarı Bob Ryan, Manu Ginobili için “Oyun stili ile 60’lara çok yakışırdı” demişti, bir keresinde. Bu tüm NBA tarihini değiştireceği gibi, efsane Amerikalı yazar Frank Deford’un anıtsal bir Manu yazısı kaleme almasına da sebep olurdu, hiç kuşkusuz…
Harden-Ginobili benzerliklerinin tartışıldığı, Oklahoma-San Antonio serisinin yaklaştığı şu günlerde nefis bir video yapmışlar:
Sadece bir parodi olmasına rağmen, sözlerde haklılık payı var. Şarkıyı yeniden düzenleme işini, üniversite şenliklerinde maruz kaldığımız onlarca gruptan daha iyi kıvırmışlar. Abinin tipi de bu iş için gayet başarılı. Ayrıca şuradan gerçek bir Lakers taraftarı olduğunu anlıyoruz. Harun Kolçak eşliğinde başarısız geçen play-off ardından, camianın yeni sesi olmaya aday.
You didn’t have to take that shot.
Just drive the lane and dump it off to either Pau or Bynum.
Those two guys are really tall,
And when you keep it for yourself we never score enough.
You didn’t have to hog the ball.
You’re triple-teamed so kick it out to either Blake or Sessions.
I know that they don’t shoot so well,
But you’re really not the Kobe that we used to know.
Benetton ailesinin çekilmesiyle beraber, Treviso’da bir devir kapandı. Pallacanestro Treviso tarihinin önemli isimleriyle üç dakikada kulüp tarihine keyifli bir yolculuk var yukarıdaki videoda. Açılışın Riccardo Pittis’ten, kapanışın Maurizio Gherardini’den olması da güzel detaylar. Tüm liste sırayla şu şekilde:
Riccardo Pittis, Petar Skansi, Massimo Minto, Mario De Sisti, Paolo Vazzoler, Nikos Zisis, Denis Marconato, Petar Naumoski, Matteo Soragna, Marco Mian, Oktay Mahmuti, Tyus Edney, Jasmin Repesa, Boki Nachbar, Adriano Zin, Nino Pellacani, Massimo Iacopini, Davide Croce, Davide Bonora, Lele Molin, Zelimir Obradovic, Marco Mordente, Marcelo Nicola, David Blatt, Alessandro Gentile, Jorge Garbajosa, Zeljko Rebraca, Andrea Niccolai, Alberto Vianini, Francesco Cuzzolin, Andrea Gracis, Frank Vitucci, Marcus Goree, Sasha Djordjevic, Sani Becirovic, Massimo Bulleri, Gino Cuccarolo, Mike D’Antoni, Ettore Messina, Toni Kukoc, Vinny Del Negro, Andrea Bargnani & Maurizio Gherardini.
24 Mayıs 2003’te tüm Türkiye ekranları başına kilitlenmiş, Letonya’nın başkenti Riga’da düzenlenen Eurovizyon şarkı yarışmasını izliyordu. Everyway That I Can ile sahne alan Sertab Erener tarih yazıyordu.
Malum yıllardır içine kapanık bu toprakların Avrupa’ya açıldığı iki saha olmuştu. Sporda farklı mağlubiyetleri, ‘yenildik ama ezilmedikler’ kovalarken, müzikte ‘Türk’ün Türk’ten başka dostu yok’lar yıllarca ağızlarda çiğnenen sakızların içinden çıkmıştı.
Sporda tatsız skorların yerini başarılar almaya başlarken, 1997’de Şebnem Paker Eurovizyon’da Dinle diyerek üçüncü olduğunda birçokları iç sesine kulak vermemek gerektiğini anlamıştı. Galatasaray’ın Avrupa zaferini, Türkiye’nin Dünya Kupası’ndaki üçüncülüğü izlerken, müzik sahasında ‘ilk ona girme ancak puan al’lardan şaşmamıştık ta ki dokuz yıl önce bugüne kadar.
Demir Demirkan’ın imzasını taşıyan parçayla 167 puan toplayan Erener, Belçika ve Rusya’yı geride bırakarak ulusça beklediğimiz en büyük zaferlerden birini getirmişti. Hem kendilerine, hem Türkiye’ye puan vermeyen İrlanda jürisindeki aksaklıkları bahane eden Rusya’nın ‘birinciliği kaçırdık’ iddiası yine asırlarca sıcak denizlere inmek istediği topraklarda pek tanıdık olsa gerek.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane