nba’in dün geceki yavan programında en dikkat çeken maç kuşkusuz madison square garden’daydı. doğu birinciliği için miami’yi kovalayan new york, bir önceki atlanta maçında hakeme şöyle bir dokunduğu için 1 maç ceza alan rondo’dan1 yoksun olan boston ile oynayacaktı. ligin asist lideri olan rondo’nun yokluğu, boston’ı sanıldığı kadar etkilemedi ve sürpriz yaparak deplasmanda new york’u yendiler. buna rağmen maçın en renkli anı muhtemelen garnett – carmelo atışmasıydı. son çeyrekte birbirleri ile eşleştikleri bir pozisyonda, basketbolda sinirleri kısa devre yapmanın en kolay yolu olan dirsekler konuşmaya başladı ve carmelo, garnett’in üzerine yürüdü ve hararetli bir trash talk başladı.
sezonun belki de en verimsiz maçlarından birini çıkaran, sinirlenen ve sonunda maçı da kaybeden carmelo sinirini yatıştıramamış olacak ki, yazılanlara göre önce boston soyunma odasına giden tünelde beklemeye, sonra da garnett’le olan tartışmaları sırasında verdiği “çıkışta görüşürüz” sözünü tutmaya karar verdi. garnett’le artık ne konuştularsa, melo maçtan sonra giyinip, basın toplantısına çıkmayarak otopark alanında boston takım otobüsünü, dolayısıyla garnett’i bekledi ama görüntülere göre etrafını saran güvenlik ordusu “değmez bak yakışıyor mu senin gibi delikanlıya” tarzı bir yaklaşımla, tam olarak bir ricardinho – aurelio olayı yaşanmasına izin vermedi. nerdeyse 20 senedir ligde sayısız dirsek yiyip-atan, onlarca oyuncuya trash talk yapan garnett ise aynı dakikalarda basın toplantısında, ortada büyütülecek bir şey olmadığından bahsetmekteydi.
aslında iki oyuncunun da sabıka kaydının ortalama bir öğrencinin final kağıdından daha dolu olduğunu söyleyebiliriz. baltimore gibi zor bir çevrenin, zor mahallelerinden birinde büyümüş olan carmelo, her ne kadar saha içinde daha sakin olan taraf gibi gözükse de, şu anki takım arkadaşı jr smith ile beraber denver’da oynarken, yine şu anki takımı new york’a karşı 2006’daki ünlü madison square garden kavgasına karışmış2 ve 15 maç da ceza almıştı. garnett’in ise yıllardır süregelen vukuatları malum, kimi zaman basketbolda yeri olmayan saçmasapan hareketleriyle, kimi zamansa sadece hırsı ve oyun stili nedeniyle başı hep derde girdi.
işin içinde garnett olunca en ufak olayda bile elbette akıllara geçmişte yaptıkları geliyor. anlatılanlara göre, kariyerlerinin başında aynı yaşlardaki iki genç yıldız uzun olan garnett ve duncan’ın birbirlerinden çok hoşlanmadığı dönemlerde, 99 playoffunda eşleşen minnesota ve san antonio serisinin3 henüz ilk maçında, daha 14 yaşında meme kanserinden annesini kaybeden duncan serbest atış kullanırken, garnett “happy mother’s day, motherfucker” demiş ve fazlasıyla ileri gitmişti. 2010-2011 sezonununda ise bir detroit – boston maçından sonra, vücudunda hiç kıl-saç vs olmamasına neden olan ender bir hastalığı bulunan charlie villanueva, maç sırasında garnett’in kendisine “kanser hastası” diye seslendiğini söylemişti. garnett ise inkar etmiş, villanueva’nın takımını ve ligi kanser ettiğini söylediğini savunmuştu. uzatmayalım, şuradaki linkten veya youtube’da ufak bir aramayla garnett hatıralarını yad edebilirsiniz.
bu olaydan bizim kazancımız ise bu ikilinin dün geceyi unutmayacak olmaları ve playoff’ta olası bir eşleşmenin biraz daha baharatlı bir hale gelecek olması olabilir. açıkçası ne konuştukları umrumda değil ama trash talk’un artık eskilerin anlattığı gibi olmadığı gerçek. michael jordan, gary payton, reggie miller gibi en az oyunculukları kadar iyi trash talk yapan oyuncuların hikayeleri bunu kanıtlıyor. ligdeki değişim sadece forma renkleri ve şort boylarıyla sınırlı kalmıyor, jenerasyonlarla beraber alışkanlıklar ve bu işin kültürü de değişiyor.. ve her hikayenin sonunda olduğu gibi elbette sadece değişim sabit kalıyor.
2006 yılındaydı, Dört Tepe Turnuvası’nın ilk yarısı geride kalmıştı. Kayakla atlamanın yeni mucize çocuğu 16 yaşındaki Gregor Schlierenzauer kariyerinin ilk Dört Tepe Turnuvası yarışını kazanmış, ikincisinde de dördüncü olmuş ve turnuvanın Almanya bölümünü zirvede kapatmıştı. Buradan sonra Avusturya’ya, İnnsbruck’a, kendi evine gidecekti ve belki de orada kazanarak bir yarış kala şampiyonluğunu ilan edecek, tarihin en genç şampiyonu olacaktı. Tüm basın onun üzerine titriyordu. Her ne kadar yaşından olgun, ne yapması gerektiğini bilen, özel bir çocuk olsa da sonuçta 16 yaşındadır Gregor ve kendi evindeki yarışlar dizlerini titretiyordur. Gazetelere baktığında en yakın rakibi Andreas Küttel’e 3, diğer genç yıldız Anders Jacobsen’e ise 18 puan fark attığını görüyor, rahatlıyordu. Her şey yolundaydı yani aslında.
21 yaşındaki Anders Jacobsen’e yeni umudumuz diye bakıyordu Norveçliler. Kış sporlarını icat eden Vikingler son yıllarda Avusturya’nın, Almanya’nın, Finlandiya’nın, hatta Polonya’nın dahi gerisinde kalmışlardı. Dört Tepe’ye de felaket başlayan Norveç’in tek tutunacak dalı 21 yaşındaki Jacobsen’di, ki o da iki ayakta 12-13 metre fark yemişti liderden. Ancak pes etmedi.
İnnsbruck’ta kariyerinin ilk Dört Tepe yarışını kazanan Anders Jacobsen, Gregor’a 37 puan fark atıp, yani 18 metre geriden gelip, 16-17 metre öne geçmişti. Tek yarışta, annesiyle babasının, hatta bütün ailesinin izlediği yarışta hayatının en büyük darbelerinden birini yemişti 16 yaşındaki Avusturyalı. Yarış öncesinde hayaller kuruyor, doğum gününde yapılacak son yarışta şampiyonluğunu ilan ettiğini düşlüyordu, ancak olmadı. Son yarışı kazanmasına karşın Anders Jacobsen’e sadece 1.5 metre fark atabildi ve yenildi.
Anders Jacobsen 18 metre geriden gelip, iki yarışta 17 metre fark atmıştı rakibine.
61. Dört Tepe Turnuvası dün sonra erdi. Gregor Schlierenzauer bu sefer kariyerini tamamlamış bir yıldız olarak, turnuvanın son şampiyonu olarak başladı kış sporları tarihinin en özel turnuvasına. Anders Jacobsen ise bırakın favori olmayı, plase bile değildi başlangıçta. Spora bir sene ara verip dans yarışmasına katılmış, dans ederken apandisi patlamış, ameliyat geçirip yarışmadan çekilmiş ve iyileşip en iyi yaptığı işi yapmaya, kayakla atlamaya dönmüştü.
Anders Jacobsen ilk iki yarışı kazandı. Avusturya’ya gidilirken, 7 yıl önce Gregor Schlierenzauer’in olduğu yerdeydi, aşağı yukarı 12 puan önde. Gregor ikinci yarıştan sonra bir kez daha Anders-Gregor düellosuna dönüşen turnuvayı artık intikam fırsatı olarak görmeye başlamıştı. İnnsbruck’a gidilirken Anders’in çok daha avantajlı olduğundan bahsediyordu herkes. Anders “biraz da olsa avantaj bende” diyordu, ancak İnnsbruck onun sonu oluyordu. 23.2 puan farkla yarışı kazanan Schlieri son ayağa gidilirken 6 metre öndeydi. Son ayakta da kazanıp, ikinci kez üst üste şampiyon oldu. 7 yıl önce 17 puan fark atıp kaybettiği şampiyonluğu, bu kez 12 puan geriden gelip kazanmıştı.
İntikam soğuk yenen bir yemek. Schlieri karlar üzerinde aldı intikamını.
“Kahkahaları alkışlara tercih ederim!”
Ölümden korkuyordu. Sürekli acı çekerken, müziğiyle yaşama tutunuyordu. Acıyla doğdu, kahkahayla öldü. Zira gülmek en iyi ilaçtı…
Tam 14 yıl önce Amerika’da son nefesini verdiğinde, 36. doğumgününü kutlayalı sekiz gün geçmişti. Osteogenesis imperfecta adlı bir kemik hastalığıyla dünyaya merhaba demişti Michel Petrucciani. Cüceydi, cam gibi kırılgandı, fakat piyanosunun başına geçtiğinde elmastandı.
Dört yaşında Duke Ellington’ı televizyonda izlediğinde Azrail’e karşı nasıl savaş vereceğini keşfediyordu harika çocuk. O kadar iyiydi ki kısa sürede tüm dünyada tanınıyordu. O belki normal bir insan boyutlarına getirilemeyebilirdi fakat piyanolar onun için özel olarak tasarlanabilirdi.
Dur durak bilmiyordu. Sürekli çalıyor, hastalığını paramparça ediyordu. Yaşama o kadar bağlıydı ki… Yarın ölebileceğini hiç kabul etmiyor, tuşların üzerinde devleşiyordu. “Bana devamlı ödül veriyorlar, sanki gelecek yıl öleceğimi düşünüyorlar” diyerek de kendisini taçlandıranlara takılmayı ihmal etmiyordu.
Başarısının sırrını da şöyle fısıldamıştı bir keresinde; “Piyanolar benimle konuşuyor!” Hemen devam etmiş, bu dediğinin psikiyatristler tarafından duyulmamasında fayda olduğunu eklemişti.
Şaka bir tarafa onu mahkum etmek isteyen hayata gülmüş, savaşını notalarına taşımıştı; 36 yıllık kısacık ömründe de şöyle haykırmıştı: “Gülmek en iyi ilaçtır!
ister bankacı, mühendis, ister profesyonel basketbol oyuncusu, hangi işi yaparsanız yapın, yukarıdaki gibi bir olay yaşamak tam olarak hayallerdeki “işteki ilk gün” olmasa gerek. boston celtics’in brezilyalı çaylak pivotu fab melo, bu fotoğraf çekimiyle başlayan kariyerine çok hızlı giremedi ama nbdl’deki birkaç iyi performansı ileride onu rotasyona sokabilir.
haftasonu iki gecede oynadığı iki iyi maçın ardından celtics’in onu takıma çağırdığı haberi geldi ama melo memphis maçını sadece izlemekle yetinmek zorundaydı. çünkü nbdl’deki takımıyla beraberken kapıya çarparak beyin sarsıntısı geçirmişti ve tedavi için geri çağrılmıştı. takım doktoruyla konuştuğu ilk anı merak ediyorum. “melo n’oldu oğlum?”, “yok bir şey ya, kapıya çarptım.” tanıdık diyaloglar. öte yandan yeni işinizde kapıya çarparak beyin sarsıntısı geçirmek… çok iyi bir görüntü olmasa gerek, yine. koç doc rivers ona bir isim taktı bile.
“what did you have, ‘manny being manny’?”1
2 Ocak 1943’te Ankara’da doğan bir kız, Yeşilçam’ın en ünlü aktrislerinden biri olarak ünlenecek, aynı gün İstanbul’da dünyaya merhaba diyen bir erkek çocuk, bir döneme damgasını vuracaktı…
Arkeoloji okurken bir mecmuanın düzenlediği yarışmayı kazanan Filiz Akın, 1962’de sinemaya adımını atmıştı. Ekürisi Ediz Hun ile birlikte hafızalara kazınan aktris, 1971’de Ankara Ekspresi filmiyle Altın Portakal kazanmıştı. Yapımcı Türker İnanoğlu ile evlenip boşanarak belki de Türk halkını üzen oyuncu, bir gün bıçaklanarak bu kez sevenlerini gerçekten üzmüştü.
Milli tarih blogundan alıntılayalım: “Sinema oyuncusu Filiz Akın’ı kalçasından bıçaklayan sanık, ifadesinde “Patronum, Filiz Hanım’ı seviyor ama karşılık alamıyordu. Korkutmam için bana 10 bin lira verdi” demiş. 21 Eylül 1979 tarihli bu haberde adı geçen patron, yeraltı dünyasında İnci Baba diye bilinen Mehmet Nabi İnciler’dir. İnci Baba’yı asıl sinirlendirenin Filiz Akın’ın karşılık vermemesi değil, uluorta “Dünyada başka erkek kalmasa yine onunla olmam” demesi olduğu da iddialar arasındadır.”
Yıllardır sinemadan uzak olan Akın bugün 70. yaşını kutluyor. Oysa onunla aynı gün doğan çocuk, artık yaşamıyor.
Galatasaray Lisesi’nde merak sarmıştı müziğe. Kafadarlar, Harmoniler, Kaygısızlar derken kurduğu Kurtalan Ekspres’le tanınmıştı. Sayısız şarkıyı arkasında bırakmışsa da o bir döneme imza atmıştı. Bir kuşak onun programıyla adam olmuş, dünyaya dair onlarca şey öğrenmişti. 1999’da bir kış günü gelen haber birçoklarını ağlatmıştı, yediden yetmişe.
Yetmiş yıl önce doğan ikiliye dair öyle bir anekdot var ki… Tevatüre göre Barış Manço askerliğini yaparken, bir gün hesap açtırmak için bankaya gitmiş. Memure adını sorunca, haliyle ismini söylemiş. Bunun üzerine de şu cevabı almış: “Ben de Filiz Akın’ım!”
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane