Skip to content

Eylül 13, 2013

Taçsız Kral

13 Eylül 1991’de İstanbul’dan gelen bir haber gözleri dolduruyor, “futbolumuzun tavanındaki en güzel avize” sönüyordu. Taçsız Kral son nefesini vermişti…

Hiç unutmuyorum o günü. Saatlerce ağlamıştım. Çünkü pişmandım zira onu birkaç ay önce Ortaköy’de görmüştüm. İmza almak için yanına gidememiş, utanmaktan pancara dönmüştüm. Rahmetli babamdan tüm çocukluğum boyunca gollerini dinlediğim, rüyalarımı süsleyen adam ölmüştü; geriye belki de bir Lefter kalmıştı. O da malum geçen yılın başında cennette yerini almıştı…

Karşıyaka’da bir Şubat günü başlamıştı Metin Oktay’ın hikâyesi. 1936’da doğan çocuk, Damlacıkspor’da futbola merhaba demiş, Yün Mensucat aktarmalı geldiği İzmirspor’da benim demişti.

Doğduğu kentin gol kralı, sevgilisini bırakıp tek aşkının peşinden İstanbul’a geliyordu. Oya Hanım, “Ya ben, ya Galatasaray” dediyse de onu ikna edemiyor, parçalı destanı doğuyordu. Aslında Beşiktaş’ın kapısından dönen genç, koyu renk kruvaze ceketi ve ütüsüz bej pantolonuyla Galatasaray’ın kapısından içeri girmişti.

Cemal Süreya’nın “Ensesiyle bile top alır, baldırıyla, oyluğuyla, hattâ bademciğiyle” diye tanımladığı futbolcu, leblebi gibi gol atıyor, hattâ bir seferinde Fenerbahçe karşısında ağları yırtıyordu. Bir senelik Palermo seferinin ardından Türkiye’ye bomba gibi dönüyor, sarı-kırmızılı formayla 1962-63 sezonunda 26 maçta 38 defa fileleri havalandırıyordu. Rekoru, yıllar sonra halefi Tanju Çolak tarafından kırılabilecekti…

1965’te Taçsız Kral filminde sahne alan Metin Oktay, 1969’da yeşil sahalara veda etmişti. Jübilesinin son dakikalarında Fenerbahçeli Can Bartu ile formaları değişmiş, kısa süre için de olsa ‘çubuklu’ ile tanışmıştı.

173459

Son sözü belki de usta kalem Cemal Süreya’ya bırakmalı…

“Metin’de bütün bu büyük futbolcuların yanında kendisini daha büyük gösteren bir şey var. Nedir bu acaba? Teknik mi, beden gücü mü, sezgi mi? Bütün bunlar birleşmiş onda. Ama aynı özellikleri başka futbolcularda kolayca seçiyoruz. Sanırım asıl niteliği topla buluşması. İcatçıdır bu konuda. Sevecendir. Şemsiyesini ne mi yaptı? Fenerbahçe’ye attığı çok ünlü bir gol vardır. “Uçan Manda” olarak anılan Özcan’ın beklediği kalenin ağlarını yırttı. Ayıp olmasın diye ve rakip takıma bir cemile olarak şemsiyesiyle örttü orayı. Şemsiye’nin bugün hâlâ orda olduğu söylenir.”

Bir de keşke o gün yanına gitseydim…

Eylül 8, 2013

Ne Oldu Şimdi?

Dün düşündüm. Ben istemiyor muyum İstanbul olimpiyatı alsın? Kafayı yemiş olmam lazım. İstiyor muyum peki? Onun için de kafayı yemiş olmam lazım. Olimpiyat için en iyisini istedim, oldu. Olimpiyat “alalım, düzenleriz biz” diyebileceğin bir şey değil.

*

Soru: Olimpiyat nasıl bir şey?

“Akdeniz Oyunları’nda tecrübe kazandık” diyebileceğiniz bir şey de değil, başta onu söyleyeyim. Beş bin sporcunun gelip, yarışıp gideceği bir olaydan bahsetmiyoruz. 2020’de belki de yirmi bin kişinin yarışacağı, Londra’da “sadece okyanus ötesinden gelen” yarım milyon insanın belki de ikiye katlanacağı bir şeyden bahsediyoruz. Hallederiz demekle güven verilmiyor. En ufak bir soru işaretinin seni kovalayacağı bir süreç bu, çünkü IOC’nin malı değil, insanlığın mirası. Hesabını dünyadaki sporseverlere veriyorsun, sadece komiteye değil. Büyük değil, devasa bir şey olimpiyat.

Soru: Olimpiyatı nasıl istemezsin?

Şimdi, baştan söyleyeyim, ben değilim istemeyen. Ama “mantıklı sebeplerden dolayı” olimpiyatın İstanbul’da düzenlenmesini istemeyen insanlar var ve maalesef haklılar.

Dünyanın en büyük spor organizasyonunu, sporun nirvanasını bir spor insanının şehrinde istememesi mümkün değil. Ancak o bahsettiğim spor insanlarının hepsi İstanbul ve Türkiye’nin spor konusunda nerede olduğunu biliyor. Benim kafamda hala 15-16 yaşındayken iğrenerek girdiğim soyunma odaları, maç içinde sakatlanan arkadaşımın maçın sonu beklenerek taksiyle hastaneye götürülüşü (bağları koparmış, sonradan öğrendik, ama acelesi yoktu) var. Dediğim yedi yıl önceydi. 2020’ye daha çok var ya hani…

Araya giriş: Ama şimdi olimpiyata hazırlanırken farklı olacak…

E niye illa olimpiyatı bekliyoruz? O çocuğun spor hayatı bitti işte.1 İşte bunu anlatıyordum, işte bunu anlatıyordum. Bir şeyler beklemeden spor bilincini yakalamış bir yer düzenleyecek 2020’yi. Zorunda olduğu için değil, sporu sevdiği için.

Ha olimpizm ruhu saracaksa etrafımızı bundan sonra, emin olun adaylığın getireceği uyanış 2020’yi almaktan çok daha öte. 2024 adaylığı zamanı gelince Japonya seviyesine çıkmış oluruz sporda, eğer o parayı hala spora yatırmayı düşünüyorsak…

Sonuç, sırf hükumet karşıtlığından dolayı olimpiyatı istemeyen, sonuçla eğlenen insanlarla, mantıklı çerçeveye oturan sebepleri savunan insanları aynı kefeye koymayın, hatta onlardan fikir alın. Onlar olimpiyatın dostu, ihtiyacınız var.

Soru: Neden olmadı?

Böyle yazıp cevaplayınca insanın egosu gıdıklanıyor. Ego demişken, daha önce hiçbir sportif skandal yaşamamış2, plazalarında bile her gün iş öncesi toplu spor seansları yapılan3, özel yeraltı bisiklet parklarının olduğu4, lise ve üniversite liglerini ortalama yirmi bin insanın izlediği5 bir yerden bahsediyoruz. İnşaata bağlı projeye enjekte ettiğiniz egoyla bunu yenebilmeniz mümkün değil.

Soru: Bundan sonra ne lazım?

Bunu anlatan çok fazla yazı yok Türkiye’de. Anlatanlar benden daha iyi anlattılar tabii, orasını tartışmam.

Olimpiyatın ne olduğunu tam olarak anlamamış hiçbir ülkenin olimpiyat düzenleyememesi lazım. IOC her ne kadar diğer üst düzey spor kurumları gibi yavaş yavaş erozyona uğrayan bir kurum olsa da, en azından olimpik ruhu en iyi özümseyen adayı seçmeye çalışıyor yıllardır.

Ülkedeki insanların çoğu olimpik branşların üçte birini hiç duymamış, diğer üçte birini günlük hayatta cümle içinde kullanmamış, kalanını da “ya öyle spor mu olur” düşüncesiyle karşılarken, neyin olimpiyatı? İstanbul’daki insan haftaya okullar açılınca trafiğin düşeceği durumdan deli gibi korkarken, neyin projesi?

Hazır olmak gerek, zihnen. Rio’daki olimpiyat için özel çalışmak, şimdiden olimpik branşlar için heyecan aşılamak, sporcu hazırlamak, yayınlar yapmak, haberler geçmek gerek.

Hazır olmak gerek, bedenen. Japonya “Ana Basın Merkezi şurada, on dakikalık yürüme mesafesiyle şuraya ulaşabileceksiniz” gibi bir plan sunabilir, bunu gösterebilirken “suyun üstüne stadyum yapacağız, çok güzel olacak” demek yetmez. Siz de farkındasınız.

Hazır olmak gerek, tamamen.

Soru: Hayır, kim seyredecek abi saat 5’te kalkıp?

Sinan Engin’i kim aldı içeri…

*

Dün sunumlardan sonra, oylamaya kadar kendimi oyalayamadım. İlk oylamadan sonra sonuç açıklanıncaya kadar midem havadaydı. Rogge’un ağzından Tokyo çıksa da tuhaf hissedecektim, İstanbul çıksa da. Hala daha tuhaf hissediyorum.

“Bizim çabamıza rağmen, “sizin yüzünüzden” deyince olmayacak, bir şey değişmeyecek. “Ahaha #aldınızmıolimpiyatı” deyince hoş görünmeyecek, daha iyiye gitmeyecek. Bir ülkede olimpiyat adaylığı süreci sonrasında zafer kazandığını düşünen bir taraf ve büyük darbe yediğini düşünen bir taraf varsa, olimpiyatı düzenlemeye hakkı yok.

Ya hepsini geçtim, bir ülkede olimpiyat adaylığı sürecinde iki taraf varsa o ülkenin hiçbir şeye hakkı yok…

  1. Okay Karacan mode on []
  2. 30 kişilik doping skandalı []
  3. %8, Türkiye’de çalışanların spor yapma oranı []
  4. bisiklet yoluna park eden araçlar []
  5. ya spor ya üniversite tercihi []

Eylül 5, 2013

Celtic’in Bebeği

Bundan tam 82 yıl önceydi. Glasgow’un Protestanları ile Katolikleri Ibrox Park’ta kozlarını paylaşıyordu. Golsüz giden karşılaşmanın 50. dakikasında Rangers’ın forvetiyle Celtic’in gencecik kalecisi John Thomson çarpıştığında zaman duruyor, gözlerinin önünden bir film şeridi akıp gidiyordu…

1909’da doğan Thomson bir yandan madende çalışıyor, öbür taraftan hayaller kuruyordu. Amatör olarak futbol oynayan çocuğun ünü kısa sürede başkentte duyuluyordu. Kaleci arayan Celtic’in hocası Willie Maley, Doğu İskoçya’daki bu delikanlının peşine düşüyordu. Ufaklık 17 yaşında sözleşmeyi kapıyordu. 10 Sterlin’di ücreti. Takımla antrenmanlara başlıyor, sırasını bekliyordu.

Teknik direktörü ona şans verdiğinde, 18 yaşındaydı köylü çocuk. Glasgow gibi büyük bir kentte sahne almış ve kadroya yerleşmişti. Dur durak bilmiyor, ünü kulaktan kulağa yayılıyordu. İskoçya Kupası’nda üç direk arasında döktüren file bekçisinin milli takımın kalesine geçmesine kesin gözüyle bakılıyordu. O da formayı kaparak kimseleri şaşırtmamıştı.

Delikanlı, Airdrieonians maçında ciddi sakatlanıyordu. Annesi futbolu bırakmasını öğütlerken, o arkadaşlarına hayatını tehlikeye atan kurtarışı nasıl yaptığını anlatıyordu. Halbuki tehlike çanları onun için çalıyordu.

Celtic’in gözü kara eldiveni, 211. maçında Rangers karşısında takımının yine en büyük kozuydu. 50. dakikaya kadar yine görevini layıkıyla yerine götüren çocuk, ortadaki topa daldığında olaylar gelişmişti. English’in dizinin çarpmasıyla birlikte kafatası çatlayan oyuncunun birçokları baygınlık geçirdiğini düşünüyordu. Oysa tıp fakültesinde okuyan bir rakip futbolcu acı gerçeğin farkındaydı, Thomson’ın durumu çok ağırdı.

Hemen hastaneye kaldırılan 22 yaşındaki kaleci, tüm çabalara rağmen kurtarılamamıştı. Sonradan Liverpool’a transfer olan English, tüm kariyeri, belki de hayatı boyunca, o günü düşünmüş durmuştu. Evet, tam 82 yıl önce bu günü.

5 Eylül 1931, Rangers ile Celtic’in tüm düşmanlıklarını unuttukları birkaç günden biri olarak hatırlanıyor, gencecik bir adamın da mezartaşında yazıyor. Ve her zaman aynı şarkı kulaklarda çınlıyor…

Eylül 3, 2013

resimli suriye hatıratı – 3

bugünlerde üzerine bolca ileri geri cümle kurulan ve üzerinde kara bulutlar dolaşan güneydoğu komşumuz suriye’de beş yıl önce yaptığımız barış içindeki zevkli seyahatten bahsetmeye, müge’nin günlüğünden devam ediyorum. defterdeki notları ufak tefek ekleme-çıkarmalarla, müge’nin anlatımını bozmamaya çalışarak aktarıyorum. bana ait cümleleri de mümkün mertebe, şu okuduğunuz paragrafın rengindeki küçük puntolu resimaltlarına saklıyorum.

23

10 kasım 2008 / sabah 8:45’te otel dar zamaria’dan ayrıldık. dün baron otel’in barında tanıştığımız ve bize şoförlü vasıta ayarlayan tecrübeli rehber walid bey bizi minibüsü kullanacak olan muhammed’le tanıştırdı. genç, tombiş, mülayim bir arkadaş muhammed. hep birlikte otele yakın olan modern süleymaniye ve aziziye semtlerini şöyle bir dolanarak, hayri’yi almak üzere baron otel’e vardık. burada hiç hesaplamadığımız bir tesadüf yaşadık ve bunu da sonrasında farkettik: 10 kasım 2008 sabahı saat 9’u 5 geçe, atatürk’ün halep’te kalmış olduğu otelin önünde grup fotoğrafı çektiriyorduk!

halep’i hama ve humus’a bağlayan otobanın batısı ile asi nehrinin doğusu arasındaki yoldan güneye doğru yola koyulduk. yeri gelmişken; asi nehri, yani orontes, daha güneyde, lübnan’la suriye’yi ayıran birbirine paralel lübnan ve anti-lübnan sıradağları arasındaki bekaa vadisi’nden doğup suriye’nin batısını kuzeye doğru katediyor ve antakya’dan akdeniz’e dökülüyor. biz de akış yönünün tersine katediyorduk onu.

3810 civarında şoför muhammed’in doğduğu kasabaya vardık: ma’arrat-an-nu’man… buradan geçerken küçük bir mola verdik, 16. yüzyılda murad başer han tarafından yaptırılan kervansarayı gezdik. iç avlunun ortasında bir mescit vardı.

kervansarayın içindeki mozaik müzesinde, 5-6. yüzyıllardan kalma kiliselerden alınmış mitolojik sahneleri gördük. bunlar anadolu’dakilerden çok farklı ve ilginçti; insan figürüne rastlamadık diyebilirim… anlaşılan o ki, bu bölgede halka hristiyanlığı anlatmak için daha basit bir figür dili kullanılmıştı.

minibüsü parkettiğimiz sokak arasındaki minik bakkaldan yerel meyva suları ve cipslerden aldık fakat tadlarına baktıktan sonra, muhammed hariç hiçbirimiz devam edemedi! neyse ki çay-kahve-sigara her zamanki gibi işimizi gördü. böylece kasabadan ayrıldık.

28

antik-doğu-batı ticaret yolu üzerine, milât ile 7. yüzyıl arasında kurulmuş ve çeşitli sebeplerle 10. yüzyıla kadar tamamı terkedilmiş yüzlerce yerleşim var. roma ve erken bizans dönemlerinde bölgenin merkezi antakya’ya bağlı olarak kurulmuş ve serpilmişler. bugün onlara ‘ölü’ ya da ‘unutulmuş şehirler’ deniyor… halep’in güneybatısında, idlib civarında onları görmeye başladık. hangi sebeplerle terkedildiklerine dair kesin bilgiler olmasa da, genel olarak bu bölgenin kaderini bilinen tarihinden çıkarmak mümkün: büyük depremler, denizciliğin gelişmesiyle yeni ticaret güzergâhlarının kullanılması, arap istilâsı, bitmeyen savaşlar ve yıkıcı işgaller… son ikisi zaten günümüzde de sürüyor, mâlumunuz.

fıstık ağaçlarının arasından güneye doğru yola devam ederken, sağda solda irili ufaklı ‘ölü şehirler’i görmeye de devam ettik. bölge taşlık fakat altı çok verimli kızıl toprak; yağmurdan sonraki geç baharı yaşayan zeytinlikler göz kamaştırıyordu, yemyeşil taze otlar ve renk renk çiçekler heryerdeydi.

20 dakika sonra sarjallah’a vardık. burası, ‘ölü şehirler’in en büyük ve önemlilerinden biri, ayakta kalabilmiş bölümleri az değil. batuğ’un eline yapışık gezen ve sıkça başvurduğumuz lonely planet’a göre sarjallah, antik dönemin iki büyük kenti antakya ve apamea arasındaki ticaret yolu üzerine kurulmuş en büyük merkez.

29   24
solda; yaşlı kapının üzerindeki taşlı süsleme, yapım tarihi gereği el oyması… apartmanın dış cephesine renkli fayansla atraksiyon yapmaya benzemiyor, ha? sağda; yaşlı duvarın penceresi 1500 yıldır sonsuzluğa bakıyor. biz ordayken f-16’lar henüz gelmemişti. ”f-16 da nereden çıktı?” demeyin, herhalde benim götümden değil!

riha tepesi’nde geniş araziye yayılmış kentte kiliseleri, zeytinyağı fabrikasını, küçük bir meydanı çevreleyen hamam, taverna ve andron binalarını gezdik. sonra, eyvallah sarjallah.

25
roma mimarisi anadolu’dan doğu’ya yayılırken suriye’nin kuzeybatısına yüzlerce kent kurdu. halep-hama arasındaki 700 kadar antik yerleşim kalıntısına bugün ‘ölü şehirler’ ya da ‘unutulmuş şehirler’ deniyor. portakal rengi taşlarla zarif pencerelerin, nişlerin arasından, bugünün kentlerinde içine hapsolduğumuz binalara nasıl düştük? o şehirler nasıl öldüler, nasıl unuttuk? gezelim, hayal edelim ve içelim.

27   26
hayri ile berra geçmişten örnek almaya uğraşırken ben kafayı yükseltmişim, daha geniş zamanı kaydediyorum. biraz zorlayıp kompozisyonun mesajını sıkmak gerekirse; ava giden avlanır!

halep-hama-humus anayolunu takip etmeyip asi’nin batısına geçerek al-ghab ovasına daldık. yüzyıllarca asi nehrinin taşkınları altında bataklığa dönüşen düzlük, 1950’lerdeki projeyle ıslah edilip çok verimli tarım alanlarına dönüştürülmüş. tütün ve pamuk tarlaları, yumuşak zeminde oluşturulmuş havuzlarda balık çiftlikleri ve hayvancılık… seyrede seyrede geçtik. hama’ya 50 küsur kilometre kala, verimli al-ghab ovasını biraz yukardan seyreden apamea antik kentine vardık. insanlar burayı terketmiş olabilirdi fakat insan olmayan dost yerleşimciler bizi bekliyordu!

31   34

burası, nispeten küçük yerleşimler olan ‘ölü şehirler’den biri değil. önceden pharmake adında ufak bir şehirken, iskender’in fethettiği bölgelerde onun ölümünden sonra kendi krallıklarını kuran önemli komutanlarından seleukos’un milâttan önce 300’de bir kale yaptırarak yerleştiği ve genişlettiği, dönemin hazine ve hayvancılık merkezi olan koca bir kent. seleukos buraya pers asıllı karısının adını vermiş: apamea, yani afamya.

32   30

apamea’da kendimizi sütunlu caddeye attık (cardo maximus), istersen atma, uzunluğu 2 kilometre! çevresinde iki hamam, agora, thyke tapınağı, devlet binaları ve henüz kazılmamış bir tiyatro bulunmaktaydı. yorulana kadar kalıntılar arasında dolaştık. apamea büyüktü, çoktu, güzeldi; gözkamaştırıcıydı.

46oradan, 5 km. mesafedeki mozaik müzesine geçtik. apamea mozaiklerinin sergilendiği mekan esasen 16. yüzyılda kanuni tarafından yaptırılmış bir kervansaray ve istanbul-mekke hac yolunun önemli bir noktasında bulunuyor. denizden 226 metre yüksekte. burdaki eserler arasında, pagan dönem tanrılarına ait olanlardan biri (sağdaki), size tanıdık gelecektir. onun 20. yüzyıl mamulâtı boktan dev heykelini beton gökdelenlerden oluşan merkezinin önüne denize dikmiş olan günümüzün korku imparatorluğu, şu sıralar bu toprakları gözüne kestirmiş durumda.

3641

43

apamea han’dan ayrılıp 7 km. ilerdeki kasabada bir yol lokantasında yemek yedik. şoför muhammed’in tavsiyesiyle durduğumuz affarah restoran sevimsiz görünüyordu fakat suriye usulü kebaplar lezzetliydi. yola devam ettik, güneş alçalırken shiezar kasabasına vardık ve burada, asi üstüne kurulmuş, nehrin suyunu yerleşim yerine ulaştırmak için taş kemerlere çıkaran eski ahşap değirmenlerin (norias) yanında mola verdik. sükûnet dolu bir yerdi burası, yorucu günden sonra inmekte olan akşamın yumuşak renkleri ve sesleriyle biraz dinlendik. daha yolumuz vardı.

47 44

batan güneşin büyüleyici manzarasını sağımıza alıp tekrar güneye doğru yola koyulduk. piyasaya bir şişe baharatlı rom çıktı ve muhammed hariç bütün grup, guruba nâzır demlendik. kimimiz gülme krizine girdi, kimimiz roma devam etti, kimimiz uyukladı, zaman da yavaşladı, kıvrılıp duran dağ yollarından inip çıktık ve 19:00 civarında krak des chevaliers bölgesindeki al-wadi otel’e vardık.

krak des chevaliers bölgesine adını veren haçlı kalesinin eski adı, buraya ilk yerleşenlerden dolayı, hısn el-akrad yani kürt kalesi… suriye’nin akdeniz kıyı şeridinin en güneyindeki tartus kentinden biraz içerde, denizden 500-600 metre yüksekteyiz. hemen güneyde lübnan başlıyor. lonely planet sayesinde bunları biliyorduk fakat hava kararmış olduğu için ne kadar güzel bir yerde olduğumuzu ancak sabah görebilecektik.

al-wadi’de beş kişi yanyana iki süite yerleştik. akşam yemeğinden önce ve sonra bir odada birlikte içip gülüştük, sohbet ettik. bu grubun iyi içtiğini anlamışsınızdır. suriye de buna elverişli, kalite yerel şarapları ve iyi rakılarıyla işin zevkini artıran bir yerdi… (evet, di.)

33
üçüncü bölümün kapanışı için, geri planda gruptan iki kâse eşliğinde, apamea antik kentinin ana caddeye paralel yan sokağından bir yer yazısı seçtim. çağımızda hemen hepimiz, ne yazarsak yazalım suya, bilemedin, yeni dökülmüş de henüz kurumamış çimentoya yazıyoruz. yazı dediğin böyle olur halbuki; cümleyi kuracaksın, mermerin üstünde 2300 yıl duracak.

Eylül 3, 2013

İlk Şampanya

Tam 63 yıl önce Monza’ya çevrilmişti gözler. Formula 1 tarihinin ilk sezonuna Monza’da nokta koyuluyordu. Son yarış öncesi sürücüler sıralamasının en üstünde yer alan Juan Manuel Fangio pole pozisyonunu aldığında, birçokları bu iş bitti diye düşünüyordu…

Arjantinli motor ilahının mutlu sona ulaşması için neredeyse podyuma çıkması yetiyordu. Luigi Fagioli ile Nino Farina’yı saymazsanız zaten kimsenin şampiyon olma ihtimali yoktu. Fakat evdeki hesap çarşıya uymuyor, Fangio’nun arabası iflas ediyordu. Arjantinli son umut Pietro Taruffi’nin arabasına atlıyor fakat 35. turda o da bozulunca, zafer gelecek sonbahara kalıyordu.

3 Eylül 1950’de damalı bayrağı ilk gören Farina tarihin ilk Formula 1 şampiyonu olarak taçlandırılmıştı. İlk yaprağı böyle yazılan serüvenin sonrası tufandı…