Ali’nin ağır sıklet boksu ve ağır sıklet medyayı domine ettiği zamanlardaki en sevilen yönü şüphesiz ki sıradan insanların ağzı olabilmesiydi. Evet, çoğunlukla şov yapıyordu ama ana fikir hep tutarlıydı. 1960 Olimpiyatları’nda Roma’da kazandığı altını, Louisville’de bir restoranda kendisine siyah olduğu için ona servis yapılmadığı ve bir motor çetesi tarafından saldırıda bulunulduğu için nehre atma hikayesinin doğruluğu tartışılır,1 ama gerçek olsun olmasın böyle bir şeyi yapabileceğine herkesi inandırdı hayatının devamında. Burada daha güzel olan ise, hani şu hep bahsettiğimiz Olimpiyat ruhunun en somut örneklerinden birini Olimpiyat’ın kendisinden görebilmekti. Tam 36 yıl sonra, Atlanta’da Ali önce meşaleyi yaktı, sonra madalyasını geri aldı. Olimpiyat ve Ali görkemli bir barış yaptılar.
Ben çok küçük yaşta Muhammed Ali’nin bazı maçlarının bulunduğu bir beta kasede sahip olabildiğim için şanslıydım. 1996’da o zamana dek babamdan duyduğum nadir en güzel hikayelerden biri olarak aklımdaydı Olimpiyat altınının (kahvedekiler ınının diyor) nehri boylaması. Boksu çok severdim ve en sevdiğim boksör, ben doğmadan çok önce boksu bırakmış olmasına karşın, Ali’ydi. Ortada bir Parkinson durumu olduğunu biliyordum ama Parkinson’un ne olduğunu tam olarak bilmiyordum. Muhammed Ali’nin titreyen elleriyle yaktığı cismin göğe yükselip meşaleyi ateşlemesi müthiş bir andı benim için.
Açılış törenine bir gün kala Ali’yi anmaya bir vesile işte.
Klasik müzik hakkındaki bilgim çim hokeyi, Cobb-Douglas üretim fonksiyonu veya Hollanda peynirleri ile ilgili bilgim kadar. Neredeyse sıfır. Fakat Olimpiyat”ın müziğine can vermiş besteciler arasında diğerlerinden sıyrılan, içinde bulunduğu her ortamda olduğu gibi Philip Glass oluyor. Los Angeles 1984’te Olimpiyat ateşinin yakılması sırasında çalınmak üzere bestelediği The Olympian, 75. yaşı yedi düvelde coşkuyla kutlanmakta olan Glass’ın Olimpiyat ile ilk dirsek teması.
“Bize paylaşmakta olduğumuz insanlığı ve ortak kaderimizi hissettirmekte, Olimpiyat oyunlarının etkisiyle yarışabilecek bir şey düşünemiyorum. Meşale seremonisi ise benim için bunun, yani bu yöndeki ortak bilincimizin ikame edilemez bir sembolü. Elbette bir sanatçının böyle bir organizasyona kişisel bir katkı yapmak için teklif alması çok özel bir durum. Bu da benim için bu tecrübeyi, eşsiz biçimde zorlayıcı ancak bir o kadar da ilham verici kılıyor.”
Minimalizmin kralı Glass’ı anlatırken anahtar kelimelerden biri ‘tekrar’ malum, 2004’te evine dönen oyunlar için bir kez daha kapısı çalınıyor. Dünyaya George Harrison tarafından tanıtılan, doksanlarla birlikte ortak çalışmalara giriştiği sitarın dahi çocuğu Ravi Shankar gibi birçok ustanın elinin değdiği Orion ile Atina 2004’te de izini bırakıyor.
Oyunlar üzerinde güneş batmayan ülkeye dönünce, müzikal vaatler de tavan yapıyor haliyle. Peki açılış ve kapanış törenlerinde neler dinleyeceğiz? Olimpiyat klasiklerini üç aşağı beş yukarı biliyorsunuz. İlkokul koroları için Vardar Ovası ne ise, açılış töreni için de Spyridon Samaras’ın yazdığı Olympic Hymn o mesela. Cuma günü duyduğumuzda tanıdık gelecek ve 2016’da tekrar görüşmek üzere vedalaşacağız. Boşlukları doldurma işi bu seneki seremoninin sanat yönetmeni Danny Boyle’un sorumluluğunda. Ünlü yönetmenin en büyük yardımcıları ise yine -2007’de One Love’da insan gibi çalmayan- electronica ikilisi Underworld olacak. Daha önce Trainspotting başta birçok filminde olduğu gibi. Tabii bu yardım için acayip paralar da alacaklar. Zaten Olimpiyat’ın olayı bu değil mi?
Olimpik müziği klasik çizgiden uzaklaştırmak çok kolay bir iş değil, popüler şeylerin Olimpiyat’a özgü o asalet için fazla ucuz kaçacağı endişesi sanırım bunun sebebi. Barcelona 1992’yi açan Freddie Mercury güzel istisnalardan biri. Boyle’un basına sızan 86 şarkılık listesinde de vatanseverlik temalıları ayıklayınca güzel şeylere ulaşıyoruz: Britpop Tribute Night, 10 TL artı bir yerli içki! Sahura kadar çalıp ortamı ısıtacak Underworld’ün listesi , Sugababes’i falan görmezden gelin.
Olimpiyatlarda hiç maç kaybetmemişti ABD, 1972’de Batı Almanya’ya giderken. Basketbol takımının 36 yıllık olimpiyat tarihindeki en genç ekipti bu sefer yola koyulanlar. Başlarında Meksika ve Japonya’da altın madalyayı alan Oklahoma State koçu Henry Iba. Genç kadroda yokluğu en fazla göze batan isimse UCLA’in yıldızı Bill Walton. Koçu John Wooden, doktorunun tavsiyesi üzerine yazın dinlenmesi gerektiğini söylese de Walton’ın Birleşik Devletler’in Vietnam Savaşı’na girmesine tepki olarak milli formayı giymediği görüşünü de dile getiren çok.
Görece rahat geçen grup maçları ve Münih Katliamı’nın gölgesinde oynanan yarı finalden sonra Amerika Birleşik Devletleri’nin serisi 63 maça çıkmıştı. Bill Wallton gibi bir yıldızları yoktu, çok genç bir kadroyla oradaydılar, Henry Iba’nın parkeye yansıttığı savunma odaklı oyun hem modern basketbolun dışında kalmıştı hem de oyuncuların hiç alışık olmadığı bir düzendi. Ortam müsait görünse de 7 altın madalyalık serinin sonunun Sovyetler Birliği’ne karşısında gelmesi o gün isteyecekleri son şeydi.
“We played their game, the slow down game. We should have ran, and we’d have ran them back to Russia.”
Hawaiili guard Tom Henderson’ın da dediği gibi, Birleşik Devletler parkede doğruları yapan taraf değildi o gece. Yine de ikinci yarı on sayıya kadar çıkan Sovyetler farkı kapanmış ve üç saniye kala maç Doug Collins’in ellerine gelmişti. Çizgiden ıskalamayan Collins olimpiyat efsanesi olmanın eşiğindeyken hayatının en zor üç saniyesini geçirdi belki de. O üç saniyede yaşananları kelimelere dökmek zor ama son üç saniyede kavga dövüş yoktu; kan yoktu. Parkede de geçerli olan Soğuk Savaş’ın kurallarıydı…
Fotoğrafta boş kalan basamağın sahibi ABD kadrosuydu. Almayı kabul etmedikleri gümüş madalyaları 40 yıldır Lozan’da sahiplerini bekliyor. Fakat Kenny Davis’in söylediklerine bakılırsa, hiçbirinin aklından dahi geçmiyordur o madalyaya sahip olmak…
“I have placed it in my will that my wife and my children can never, ever receive that medal from the ’72 Olympic games.”
Zaman zaman, özellikle de sanat filmi denen şeyleri seyrettikten sonra anlıyorum hafif “ayıca” bir insan olduğumu. Nuri Bilge Ceylan’ın Üç Maymun’unu izledikten sonra “ee, yani?” diye boş boş bakmışlığım, sanat atölyelerine gidip “burada cidden bunu mu anlatmak istemiş şimdi?” diye hönkürdüğüm vâkidir. Lakin böyle bir şeye tepki bile veremedim.
Ablamız sanırım sıcak ramazan pidesinin tereyağı karşısında yaşadığı zorluklara dikkat çekmek için böyle bir yöntem seçmiş. Galiba Uğur Gürsoy yeni karakterini bu muhterem hanımdan yarattı.
Bu sanatsa ben yokum.
Not: Beni bu güzide eserle tanıştıran sevgili Yiğit Top’a teessüfler.
Tam 36 yıl önce Montreal’deki Forum’u dolduran binlerce izleyici, tarihe tanıklık edeceklerinden bihaber salondaki yerlerini almıştı. Takım yarışmalarında asimetrik paralelde yarışan Romanya takımından henüz 15’ini bitirmemiş ufak tefek bir kız inanılmaz bir performans sergilemişti. Yedi jüriden de 10 tam puanı kapan Nadia Comaneci, karaborsaya düşen biletler için 200 dolar ödeyenleri bile mest etmişti. İnsan yapımı elektronik skorbord, Nadia’nın mükemmelliği karşısında aciz kalmış ve sadece 1.00 gösterebilmişti, zira mühendisler birisinin 10 tam puan alabileceğini düşünememişti.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane