Skip to content

Eylül 3, 2013

Venčanje Mog Najboljeg Prijatelja

Bu bir güzelleme falan değil, hayatımdan toplamda en az bir seneyi çalıp götürmüş bir oyunun güzellemesi iki satır olamaz. Ki zaten, bu kadar azılı fanatiği olan bir oyun serisine şiirler şarkılar yazmak da bana düşmez. Sadece, yazı yazmaya geri dönmek istiyorum; ancak hayatımda yaşadığım köklü değişiklikler, pek çok şey gibi, bu işe de odaklanmama izin vermiyor. Hem ısınma turu olsun, hem de 140 karakterle anlatmaya uğraşamayacağım; ama birileriyle paylaşmak istediğim bir durum var Football Manager 2012 özelinde, serinin geneliyle ilgili.

Boş gezenin boş kalfalığı rolünde tutundum askerden geldiğimden beri, sıcak yaz günlerinde içimi ferahlatan Football Manager 2012, yeni mahallemdeki yeni evimde de geceleri bana yoldaşlık yapmaya devam ediyor. Neyse işte Southampton’ı çalıştırıyorum, ilk senemde premier lige çıktım falan filan, onlardan bahsetmeyeceğim tutup da. Takımımda iki adet Sırp topçu var, birisi genç stoper, efsane Dusan Savic’in oğlu Vujadin Savic. Diğeri ise şu anda Gençlerbirliği formasını terleten, orta saha oyuncusu Radosav Petrovic. 24 saat oyunu açıkta tutan, boş anlarında space’e basarak, gün ilerletmeyi rutin görevleri arasında gören biri olduğum için, arada kız arkadaşım da görüyor tabii oyunu. Ben de şirinlik yapıp, takımımda iki tane toprağımız olduğundan bahsettim geçen gün, Vujadin Savic’i tabii ki tanıyor, Dusan Savic’in oğlu ne de olsa ve yetmezmiş gibi Mirka Vasiljevic diye meşhur bir hatunla takılmasından dolayı, Vujadin baya biliniyor. Radosav’ı ise tanımadı, ben de google images’a başvurdum.

liga-sampiona-mc

Resmini görür görmez şaşkınlık ifadesi kapladı yüzünü, geçen yaz liseden bir arkadaşının düğününde olduğunu söyledi Radosav’ın. Bahsettiğim arkadaş, Wisla Krakow’un stoperi Marko Jovanovic’le evlenmiş, geçen yaz olduğuna göre de bu oyunun çıkışından aylar sonra, gerçekleşmiş bu kutsal olay. (Aynı düğünde milli takım kalecisi Vladimir Stojkovic de varmış ve Stojkovic, karısı Bojana bunu aldattığı için çok üzgünmüş, depresyondaymış da o bu yazının konusu değil.)

Neyse uzun lafın kısası, Radosav Petrovic ve Marko Jovanovic’in FM 2012 profillerinden ilgili sekmeye bakarsanız, “favourite personnel” kısmında birbirlerinin isminin yazdığını göreceksiniz. Aynı dönemde Partizan forması giymiş, aşağı yukarı aynı jenerasyonun oyuncuları, belki zamanında televizyona çıkıp ne kadar yakın iki arkadaş olduklarından bahsetmiş olabilirler ve Sports Interactive’in Sırp elemanları da, o programı seyretmiş olabilirler. Belki de asla büyütülecek bir şey değil; ama ben bunu farkettiğimde hafifçe sırıttım ve helal ettim benden alıp götürdüğün onca günü, yılı Sports Interactive. Yolun açık olsun.

Ağustos 30, 2013

resimli suriye hatıratı – 2

ilk bölüm, halep’e 40 km. mesafede, roma dönemi ticaret yolu kalıntılarının bulunduğu terip’te verdiğimiz molayla sona ermişti. bu dizide sık sık yapacağım gibi, lafa, müge’nin defterine kaydettiği notlarla devam ediyorum – parantez içleri benden:

8 kasım 2008 / saat 14:30’da halep’in el-jdeida semtindeki dar zamaria martini otel’e vardık. 1700’lerden itibaren inşa edilmiş muhtelif binaları birleştirmişler. birbirinden farklı odaları ve huzur verici güzellikte iç avluları var. (beşlik gruptan dördümüz buradayız; müge, batuğ, berra ve arzu.) hayri de tarihi baron otel’e yerleşti. daha sonra yanımıza geldi ve kaldığımız otelin küçük, şık restoranında 15:00-16:30 arası gecikmiş bir öğle yemeği yedik: patlıcanlı kebap, humus, dolma, yerel bira… kakuleli kahvelerin ardından keşfe çıktık.

hava henüz kararmıştı. souk el-medine’ye yürüdük. (souk, çarşı demek.) biraz dolaştık, tam bir keşmekeşti; sabuncular, fular-poşu, elbise, ayakkabı vs. satan dükkanlar, etlerin dışarda asılı olduğu kasaplar, baharatçılar… oradan beşimiz tepe tepeye bir taksiye doluşup baron otel’e gittik.

22

tarihinde atatürk, agatha christie gibi şahsiyetleri misafir etmiş baron otel’in iyi bir revizyona ihtiyacı var. herşeye rağmen burada bulunmak heyecan verici. 18:30-20:00 arası barında oturup arak içerken, yarınki programı gözden geçirdik. halepli kürt barmen bizi, 45 yıldır rehberlik yapan meşhur walid bey ile tanıştırdı. böylelikle, halep’ten sonraki üç günümüz için şoförlü vasıta işini halletmiş olduk.

hayri’den ayrıldık… walid bey 1974 model dodge dart arabasıyla dördümüzü otele bıraktı. berra ile arzu yorgun oldukları için odalara dağıldık. … 23:00’da batuğ ile ikimiz çıktık ve otele 15 dakika mesafedeki hristiyan -özellikle ermeni- semti olan aziziye’ye yürüdük. burada insanlar geç saatte yemeğe çıkıyor. geceleri sokaklar kalabalık, hareketli ve renkli. halep’in önemli restoranlarından biri olan wanes’e girdiğimizde geceyarısıydı, bizden sonra bir dolu gelen oldu. 01:30’a kadar yedik, içtik: enginar çorbası, ermeni salatası, kavurma ve bastırma, ikişer duble de arak. (lübnan arağının bizim gırtlaklara suriye arağından daha tanıdık geldiğini keşfetmiş durumdayız. içinde anason da olan arağın bizim rakıdan pek farkı yok. işler yolunda.)

otele döndüğümüzde kızlara denk geldik. berra ile arzu dinlenince canlanmıştı. sabahın erken vaktine kadar bizim odanın devasa salonunda uzo ve rom içtik.

9 kasım 2008 / kahvaltı üstüne birer mırra’dan sonra taksiye binip arkeoloji müzesi’ne gittik. hayri bizden önce gelmişti. müzedeki eserler paleolitikten başlayıp klasik döneme kadar geliyor. çok güzel ama terkedilmiş gibi, bakımsız.

10

11.00’de -yakın olmasına rağmen- taksiyle halep kalesi’ne gittik. 50 metre yüksekliğinde doğal tepenin üstüne inşa edilmiş, çevresini 20 metre derinliğinde ve 30 metre genişliğinde hendek ile sarmışlar. sütunlar üstüne çekilmiş bir köprü-geçit ile giriliyor.

9

tepede ilk olarak bir hitit tapınağı olduğu sanılıyor, daha sonra yunan tapınağına çevrilmiş. 10. yüzyılda, hamadani hanedanı döneminde, şehre hâkim stratejik konumundan dolayı haçlı ordularına karşı kaleye dönüştürülmüş. kalenin içinde, farklı dönemlerde devşirme malzemelerle inşa edilmiş yapılar var; hamam, tiyatro, zindanlar, saray odaları, su ve yiyecek depoları vs…

kaleden çıktık. daracık sokaklarda eski arabalar, çek-çekler, üç-tekerlekliler (triportör), nereden nereye gittiği belli olmayan yük taşıyan insanlar arasından sersemlemiş vaziyette yavaş yavaş aşağı (otelin de olduğu tarihi merkez/hristiyan mahallesi) inerken bazı yerleri de ziyaret ettik:

12

sinan’ın ilk dönem eserlerinden olan el-hüsreviye camii ve külliyesini ancak dışardan görebildik. burası artık bir medrese. çocukların dağılma saatine denk geldik. medrese ziyarete açık değilmiş. (içine giremesek de, koca sinan marifetiyle karşılaşmak iyiydi. kim olursan ol, bak ve rahatla. sureti sağda.)

yola devam ettik ve önümüze, yine bir 16. yüzyıl osmanlı camii olan el-adliye çıktı. kadınların girebilmesi için sıkı bir prosedür var; onların verdiği, kapşonlu, yere değen cübbeyi giymeden geniş avluya bile adım attırmıyorlar. biz de pas geçtik! aynı şey daha sonra, şehrin en büyük camii olan emeviye’de de başımıza geldi. daha sonra eski el-şibani okuluna göz attık. kilise olarak yapılmış, sonra medrese ve 19. yüzyılda da fransız mektebi olmuş. katolik kilisesine dönüştükten sonra da, kilise merkeze taşınıyor. bina artık halep kültür ve rehabilitasyon merkezi.

17

birkaç sokak aşağıda, memluk prensi argun tarafından 1354’te yaptırılan bimaristanı ziyaret ettik. ortalarında fıskiyeli küçük havuzların bulunduğu küçük avlulara bakan çok küçük hücrelerden oluşan bir kompleks. müzik ve suyla psikoterapi yapılan bir merkezmiş. eski tıp aletleri, ilaçlar ve hekim odaları vardı. burada hekimlik etmişlerin en önemlilerinden biri de ibn el-rüşd. (burası tarihi bir tımarhane. şimdikilere beşyüz basar. altta fotoğraflarda ek bilgi var.)

13 14

15 16

bimaristandan çıkıp hemen karşısındaki el-cubali sabun fabrikasını gezdik. bölgedeki ilk sabun üretim merkezlerinden biriymiş. halep’te zaytinyağı ve defneden sabun üretimi bugün de önemli bir ticaret. defne antakya’dan geliyor ve yaz ayları hariç günde beş ton sabun üretiyorlar, hem de yüzyıllar önceki yöntemlerle.

çarşı içinden yürüyerek emeviye camii’ne ulaştık. çok acıkmıştık, saat 14:30’du. caminin iç avlusuna bakan ahlaldar restoran’ın ikinci katında karınları doyurduk. garson yine türkçe bilen bir kürttü. nane-limon güzeldi. ayrıca naneli köfte, kürt peynirli ekmek, domatesli kebap vs. yedik. (bira ve arak eksik değildi.) yemekten sonra camiye dışardan göz attık. el-cam, el-kebir yani büyük cami denilen emeviye, 45 m. yüksekliğinde ve kare biçimli. tek minaresi 1090-1092’de yapılmış. cami defalarca zarar görüp onarılmış. yapımına ilk olarak 705-715 arasında, şam’daki aynı adlı camiyi inşa ettiren walid tarafından başlanıyor. halife süleyman tamamlıyor.

11

geçtiğimiz dar sokaklar tek yön olmalarına rağmen geliş-gidiş olarak kullanılıp ulaşımda mucize yaratılıyor. bu bölgede müthiş bir ihtimamsızlık var; çöpler, egzoz gazı, hava kirliliği ve bazı bölgelerde pis koku… öte yandan, binalarda orta çağdan itibaren en fazla iki-üç kat ile eşit yüksekliğe özen gösterilmiş. bazıları ahşap cumbalı, değişik işlemeli demir parmaklıklı, bir nevi bazalt-traverten taştan inşa edilmiş birbirine uyumlu binaların güzelliği bizi etkiledi. kilometrelerce dönüp dolaşıp geniş çarşılara bağlanan daracık sokaklar, tonoz geçitler, ender rastlanır biçimde muhafaza edilmiş. fakat bu şehrin işlemesi tamamen tesadüf gibi görünüyor ya da malzemenin marifeti. çünkü herşey çok bakımsız. mimaride fransız etkisine de sık sık rastlanıyor.

emeviye camii’nden el-jdeida’ya yürürken ermeni, rum ortodoks, suriye katolik kiliselerinden geçip dar sokağın bittiği yerdeki geleneksel halk müzesi’ni gezdik ve otele vardık.

20 19 18

21otelin bulunduğu el-jdeida semti, eski kentin tarihi surlarının hemen dışında kurulan ilk mahallelerden biri. kelime anlamı; yeni.

akşamüstü odalarda dinlendik. batuğ, gs-fb maçını izleyeceği yer aramaya çıktı. süleymaniye bölgesini dolanıp maçın son 20 dakikasını seyrettiği bir bar bulmuş. (fener koyduydu.) biz de kızlarla çıkıp bir antikacıya uğradık.

21:30’da sisi restoran’da buluşup leziz şaraplı, iyi rakılı güzel bir yemek yedik. geceyarısı bizim odaya yayılıp kızların antikacıdan aldığı deko kadehlerle baharatlı rom yuvarladık. biz arzu ile hızımızı alamayıp uzo da içtik. (e herhalde yani, paşa’ya da kadeh kaldırdık elbet; 10 kasım olmuştu.)

Ağustos 28, 2013

resimli suriye hatıratı – 1

8 kasım 2008

8 kasım 2008: antakya-cilvegözü kapısından tampon bölgeye giriyoruz... depoları neredeyse boş iki arabada şoförler hariç beş kişiyiz. bizi halep'e bıraktıktan sonra dönerken depoları dolduracaklar. bölgeyi bölen sınırın iki tarafındaki değişik kanunlar nedeniyle, bu işler böyle yürüyor. sorun yok. yani henüz yok. müge ile yerleştiğimiz öndeki arabada etrafa bakınırken, ikinci şoförün acemi ve deposunun fazla boş olduğunu, tampon bölgede benzinlerinin bitip yolda kalacaklarını, suriye tarafında yarım saat onları bekleyeceğimizi bilmiyoruz.

antakya-cilvegözü kapısından tampon bölgeye giriyoruz… depoları neredeyse boş iki arabada şoförler hariç beş kişiyiz. bizi halep’e bıraktıktan sonra dönerken depoları dolduracaklar. bölgenin toprağını, bitkilerini, kaynaklarını, ailelerini ve havası hariç herşeyini bölen sınırın iki tarafındaki değişik kanunlar nedeniyle, bu işler böyle yürüyor. sorun yok. yani henüz yok. müge ile yerleştiğimiz öndeki arabada etrafa bakınırken, ikinci şoförün acemi ve deposunun fazla boş olduğunu, tampon bölgede benzinlerinin bitip yolda kalacaklarını, suriye tarafında yarım saat onları bekleyeceğimizi bilmiyoruz.


2

tampon bölgede tarihi yıkıntılar arasında kıvrılan uyduruk asfaltta ilerliyoruz. çişi gelen veya cebine eski eser parçası atmak isteyen bölgeye yabancı avanak turistler mayına basıp aya gitmesin diye bankete dikenli tel çekilmiş. mayınları görmüyoruz fakat çevremizi kapladıklarını, batı ülkelerinde üretilmiş olduklarını, paralarının hepimizin cebinden çıktığını biliyoruz. bu sırada içimden, mayın üretip kaliforniya ile nevada arasına, ingiltere-galler arasına, hollanda-belçika arasına, italya-avusturya arasına filan döşemek geçiyor. küfür ediyorum…. dışımdan.


3

tampon bölgenin sonu: suriye girişi, türkiye çıkışı kadar gösterişli değil. şoförümüz, benzinden başka şeker, zeytin, peynir, baharat, rakı, şarap, tütün gibi temel gıda maddelerinin türkiye’den çok daha ucuz olduğunu anlatıyor. gördüğümüzle duyduğumuz arasında ince ve sağlam bir bağ var.


5

yolda kalan ikinci araba da bize yetişti, vergisiz satış mağazasından suriye rakısı, viski, rom vs. ikmali yaptık, tekrar yoldayız. alfabe çift oldu. levhaların alt satırına göre biz sağdan düz gideceğiz. yakında biryerlerde ipek yolu uzanıyor. halep’e varmadan bir molamız var.


4

mola verdiğimiz tesiste teknoloji hakettiği komik duruma düşmüş. gülmekten başka çare yok. suriyeli kafası daha baştan hoşuma gidiyor; derme çatma işleri, derbederliği ve perişanlığı severim – belki kendim öyle olduğum için.


6     7

mola verdiğimiz yerin arka tarafında nihayet asıl yolu buluyoruz: ipek yolu’nun roma döneminde inşa edilmiş bir bölümü. kervanların yüzlerce yıllık izleri, daha yaşlı taşların üzerinde hâlâ duruyor. onlara basarak yürüyoruz. solda gördüğünüz kâse benim hatuna ait. daha solda, ipek yolu’nun banketinde yürüyen de bizim antakyalı şoför. sağdaki resim malın sağlamlığına dair. yol dediğin böyle olur be! ne yazık ki iki arabalık kervanımız buradan devam edemeyecek.


8

suriye insanı benden hoşlandı, ben de onları sevdim. patron döşeğine buyur etti, yanyana tüttürdük. baba şu an nerededir, hatta hayatta mıdır acaba? öyle bile olsa, yerinden yurdundan mahrum edildiğine eminim. halep’ten önceki son fotoğraf. orada gülümsemişim ama şimdi çok üzgünüm.

Ağustos 28, 2013

Bir Hayalim Var

martin-luther-king-jr

Tam 50 yıl önceydi…

Bir hayali vardı, çocukların sırf renklerinden ötürü arka sıralara itilmediği bir ülkede yaşamak istiyordu. Hayalinin gerçekleştiği Amerika’yı görmeye ömrü yetmedi belki; ama “Bir hayalim var” diyerek dillendirdiği tüm cümleler bugün el ele tutuşabilen siyahlar ve beyazların gizli andı gibi. Rüyasında görse inanamazdı herhalde kendisini katleden ülkede bir siyaha Beyaz Saray koridorlarında “Başkan” diye seslenileceğine.

28 Ağustos 1963’te 200 bin kişinin önünde “Bir hayalim var” diye haykıran Martin Luther King Jr. tarihin belki de en önemli konuşmalarından birine imza atmıştı. TIME’ın yılın adamı seçtiği lider, 1964’te de Nobel Barış Ödülü’nü o güne kadar kazanan en genç insan olmuştu. İktidarı sağır eden sesi, yarım asırdır birçoklarının yüreğinde çınlıyor.

Girizgâhı daha uzatmadan sözü ona bırakmalı!

Ağustos 24, 2013

bu sefer tamam mı len?

rasta-fâre’nin bir önceki ”basketbolu bırakıyorum” açıklaması üzerine, 29 kasım 2009’da torinolu.blogspot’ta yayınlanan yazımı ısıtmadan -hatta resmini bile değiştirmeden- tekrar sürüyorum. o vakit inanmamıştım, şimdi arkadaş harbî herhalde. fakat nedir; onda basket oynayacak hâl kalmadıysa, bende de bu konuda yeni yazı yazacak hâl kalmadı.

basketi değil traşı bırak ayvi

bildiğimiz şımarık cazgır halinin sevimli kırışıkları arasına saklı melodramatik velet ortaya çıkmış ve o veda mesajıyla kendisine düşleyebildiği gibi bir cenaze töreni dillendirmiş. şu güne dair hesaba katmadığı; halen canlı, hattâ peksklemediği yaşına göre çakı gibi olduğu… sonraki günlere dair de, kendiyle meşgul akılcığına gelmemiş olan bir gerçek var: basketbol oynamadan duramayacağı. bu kadar senede gösterdiği, yapabildiği en iyi işin basketbol oynamak olduğu. tavşan gibi üremeyi ve pleysteyşın oynamayı işten saymazsak, tek de denebilir. meziyetleri arasında kelimeleri özenle birleştirmek yok; (konuşa)bildiği dilde hazırlanmamış, üstelik her cümlesi ayrı çeşit palavra ve klişeden ibaret veda metnini müsâmere provasındaki bir haylazın şiir okuması gibi mırıldanırken, ayvi sanki revaçtaki pembediziye konuk oyuncu gitmiş de tevede rol kesiyormuş gibi seyrettim. gözler doldu filan… aman ne trajedi. vircinya lisesi tiyatro kolu: ayvırsın eez hemlıt!

oleniverson“– teşekkürler azizler, börd, cordın, kerim ve adını aklımda tutabilemediklerim -evet ya ben de onlardan biriyim. yaptım elimden geleni, ilâhlar daha durayım istemedi. haydi ben ölüyorum, hakkınızı helâl edin. ha bir de ribak’a teşekkürler. bi de ıııı, neydi lan, hah soni’yle kentakifraytçikın. ve hemptın’daki barnimarket’ten ceysın dayı; üstümde çok emeği vardır. neyse uzatmayayım, artık basket bana haram. sesleriniz ebediyen böğrümde yankılanacak, kokunuzu hatırladıkça tadınız genzime gelecek. hastalavista.” (ve org ‘greytıstlavofol’ çalmaya başlar, rihanna şarkıya girer, perde iner – üstünde starbaks reklamı vardır. şekspir in şok! dağılın.)

belki gelecekte bir gün basketbola gerçek vedasını kendi kelimeleriyle eder. o zamana kadar da biyerlerde -belki avrupa’da- basketbol oynar herhalde. okyanusun bu tarafında kaprisleri birkaç sene hoşgörülecek kadar efsanevî bir şöhrete sahip. yiyip bitirecek tek o kaldı zaten. hem karıya çoluğa çocuğa çeteye yeni teveye para lâzım. yunanistan? italya, ispanya? rusya? fener?!. ihehe. ne, siksırs mı ilgileniyormuş? al sana! aklıma takıldı; şimdi bu herif diyelim üç gün sonra bir takımla anlaşıp oynamaya başladığında, bu bir kambek olarak mı değerlendirilecek?

olen ayvırsın, bizamannar ceymıs-diin gibiydin, ölmedin.

(not 2013: eleman beni tanımaz ama ben onu çok severim. insan sevdiğini ısırırmış.)