Skip to content

Ocak 26, 2013

Büyü

du-pre

Bir masala davetti gencecik kadının çellosundan çıkardığı sesler. Büyücü olmalıydı. Fareli köyün kavalcısıydı, oyuncağı klasik müziğe gönül verenleri baştan çıkarmıştı. Müziğe veda ettiğinde sadece 28 yaşındaydı…

Türkiye’de birçok insanın Tuna Kiremitçi-İclal Aydın aşkı sayesinde haberdar olduğu Jacqueline du Pré, 26 Ocak 1945’te doğmuştu. Yaşasa bugün 68 olacaktı… Evet, sadece 68. Tarihin en iyi viyolonsel çalan insanlarından biriydi Jackie. Erkeklerle amansız bir rekabete girişip adını kitaplara kazımıştı.

Enstrümanının ilahları Casals ile Rostropoviç’ten ders alan genç kadın döktürüyordu. Repertuardaki kimi azılı eserleri o kadar iyi yorumluyordu ki… Özdeşleştirildiği, Elgar’ın acılarla bezeli konçertosu, onun elinde bambaşka bir yapıta dönüşmüştü.

16’sında konser salonlarını avucu içine alan Jackie, 1971’den itibaren içini kemiren bir hisle savaşmaya başlıyordu. Parmaklarındaki büyüyü kaybettiğini düşünüyordu. Yer yer parmaklarını hissetmiyordu. Aynı yılın sonlarında son kez kayıt yapmıştı. Konser sayısını düşürerek yoluna devam etmeye çalışan Jackie, 1973’te izleyicilerine veda etmişti. New York’taki son konseri facia gibiydi. Büyük şef Bernstein gerginliğine bağlasa da Ekim ayında Multipl skleroz teşhisi konmuştu.

Giderek artan çilesi 19 Ekim 1987’de noktalansa da büyüsü hâlâ sürüyor. O hüzün abidesi gözleri yaşartacak gibi gözüküyor, dünya döndükçe!

Ocak 22, 2013

Warriors Playbook’undan Bir Oyun

Warriors, dün geceki Clippers maçını Stephen Curry”nin 3’lüğüyle kopardı. Oyun şöyle

MCDPAND EC054

Klay Thompson ve Stephen Curry köşelerde. Sağ köşedeki Thompson, Carl Landry’nin perdesini kullandıktan sonra kıvrılıp cut’a devam ederken aynı hareketi sahanın sol tarafında Curry icra ediyor. Birbirlerinin yanından çaprazlamasına geçen oyuncular, önlerine çıkan ikinci uzunun perdesini kullanıp kanatlarda boş 3’lük imkanı buluyorlar.

Oyun, maç esnasında şöyle görünüyor:

Dahiyane olmasa bile çok şık bir oyun. Köşelerden doğup simetrik kavisleri takiben iç içe geçen iki çizgi, muntazam bir papyona dönüşüp sona eriyor. Tabii çizgiler, yumuşak bilekleriyle rakip potaya 3’lükler yağdırabilecek iki elit şutörü temsil ettiği için hücum sık sık basketle neticeleniyor.1

  1. Warriors’ın neredeyse her maç uyguladığı bu oyun, görsel olarak hemen dikkat çektiği için epeyce meşhur aslında. Grantland’den rastgele forumlara dek pek çok sitede bahsedildi. En geniş yazı ise geçen ay oynanan Heat maçı sonrası Hoopchalk’ta çıkmıştı. Oradaki örnekte Heat’in savunma alışkanlıkları sebebiyle ufak bir değişiklik yapan Warriors, hücumu pota altından bitirip galibiyete uzanıyor. []

Ocak 21, 2013

Euroleague Bosna’ya Geri Dönerken

KK Igokea, bu sezonun en çok konuşulan takımlarından biri, Aleksandrovac gibi küçük bir yerin takımı olarak Adriyatik Ligi’ndeki bütün o geleneksel takımların önünde lider konumdalar. Bu haftasonu da sahalarında yıllar sonra ilk kez ezeli rakibi Partizan’ı alt etme konusunda bu kadar ümitli olan Kızılyıldız’ı uzun süredir beklenen zirve mücadelesinde konuk ettiler. Sinisa Stemberger’in üçlüğü, onlar için Euroleague’in kapısını iyice araladı. Geri kalan 8 normal sezon maçında 4 galibiyet bile çıkarmaları Jordi Bertomeu’nun bayılacağı bir durum olmayabilir ama onlar için Euroleague bileti demek. Yine de maçla ilgili gündemi asıl meşgul edecek konu ise Igokea’nın başkanı Goran Dodik’in Mark Cuban’ın bile aklının ucundan geçmeyecek bir şekilde Kızılyıldız’ın milliyetçi yönüyle de ünlü, en bilinen taraftar grubu Delije’ye karşı sevgisini göstermesi.

Adriyatik Ligi Final-Four’u için biletimi almalıyım bir an evvel…

Ocak 15, 2013

Rosa

“Ah sevgili, Tanrı şahidim olsun, başka hiçbir çift böyle bir görev üstlenmemiştir: Birbirlerinden birer insan yaratmak.”

Böyle yazmıştı Rosa Luxemburg mektuplarından birinde Leo Jogiches’e. Tarih, onları yan yana gördüğünde, gördüğünün sadece bir aşk olmadığını bilen çok az insana tanıklık etti; oysa asıl tanıklık onların birbirlerine olan tanıklıklarıydı.

Dünya tarihinde pek çok devrimciye layık görülen ölüm, tam 93 yıl önce o inanılmaz kadına göstermişti soğuk yüzünü. 1871’de Musevi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Luxemburg, genç yaşlarında sosyalizmle tanışmıştı. O tarihin asrına armağan ettiği kavrama, özgürlüğe aşıktı.

15 Ocak 1919’da Karl Liebknecht’le birlikte kurdukları Almanya Komünist Partisi henüz amacına ulaşamadan yoldaşıyla birlikte tutuklandılar. Her ikisi de faşizmin kafalarına indirdiği darbelerle yaşamlarını yitirdiler; Rosa dipçik, Karl kurşunla. Katillerin peşine düşen Jogiches çok değil iki ay sonra öldürüldü.

Faşizmin onları yok etmek için en parlak yerlerine darbe indirmesi doğaldı. Onlar, tarihe müstehzi biçimde gülümseyen çocuklardı.

Rosa Luxemburg / Rede in Stuttgart 1907

Bugünü beni bırakın da Rosa’nın hapisteyken Liebknecht’in karısına yazdığı mektuba bir bakın!

“Ah, Sonitschka! Burada çok keskin bir acı yaşadım. Volta attığım avluya sık sık çuvallarla ya da çoğunluk kan lekeli üniformalar ve gömleklerle yüklü askeri arabalar gelir. Eşyalar buraya yığılır, hücrelere dağıtılır, sökükleri dikilir, arabalara yüklenir ve gerisingeri askere yollanır. Geçen gün, at yerine mandaların çektiği bir araba geldi. Bu hayvanları hiç bu kadar yakından görmemiştim. Bizim öküzlerden daha iri ve güçlüler, kafaları basık, boynuzlarının kıvrımı yayvan, kafatasları bizim koyunlarınkini andırıyor; mandalar iri, yumuşacık gözleri olan simsiyah hayvanlar. Romanya’dan savaş ganimeti olarak getirilmişler. Arabayı süren asker, bu vahşi hayvanları yakalamanın çok güç olduğunu, özgürlüğe alışık oldukları için yük hayvanı olarak işe koşmanınsa daha da güç olduğunu anlattı. ‘Altta kalanın canı çıksın’ sözünü hak edecek biçimde öldüresiye dövülüyorlarmış. Sadece Breslau’da sayılarının yüz civarında olduğu söyleniyor. Romanya’nın bereketli otlaklarına alışmış hayvanlar burada bir tutam sefil samanla besleniyor. Acımasızca her türlü yüke koşuluyor ve kısa zamanda telef oluyorlar.

Neyse, birkaç gün önce, çuvallarla yüklü bir araba hapishaneye geldi. Öylesine tepeleme yüklüydü ki mandalar arabayı giriş kapısının eşiğinden bir türlü geçiremediler. Zalim bir kişiliği olan görevli asker, kamçısının kalın yanıyla hayvanları öyle vahşice dövmeye başladı ki ustabaşı dayanamayıp şöyle seslendi: ‘Şu hayvanlara hiç merhametin yok mu?’ Asker, ‘Biz insanlara da kimsenin merhamet ettiği yok!’ diye cevap verdi pis bir kahkaha atarak, dönüp hayvanları daha da sert dövmeye devam etti. Sonunda hayvanlar çırpınıp arabayı eşikten atlattılar, ama birisi kanıyordu… Sonitschka, manda derisinin kalınlığı ve sağlamlığı özdeyişlere geçmiştir, düşün artık, derisi yarılmıştı. Yük boşaltılırken hayvanlar yorgunluktan bitkin, hiç kıpırdamadan duruyorlardı ve biri, kanayan, bütün bu süre içinde o kara suratında ve yumuşacık kara gözlerinde ağlayan bir çocuk ifadesiyle önüne bakıyordu. Bu gerçekten de tam olarak, şiddetli bir şekilde cezalandırılmış, üstelik nedenini, niçinini anlayamamış, zulüm ve işkenceden nasıl kaçacağını bilemeyen bir çocuğun ifadesiydi. Hayvan’ın karşısında duruyordum, bana baktı. Gözlerimden yaşlar boşalıyordu. Akıttığım yaşlar, onun gözyaşlarıydı.

İnsan, ancak canı kardeşinin kederi karşısında, benim bu sessiz ıstırap karşısında çaresizlik içinde titrediğim kadar acıyla titrer.

Romanya’nın özgür, bereketli, yemyeşil otlakları ne kadar uzak, nasıl sonsuza dek yitirilmiş. Ne kadar farklıydı güneşin ışıltısı, rüzgârın esişi; ne kadar farklıydı kuşların güzelim cıvıltıları, çobanların şarkılı çağrıları. Buradaysa; bu tuhaf, sevimsiz şehirde; boğucu bir ahırda, çürümüş samanla karışık küflü, kusturucu otlar, tuhaf, korkunç insanlar ve dayak, taze yaradan akan kan… Ah! Zavallı mandam! Benim zavallı canım kardeşim! İkimiz de burada öyle güçsüz, öyle hevessiz duruyoruz; ancak acıda, güçsüzlükte ve özlemde ortağız.”

Ocak 10, 2013

Metropolis

metropolis1

Sessiz sinema döneminin başyapıtı olsa gerek Metropolis. Uğruna harcanan milyonlarca Mark, yedinci sanatın bir kilometre taşını doğuruyordu. Fütüristik distopyanın günde 16 saat çalışılarak ortaya çıkması aslında kimseyi şaşırtmıyordu. Binlerce figüran kullanan Fritz Lang, oyuncularının da canına okumuştu.

10 Ocak 1927’de vizyona giren 153 dakikalık yapım, başta çok beğenilmemiş, sonradan tarihe geçmişti. Ateizmden komünizme değişik propagandalar yapmakla suçlanıyor, biraz makaslanıp kısaltılarak tekrar fırına veriliyordu. Filmin mesajı “Üreten eller ile planlayan beyin arasındaki aracı kalp olmalıdır” Naziler tarafından çok sevilmişti. Metropolis’in kaybolan 153 dakikalık versiyonun 2008’de Arjantin’de bulunması, olay yaratmıştı. Üzerine titrenen kopya, Brandenburg Kapısı’nda 12 Şubat 2010’da gösterilmişti.

Son sözü bilimkurgunun ustası H.G. Wells söylesin, bir yazı da ters köşe bitsin!

“Kısa bir süre önce şimdiye dek yapılmış en saçma filmi izledim. Bundan daha saçması yapılabilir mi bilmiyorum. Bu film dünyanın gidişatını göstermek amacındaysa, bence “dünya gidişatı” da bu film için endişe duymalı.

Adı Metropolis, Almanya’nın UFA Stüdyoları’nda çekilmiş ve seyircilerin bu film için ne kadar çok para harcandığını anlaması sağlanmış. Film, genel olarak mekanik gelişmeyle ilgili her türlü saçmalığı, klişeyi, bayağılığı ve karışıklığı kendine has bir duygusallık sosuyla sunmuş.

Bu film bir Alman yapımı ve korumacı bir kota altında kötü işler yapılmaya başlanmadan önce Almanya’dan çok iyi filmler çıkmıştı. Bu film Anglosakson bir zevkle adapte edilmiş ve bu süreçte büyük olasılıkla zarar görmüştür. Ancak bu olasılık göz önünde tutulduğunda bile zeki bir izleyiciyi filmdeki saçmalığın temelden kaynaklandığına ikna edecek birçok şey vardır. Bu çorba haline gelmiş filmi muhtemelen, otuz yıl önceki gençlik eserlerimden biri olan The Sleeper Awakes’in zayıf kısımlarını filmde gördüğüm için sevmedim.

Capek’in robotları nedensiz şekilde kaldırılmış ve Mary Shelley’nin birçok Alman yeniliğine kaynaklık eden ruhsuz canavarı bu karışıklıkta tekrar türemiştir. Hiçbir orijinalliği ve bağımsız fikri yoktur: Yaratıcılığın yetersiz kaldığı noktalarda yazarlar dönemimizdeki şeyleri dayanak olarak almışlardır. Büyük bir şehrin üzerinde dönüp duran uçaklar günümüzdekilerden çok da farklı değil, halbuki tüm bunlara birkaç helikopterle ve beklenmedik bazı dikey manevralarla heyecan katılabilirdi. Arabalar 1923 model ya da daha eskidir. Yeni olan tek bir fikrin, sanatsal bir yaratıcılığın sunulduğuna inanmıyorum.

metropolis2

İngilizce ilanına bakılırsa Metropolis kelimesi “kendi içinde büyüklüğün bir sembolü” imiş. Bu bize sadece kelimenin anlamları hakkında çeşitli iddialarda bulunmadan önce, sözlüğe bakmanın ne kadar akıllıca olduğunu gösteriyor. Bu iddiada bulunan kişi muhtemelen çevirmen olmalı. Filmin Almanca adı “Neubabelsburg” çok daha iyiydi ve “Yeni Babil” olarak çevrilebilirdi, bu şehir 100 yıl sonrasının şehriymiş. Şehrin çok yüksek olduğu anlatılıyor; mutluluk ve hava yukarıda bulunurken, filmdeki işçiler The Sleeper Awakes’deki mavi üniformalı işçiler gibi çok aşağılarda yaşamaktaymış.

Eğer 1897 yılında olsaydık toplumsal ilişkileri bu şekilde sembolize etmek mazur görülebilirdi ancak aradan otuz yıl geçti ve şimdiye dek birçok yeni düşünce ve deneyim gelişti. Geleceğin bu dikey şehri, şu anki bilgimize dayanarak, son derece olanak dışıdır. Hatta yoğunluğun çok fazla olduğu merkezi noktaların bulunduğu New York ve Chicago gibi şehirlerde bile hiç olası değildir.

Sadece merkezdeki iş ve eğlence bölgelerinin yapıları yükselmektedir. Ve merkezi alanlardan en üst düzeyde yararlanılmasına yol açan bu yoğunluk aynı zamanda endüstrinin ve iş gücünün, nüfusun yoğunlaştığı merkezden daha ucuz bölgelere kaymasına, ayrıca ikamet alanlarının daha açıklık ve havadar çevrelere taşınmasına sebep olur. Bu durum zaten 1900’den önce tartışılmış ve yazılmıştır. 1930’larda UFA Stüdyoları’nın dahileri çeyrek yüzyıl önce yazılan ve öngörülerle dolu bir kitap ile çıkagelmişler.

İngiltere’nin 1901’deki nüfus sayımları şehir nüfusunun merkezden uzaklaştığını ve yatay trafik alanlarının artmasıyla nüfus yayılımının daha da arttığını kanıtlamıştır. Bu yatay sosyal katmanlaşma eski bir bilgidir. Bırakın yüz yıl sonrasını tarif etmeyi, Metropolis tüm haliyle yetmiş beş yıl önce tedavülden kalkmış bir olasılıktır.”