Skip to content

Aralık 10, 2012

Belgrad Notları #5

– 6-7 saat önce yatarken hiçbir şey yoktu, sabah bir kalktım 10 cm kar. Ama yollar açık. Nasılmış?

– Geldiğimden beri ne alışveriş yaptım ne bir şey. Bir yerden başlamak lazım. Aslında başka ülkeye tatile giden adamdan bir şey bekleme durumunu çok çözebilmiş de değilim. Ha sipariş verilir tabii de, “bak işte, güzel bir şey bulursan al” stresini yüklemek nedir?

– Önce PartizanStore’a gittim. Aslında M-Taha için Red Star Store’u arıyordum ama olsun. Tişörtüdür, beresidir, atkısıdır aldım topladım. Kasadaki çocuğa “ya ben bir de Red Star Store’u arıyorum, o nerede” diye salak bir soru sordum. Doğal olarak mal mal baktı ve “e bunları aldın, orayı n’apacaksın” dedi. Anlattım, geçtim. Red Star Store’a da Partizan torbasıyla girdim, duble epicfail oldu.

– Kalemeydan’ın seyyar satıcıları kapatmamış dükkanı. Magnettir, fincandır buradan alınır dediler, oradan aldım. Satıcı Türk olduğumu, İstanbul’dan geldiğimi öğrenince Süleym… Yok yok bu sefer yok öyle bir şey. Kendi İstanbul ziyaretini anlattı. Turun son gününde serbest zamana kalmışlar, sonra rehber gelmiş, “kardeşim gel seni kızların mekanına götüreyim” demiş, götürmüş Laleli’ye. İçmişler etmişler, rehber tuvalete kaçmış, sonra hesap buna kalmış. Hani Discovery’de bir program incelemiş ya bu geyiği. Aynı hikaye işte. İkisi de gerizekalı. Lan insan Laleli’nin yerinden, mekanlardan kıllanır azıcık…

– Kahve içeyim, içim ısınsın diyorum kafeden kafayı bulup çıkıyorum. Türk kahvesini fena yapmıyorlar, o yüzden kafeler zaten 1 puan cepte başlıyor. E bir de kahvenin yanında rakija, rom, bourbon neyin getiriyorlar… Flawless victory.

– İyi güzel de, hava 4’e gelmeden kararıyor. O kadar da demedik. Ben zaten akşam yemeğini 6’da yemeye alışmış adamım, zaten burada da dengem bozuldu “gez-onun tadına bak-gez-yürü-bir şeyler atıştır” olayından dolayı, 4’te de hava kararınca iyice tuhaf oldum.

– Belgrad’da kaçta, ne yerseniz yiyin, gidin Restoran Lovac’ta yiyin. Twitter’ın gurmanlarından biri olarak ilan ettiğim bir kullanıcıdan aldığım tavsiyeyle gittim Lovac’a. Av restoranı, hem de bayağı eski. Normalde böyle bir restoranın fiyatlarının inanılmaz pahalı olmasını beklersiniz sırf dışarıdan baktığınızda bile. Ama öyle değil. Gerçi yediklerimden sonra “cüzdanı bırak birader” deseler “abi şu yol parasını alayım, buyrun” derdim.

– Önce 4 çeşit ekmek geldi. Bayağı sıcak ve lezzetli ekmekler. Net söyleyeyim, ekmek işini bizden iyi yapıyorlar. Diğer konularda hala Türk mutfağını tercih ederim ama en boktan büfenin ekmeği bile muazzam. Sonra parmesanlı roka salatası geldi. Rokayı ince ince doğramışlar, bol zeytinyağı, bol nar ekşisi ve parmesan. Rokanın bütün acılığını almış parmesan, büyük güzellik katmış. Bundan sonra net böyle yerim ben rokayı. Zaten başka türlü yiyemiyorum. Sonra başlangıç geldi, aslında kendisi bir ana yemek, ancak bundan haberi yok. Yabangeyiği güveç. Yanında patatesi, havucu var, içindeki sos hardal ve “kajmak” karışımı. Lokum olmuş içindeki her şey. Muazzam. Ha bu arada ev yapımı biralar gidip geliyor ha, getir demiyorsun. Sonra av sosisi geldi. Zaten kokusunu alınca kendimi bıraktım ben bir… Gerçi bu ara sıcak olsaydı, öteki ana yemek olsaydı daha mantıklı olurdu gibi geliyor ama karıştırmayayım. Tam her şey bitti, kemeri gevşeteceğim, garson gelip “bugüne özel kekimiz var, kahve de ikramımız, yin mi?” dedi. “Brrp… Ok” dedim. Şu geldi. Bu da bitti ve ben “anaaaam” diyerek kendimi geriye attım. Mide fesadına ramak kala hesabı istedim. Şu yediklerim Türkiye’de, hadi İstanbul diyelim, en az 60-70 tutardı. 3 bardak 70’lik birayı da katın hesaba. 32 lira ödedim çıktım. Parasında değilim ama içten içe uyuz olmaya başladım heriflere…

– Geceyi tavsiye üzerine Mr. Stefan Braun adlı barda bitirmeye karar verdim. Lan arıyorum arıyorum yok, soruyorum, şuradan sağ diyorlar, sağa dönüyorum apartman çıkıyor, iş hanı gibi bi’ şey çıkıyor. “Bu kadar meşhur bir yerin böyle bir yerde olmasına imkan yok”  falan diye söylenirken acayip bi’ tip geldi, Sırpça bi’ şeyler söyledi. Dedim Sırpça yok. Dedi “aa turist misin, tam gece yarısı açıyoruz barı”. Bayağı afalladım. O konuşma sırasında şuradayız çünkü. “Baba” dedim “tam olarak nereyi açıyorsunuz?” O soldaki camlı kapıyı gösterdi. Oradan giriyorsunuz, asansörler birkaç kat çıkıyorsunuz, gece kulübüne giriyorsunuz. Gece kulübü bayağı iyi de, girişi bildiğin Doğubank…

– İyi iyi, kar da gördük.

Aralık 8, 2012

Aşk, Ölüm…

Tarihin en güzel kapak fotoğraflarından biri olsa gerek 8 Aralık 1980’de Anne Leibovitz’in Rolling Stones dergisini kapağı için çektiği bu kare. Çırılçıplak John Lennon’ın karısı Yoko Ono’ya sarılışı, adeta bir erkeğin bir kadına tüm benliğiyle teslim olmasını ifade ediyor.

Aslında kimse Yoko’yu kapakta istemiyordu. Leibovitz, dahiyi tek başına yakalamak istese de Lennon ısrar ediyordu, yanında biricik aşkı da olacaktı…

Saat 15.30’da karı kocanın evinden ayrılan ünlü fotoğrafçıyı Dave Sholin adındaki bir DJ’in yaptığı röportaj kovalamıştı. Öğleden sonra Ono’nun bestelediği Walking on Thin Ice şarkısını kaydetmek için stüdyonun yolunu tutan ikili, apartmanlarının önünde hayranlarıyla karşılaşıyordu. 25 yaşındaki Mark David Chapman, Lennon’a imzalaması için Double Fantasy albümünü veriyordu. Paul Goresh adındaki başka bir hayranı yedi sekiz kare fotoğraf çekiyordu.

Gece 11’e yaklaşırken, karı koca kaldıkları meşhur Dakota binasına gelmişlerdi. Öndeki Yoko, kapıdan içeri girmişti. Lennon arkadaydı. Derken gecenin sessizliğini silah sesleri bozuyordu. Chapman tetiğe beş kere dokunmuştu. Kendisine “Ne yaptığının farkında mısın” diye soran bina görevlisine “Demin John Lennon’u vurdum” diyen Chapman, kaçmaya bile teşebbüs etmemişti. Elindeki Salinger’ın Catcher in the Rye’ı ile polise teslim olmuştu. Amerika’da yıllarca pazartesi akşamının süsü olarak kabul edilen ABC’deki Amerikan futbolu canlı yayını sırasında tüm dünyaya acı haber duyurulmuştu.

Leibovitz’in unutulmaz karesiyle başlamıştı 8 Aralık 1980. Birkaç saat sonra Goresh’in çektiği Lennon ile Chapman’ın bir arada göründüğü fotoğraf ise belki de çok daha manidardı.

Aralık 8, 2012

Belgrad Notları #4

– İlk üç günde bir tane falsosu çıkmadı Belgrad’ın.

– Dördüncü günün yolu uzun. Önce Aziz Sava Katedrali, sonra eşeköldüren dilimli, kremalı pizza, sonra kahve-rakija, sonra Nikola Tesla Müzesi ve sonra da cevabi sa kajmakum yenecek restoran.

Aziz Sava Katedrali bitmemiş daha. Halbusi haritada bitti yazıyor. Bitti demediniz mi lan demeyeceğim. Ama zor tutuyorum kendimi. Bitmemiş ama insanlar içeri girip dua ediyorlar, mum falan yakıyorlar. Henüz ayin yapılamıyormuş. 100 yıllık bir süredir sürüncemedeymiş. Gerçi Sırpların genel özelliği böyle, hakikaten çok ilginç. Misal benim arkadaşlar 2 yıldır birlikteler, evi daha yeni yeni dekore ediyorlar. Aceleleri yokmuş. Aileleri Bosna sınırındaki evlerini 15 yıldır mı ne inşa ediyormuş. Irkları “raad”.

– İlk durağı geçtik ama acıktım ben. Belgrad’da öğle yemeği geçiştirmelik gibi. Kimse oturup adam gibi çorbasıdır, salatasıdır yemek yemiyor. Ya fırınımsı fast food’culardan bir dilim hayvani büyüklükte pizza alıp üstünü 4-5 kat peynirle doldurtuyor, ya da sosisli sandviç falan yiyorlar. Daha doğrusu öğle yemeğini, öğle kahvesi ve sigarası içebilmek için yiyorlar. Neyse yiyelim içelim de Nikola Tesla reyizin müzesine gidelim…

– Oğlum müzeye gitmeyin… Hatta Nikola Tesla’nın wikipedia sayfası>Nikola Tesla müzesi. Tartışmam bile. Git iki makale oku, bir de Philadelphia Experiment  izle, tamamdır. Ufacık bir ev, sadece alt katı müze, içinde Nikola Tesla’nın iki üç ıvır zıvırı, diplomaları ve iki üç tane de icadının mini versiyonu var. Hani müze değilmiş de, Nikola Tesla hayranı bir insan evladı fan sayfası açmış gibi. Ziyaretçi defterine de yazdım zaten. Nikola Tesla daha iyisini hak ediyor… 35 dakika sürdü lan.

– Skadarlija’ya biraz erken gittik. Saat beş civarıydı, dolayısıyla aksiyon başlamamıştı daha. Geçiniz, aksiyonlu zamanını anlatırım ileride.

– En büyük AVM’leri Uşçe. O da Cevahir’in sinemasının yarısı kadar. Tam arkadaşa bu Cevahir sineması geyiğini anlatıyordum, Uşçe’nin yanında bir grafiti gördüm. Binadan yapılmış dişler bir ağacı yiyordu. “Aha” dedim, “bak işte İstanbul’un özeti…

– İstikamet Zemun’du. İstanbul’un Karadeniz kıyısına benziyor biraz. Hatta Garipçe gibi, her yer restoran. Çoğu balık restoranı. Yazın bir daha gelmek lazım.

– Günün olayı cevabi sa kajmakum. Dün ufak bir ekmekarası versiyonunu yediğim cevabinin aslını sipariş ettik. Önden salam, sucuk, pastırma, peynir falan geldi, restoranın özel birası geldi. Yavaş yavaş bu önsevişmeden sıkılmaya başlamışken şu arkadaş geldi. Sade etten köfte, krem peynir kıvamında kaymak, söğüş soğan-lahana ve patates kızartması… Bu, kişi başı 4 bira, kahve ve rakija tek kişilik kebapçı masrafı kadar bile tutmadı.

– Keep Calm and Cevabi Sa Kajmakum.

Aralık 8, 2012

Bir Gazete Kese Kağıdı Olduğunda Ne Hisseder?

Nihayet üniversite sınavından sağ çıktıktan sonra, sancılı dönemlerde oluşturduğum listenin tepesindeki yazarlardan Philip Roth’un çevrilmiş kitaplarını aramaya koyulmuştum. Yanılmıyorsam, Ayrıntı Yayınları tam da o sıralarda Pastoral Amerika’yı çevirmişti. Nathan Zuckerman’ın anlattığı hikayede sürüklenmekten şikayetçi değildim, daha sonra Roth’un Wikipedia ile arasını bozması vesilesiyle hatırlayacağım İnsan Lekesi ile devam ettim. Onunla işler çok iyi gitmedi, kimi zaman birkaç ayı bulan esler verdikten sonra tam olarak hesaplaşamadan ardımda bıraktım kitabı. Bu sırada da Roth’un sürekli ürettiğine dair güncellemeler alıyordum ve kendime tam olarak açıklayamadan pes ettim.

Geçen ay Roth’un yazma sürecini beyzboldan örneklendirdiği ve “Buna artık devam edemeyeceğim” dediği röportajını1 okuduktan sonra, belki de ilk kez ona yetişebileceğimi gerçekten düşünmeme izin verdiği için, son dönemde yazdığı kısa romanlar ile arayı kapatmak adına ilk adımı attım. Geri dönüşüm Everyman ile oldu. Kitapla ilgili en etkileyici şeyin Nancy’nin, babasının cenazesindeki konuşması olması beklenebilirdi. Ama bana Roth’un bu kitabı 73 yaşında yazmış olması kadar etkileyici gelmedi. Hele ki yazma alışkanlıklarını da düşünürsek.

Tom Waits’in bugünlerde 63 yaşına basacağını fark ettiğimde, istemsiz olarak bununla bir paralellik kurdum. Bir dönem neredeyse dört ayda bir Waits kapağıyla çıkması ile Roll, aslında bize “Okumadan haftaya başlayamam ama yeri geldi mi alaya almaktan geri kalmayacak kadar da havalıyım” tiradı için kolay bir mazeret veriyordu. Bu güvenli sığınak için bile Roll’a minnettar olmalıydık. Roll kapandı, Bir+Bir’in Mayıs-Haziran-Temmuz-Ağustos sayısının yolunu gözlerken Waits’i ihmal ettiğimi düşündüm. 61 yaşında şunun gibi şarkılar yazıyordu, yaptıkları en az Everyman kadar etkileyiciydi.

Roll’un son özel sayısı olmalı, Ekim 2009. Yücel Göktürk’ün derlemesinden.

Size göre cennet nasıl bir yer?

Karımla Route 66’da (Chicago’dan Los Angeles’a uzanan otoyol), Motel 6’dayız. Bir termos kahve, ucuz bir gitar, tefeciden alınmış bir teyple. Sağlam bir araba da kapımızın önünde.

Size zor gelen şeyler neler?

Genellikle gerçeği ve hayali iç içe yaşıyorum. Benim gerçeğimin, bir ampulün duya olan ihtiyacı gibi, hayale ihtiyacı var. Hayal gücümün de, bir körün değneğine duyduğu ihtiyaç gibi, gerçeğe ihtiyacı var. Matematik bana zor gelir. Harita okumak zor gelir. Emirlere uymak da. Ayrıca marangozluk, elektronik, sıhhi tesisat, hadiseleri doğru hatırlamak, çengelli iğne bulmak, sabır, Çince sipariş vermek, Almanca müzik seti kılavuzu…

Dünyada yanlış giden ne?

Enformasyona boğulmuş durumdayız ve enformasyonu bilgi, niceliği bolluk, zenginliği mutluluk zannediyoruz. Leona Helmsley’nin (emlak kraliçesi) köpeği geçen yıl (2007) miras yoluyla 12 milyon dolar kazandı. Öte yandan, Dean McLaine adlı Ohio çiftçisinin geçen yılki gelirinin toplamı 30 bin dolardı. Hepimizin beyninde devasa bir çılgınlık şekilleniyor. Paralı ve silahlı bir maymun sürüsüyüz.

İroniye bayılıyorsunuz. İroniyi nasıl tarif edersiniz?

Chevrolet firması, Chevy Nova markasının dünyanın her yerinde yok satarken Latin Amerika’da iki seksen yatmasına akıl erdiremiyor. Sonra anlıyorlar ki, “no va” İspanyolca’da “gitmez” anlamına geliyor.

Şiar edindiğiniz bir söz var mı?

Jim Jarmusch bana bir keresinde şöyle demişti: “Hızlı, ucuz ve iyi. Bunlardan ikisini seç. Eğer hızlı ve ucuzsa iyi değildir. Ucuz ve iyiyse hızlı değildir. İyi ve hızlıysa ucuz değildir.”

Hemingway’in mezar taşında ne yazıyor, biliyor musunuz?

“Ayağa kalkamadığım için kusura bakmayın.”

Centilmenliği nasıl tarif edersiniz?

Akordeon çalmasını bilen, fakat çalmayan adam.

En olmadık yerlerde tanık olduğunuz en olmadık şeyler neler?

Brezilya’da kral tahtını andıran boyacı sandıkları. Reno’daki bir rehincinin vitrinindeki takma dişler. Müthiş akustik: Hapishanede. Şahane menü: Tulsa-Oklahoma hava alanında. Portekiz’in Fatima kentindeki hediyelik eşya dükkanları. Bir Morrissey konserindeki Chicano kitlesi. Büyük yoksulluk: Washington, DC’de. Evsiz bir adamın, Çin mahallesindeki bir çöplükte, müthiş güzel bir opera sesiyle “bakteri” kelimesini şarkı söyler gibi söylemesi. En güzel atların New York’ta olması. St. Louis sakinlerinin ekseriyetinin kırmızı pantolon giymesi. Baltimore’da 1890’da görülen bir cinayet davasında, bir katil zanlısının suçlu bulunmasına rağmen serbest bırakılması. Yargıç kararı okurken şöyle diyor: “Suçlusunuz bayım, fakat masum bir insanı hapse atamam.” Mesele şu: Katil, Siyam ikizi.

Neleri merak ediyorsunuz?

Jokeyler atlarına ne söyler? Otoyol kenarında bir ağaç olmak nasıl bir duygu? Dünya insanoğlunu ne zaman sırtından silkeleyip atacak? Bir gazete kese kağıdı olduğunda ne hisseder? Bazen keman Siyam kedisi gibi ses çıkarır, ilk keman telleri kedi bağırsağından yapılmış; arada bir bağlantı var mı? Günün birinde insanoğlu robotlarla evlenecek mi? Elmas, sadece sabırlı bir kömür parçası mı? Ella Fitzgerald hakikaten bir şarap kadehini sesiyle kırdı mı?

Korktuğunuz şeyler neler?

Uçak yolculuğunda türbülans. Siren sesleriyle el fenerlerinin buluşması. McCain’in seçimleri kazanması. Ellerinde makineli tüfek olan Almanlar.

Sevdiğiniz sesler?

Atların ve trenlerin gelişi. Okulun paydos zilinde çocuklar. Aç kargalar. Orkestranın akort yapması. Eski western’lerdeki bar piyanosu. Lunapark treni. Buzun eriyişi. Matbaa. Transistörlü radyoda maç nakli. Bir apartmanın penceresinden gelen piyano dersi. Traktör. Eski yazarkasalar. Tap dansçıları. Arjantin’deki futbol tribünleri. Kalabalık bir lokantanın mutfağı. Sis düdüğü. Eski filmlerdeki gazete büroları. Fillerin yürüyüşü. Sucuğun kızarması. Boks ringindeki gong. Çince tartışma. Langırt. Kestane fişeği. Zippo çakmak. Traktör. Theremin. Güvercinler. Martılar. Baykuşlar. Kumrular.2

  1. http://www.nytimes.com/2012/11/18/books/struggle-over-philip-roth-reflects-on-putting-down-his-pen.html []
  2. Fazlası için NPR röportajının orijinali burada: http://www.npr.org/blogs/allsongs/2008/05/an_interview_with_tom_waits_by.html []

Aralık 7, 2012

Belgrad Notları #3

– Sabahleyin “kıvançla okumak” için gazete alayım diye kioska gittim, vırşla’yla çıktım. Sonra “ben n’apmaya gelmiştim…” oluyor.

– Gündüzleri, eğer yağmur çamur da yoksa tüm şehri yürümek en güzeli. Hem yürürken kulağınızda Arizona Dream de çalıyor default olarak. Ha bir de gündüz otobüs ve troleybüslere kart okutuyorsunuz, akşam 7’den sonra kimse kontrol etmiyor. Ondan.

– Beşiktaş’ın kurası vardı EHF son 16 turu için. Hyatt Hotel’e gidip kurayı çektik. Güzel kura oldu. Hyatt Hotel’in en güzel özelliğiyse bu gece Partizanlarla oynayan Rubin Kazan ve Barcelona Regal’in orada kalıyor olmasıydı. Navarro’nun suratındaki “akşam sikmeseler bari” ifadesine gülmedim değil.

– Kuradan sonraki en büyük hedefim cevabi’ydi. Sade etten köfte, tereyağıyla ıslatılmış pidenin içine konuyor, üstüne küp soğan ve “kajmakum” dedikleri tuzlu kaymaktan atıyorlar. Beyler cevabi… Üçüncü günün asıl olayı Partizan-Barcelona Regal maçıydı ama cevabi rol çaldı. Hazmederken haz aldım. O derece.

– Partizan-Barcelona maçı için Pionir’e gitmem lazım, ancak nasıl gideceğimi bilmiyorum. Normalde her yere yürüyorum 3 gündür ama akşam olmuş, -2 dereceye düşmüş, otobüse falan bineyim dedim. Kızın tekine sordum nasıl giderim diye, benimle gel dedi, atladık tramvaya. Nereli olduğumu sordu, “Türk” dedim, “Süleyman” dedi. Türkçe olarak “başlayacağım Süleyman’ınıza ama” dedim, bu sefer bütün tramvay bize döndü. Kız da “Süleyman dedin, herkes onu konuşmaya başladı” dedi. Başlayacağım Süleyman’a ama…

– Pionir’i öyle bir yere yapmışlar ki, 2 durak geç indim, az kalsın götümü kesiyorlardı. Köprü altı, çingeneler top oynuyor. Kapadım kafayı hızlı hızlı yürüdüm. İşin kötüsü nereye yürüyeceğim onu da bilmiyorum.

– Önce Pionir’i, sonra basın girişini buldum. Attığım akreditasyon mailine 2 gün önce “lütfen eşya getirmeyin ve kalabalık, sert bir kitleye hazırlıklı olun” diye cevap atan Sonja’yı buldum. Kız “İspanyolca biliyorsanız sakın konuşmayın” dedi, sonra “keşke kırmızı kazak giymeseydiniz, neyse sorun olursa basın kartını gösterirsiniz” dedi, sonra kartımı verdi. 2 saat kala içeri girdim.

– Basın tribününü tamamen İspanyol gazetecilere ve NBA gözlemcilerine ayırmışlardı. Yanlışım yoksa 7 takımın gözlemcisi gelmiş Partizanlı gençler için. Oklahoma, Utah, Clippers ve San Antonio hatırladıklarım arasında.

– Seyircilerin arasında seyrettim, çok iyi de oldu çok güzel iyi oldu. Biraz düşme, biraz boğulma biraz da ölüm tehlikesi atlatıp, bolca sevinç dirseği ve yumruğu yedim, sigaradan genzim, çığlıklardan da kulaklarım acıdı ama değdi. Atmosferi anlatmaya gücüm yetmez, o derece. Tahayyül edin diye şeyapayım, maç başlamadan bir buçuk saat önce şöyleydi ortam. Maç sırasında hiçbir şey çekemedim, zira tribünce zıplıyorduk. Birkaç vidyo var evladiyelik.

– Ante Tomiç açma germe yaparken tribünlere dönüp “belini ısıttı”. O ara düşüp ölmediysem daha da bir şey olmaz.

– Sırpça tam tezahürat dili. “Şanlı bir tarihin var, büyüksün sen benuğa” deseler bile korkup kaçarsın. Müthiş.

– Maça yazık oldu. Uzatmada kaybettik. Evet biz kaybettik. Basın girişinden girip Güney Karteli ile çıktım. Artık bir Partizani’yim.

– Dönüşte kar başladı, ardından ara sokakta McDonald’s’ı gördüm. Daha güzel bir şey olabilemezdi. Malum her ülkenin kendine has sandviçi var, mutlaka denemek lazım. Çin’de ahtapot gibi bir şeyin burgeri vardı misal. Sırpların da “Planinski Sendviç”i var. Soğanlı ekmek, içinde kajmak, hardal, soğan, tavuk burger, pastırma ve köfte var. Büyük bomba.

– Kilo alıp döneceğiz herhalde…