Beatles çılgınlığını anlatacak kelimelerin kifayetsiz kaldığı yıllardı. İngiliz dörtlü, ikinci Amerika turnesinde Shea Stadyumu’na çıkmaya hazırlanıyordu. Elli bini aşkın insan bilet almış, 300 bin dolardan fazla hasılat kalmıştı. Müzik dünyasının çehresini değiştirmiş simalardan Sid Bernstein, darphane kurma hayalleriyle yanarken, açık hava konserlerinin cepleri ziyadesiyle dolduracağı anlaşılıyordu.
Her ne kadar yolun bir bölümü karadan gidilse de helikopterle alınan grup üyeleri, bugünleri müjdeliyordu. İki bin güvenlik görevlisi asayişin berkemal olmasından sorumluyken, izleyicilerle Beatles arasındaki mesafe dikkat çekiciydi. Tedbir elden bırakılmamıştı.
15 Ağustos 1965’te Ed Sullivan’ın takdimini müteakip uzaktan dört delikanlı görüldüğünde, New York’taki stadyumda desibel rekorları kırılıyordu. Çığlık çığlığa kadınlar, ağlayanlar, ayılanlar, bayılanlar… Güvenlik sağır olmamak için kulaklarını kapatadursun, onların gafletinden yararlanıp kahramanlarına kavuşmaya çalışanlar bile olmuştu. Tabii söylemeye gerek yok, hiç kimse sahneye ulaşamamıştı.
Statta öyle bir gürültü vardı ki kimse bir şey duyamıyordu. Grup üyeleri ne birbirlerini, ne çaldıklarını işitebiliyordu. İzleyiciler deseniz bağırıp duruyordu. Düşünülen ses sistemleri yetersiz kalsa da üretilen çözümlerle şov devam ediyordu. Beatles başını eğmiş, sinirli bir şekilde şarkılarını icra etmişti. Zaten konser yarım saatti. Evet bir zamanlar sahnede bir ömür geçirilmezdi.
Beatles’ın Shea Stadyumu’nda verdiği konserinden üzerinden tam dört yıl geçmişti. Yine Amerika’da, bu sefer Bethel adlı kasabada, 17.07’de Richie Havens sahne aldığında kitaplarda yepyeni bir sayfa açılıyordu. 1973’te kalbi durduktan sonra Rolling Stone dergisinin ardından ağıt yakacağı Max Yasgur’un arazisi, tarihin en önemli müzik olayına ev sahipliği yapıyordu.
Son gün sahne alan Jimi Hendrix konserden sonra şaşkınlığını gizlememişti: “Woodstock’ın barışçıllığını ve çok, çok, çok iyi müziğini sevdim. İyi müzikten kastım hakiki müzik, çok uzun zamandır hasretle bu müziği bekleyen insanlar vardı. İnsanlar çamurda yattılar, yağmurda ıslandılar, şuna maruz kaldılar, buna maruz kaldılar ama neticede galip geldiler. Bence başarılı bir festivaldi… İnsanlar sokak çetelerinden, militan gruplardan, Başkan’ın palavralarından usandılar… Başka türlü bir şey, başka bir yön, başka bir istikamet arıyorlar. Ve doğru kulvarda koştuklarını, doğru şarkıyı söylediklerini biliyorlar… Fakat, nereden çıktı bu insanlar?”
Üç günlük festivalde toplanan yarım milyonu aşkın savaş karşıtı, barış sevdalısı insan ispatlamıştı; özgürlük Woodstock’tı!
14 Ağustos 1888’de bir heyecan yaşanıyordu Londra’da. Thomas Edison’ın George Gouraud’a gönderdiği fonograf, bir basın toplantısında görücüye çıkıyordu. Arthur Sullivan’ın The Lost Chord adlı şarkısı tarihin ilk kaydedilen müzik eserlerinden biri oluyordu.
Ölüm döşeğindeki kardeşi için duyduğu acıyı notalara döken bestecinin gözyaşları kısa sürede dünyayı sarmıştı. 1877’de tamamlanan yapıt, yarım ömür sonra Titanic kazasında hayatlarını terk edenler için New York’taki Metropolitan Operası’nda düzenlenen yardım konserinde Enrico Caruso tarafından da söylenmişti. Merak buyurmayın, İtalyan tenorun bir asır önce o mezkûr pazartesi günü söylediği The Lost Chord’un bile kaydı bulunuyor.
Biraz daha eskiye dönelim, Ortaçağ’a… 15. yüzyılın ortasında, Avrupa’nın ortasına matbaa gelmiş, iklim değişmişti. Gutenberg, Johannes Fust’un himayesinde tarihin en büyük buluşlarından birisine imza atmıştı. Öküz doğunca bozulan ortaklık mahkemeye bile taşınmıştı. Yollar ayrılmış, Fust yeni bir ortak bulmuştu: Peter Schöffer.
Davanın sonucunda matbaanın babası iflasın eşiğine gelirken, zengin burjuva işi büyütüyordu. Fust-Schöffer Dükkanı, Mainz Başpiskoposu’nun emriyle bir kitabı fırına veriyordu. Bu dini metnin basıldığı gün tarihe not düşülünce, tarih yazılıyordu. Gutenberg İncil’i daha önce bassa da bunun zamanını kayıt altına almayı hiç düşünmemişti.
14 Ağustos 1457’de insanlık, basıldığı gün bilinen ilk kitaba merhaba demişti. İkili ayrıca kendi adlarını yazmayı da akıl ederek işin abecesini başlatmıştı.
Süt dişlerinden ayrıldığı günden beri adada bir yıldız olan Tom Daley, 15 yaşında kazandığı Dünya şampiyonluğu sonrası atlamada Çinlilerin tulum çekmesini önleyebilecek en önemli adaylardan biri ve Büyük Britanya’nın olimpiyatlardaki yüzlerinden biri olarak geldi Londra’ya. Çinliler son yarışmada gerçekten de altını alamadı ama Çinlilerin partisini bozan adam son atlayışlara önde giren Tom Daley değil, muazzam bir performans gösteren Amerikalı David Boudia oldu. Britanyalıların madalya sonrası sevinçleri yine de görülmeye değerdi ama Amerika yüzme takımının yaptığı klip sonrası eve götürdüğü altınları düşününce, yukarıdaki performans sonrası Tom Daley’nin altını daha fazla hak ettiği iddia edilebilir.
beklediği gibi geçmeyen bir olimpiyatın ardından ryan lochte hakkında en çok konuşulan şey, tmz gibi amerika’nın en önemli magazin portallarından birisinde yüzme sporuna dair çok bilinmeyen bir detay olan havuza işeme muhabbeti hakkında konuşması oldu. elbette işin matrak yönü ortadayken, esprilerin patlamaması beklenemezdi ve bunun üzerine ryan lochte de funnyordie için kendisiyle makara geçen eğlenceli bir video çekerek aslında ne kadar matrak bir adam olduğunu gösterdi.
10 Ağustos 1519’da Macellan’ın idaresindeki beş gemi Trinidad, San Antonio, Concepción, Victoria ve Santiago denizlere açılıyordu. Portekizli kâşif, İspanyollar adına dünyayı dolaşmayı hedefliyordu. O olmasa da adamları tarih yazmıştı.
25’inde ilk seferine çıkan denizci, bir sağdaydı, bir solda. Yavaş yavaş terfi ediyorsa da gözden düşüşü pek ani olmuştu. Endülüs Emevileri ile izinsiz ticaret yaptığı da iddia edilen gezgin, Portekiz Kralı ile papaz olunca, soluğu İspanya’da almıştı.
Macellan, baharat yolunu Portekizlilerle ilişkileri zedelemeden genişletmek istiyordu. Kutsal Roma İmparatoru Beşinci Karl olma arifesindeki İspanya Kralı Birinci Carlos’un desteğini arkasına alsa da daha çok para bulunması gerekiyordu. O yüzden 1.5 yıla yakın beklemek zorunda kalan denizci ayrıca başka dertlerle uğraşmıştı. Mürettebatta birçok değişik milletten insan bulunsa da sayıca çok olan Portekizlililer İspanyolların sinirine dokunmuştu. Birçoğu değiştirilse de yine de 40 Portekizli vardı…
Sakin gördüğü Büyük Okyanus’a pasifik adını veren Macellan, yoluna devam ederken küçük çaplı bir isyanla da karşılaşmıştı. Filipinler’de son nefesini veren kâşifin rüyasını tamamlamak ikinci kaptanı Juan Sebastian Elcano’ya nasip olmuştu. Bask denizci Beşinci Karl tarafından bağırlara basılsa da tüm dünya asırlardır Portekizli gezgini konuşuyor.
10 Ağustos 1991’de Venüs’e gidip gökcisminin haritasını çıkaran uzay aracının adının Macellan olmasına şaşırmamalı. Peki şuna şaşırmalı mı? Gezegene adını veren güzeller güzeli tanrıçanın Louvre’da sergilenen heykeli, yontuculuğun başyapıtları arasında sayıladursun, belki dünyanın en ünlü müzesi de aynı günde açılmıştı, bir 10 Ağustos’ta, 10 Ağustos 1793’te…
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane