Skip to content

Mayıs 13, 2014

2 Ters 1 Düz

Harlem Globetrotters’la beraber hatırladığımız bir aksiyon var: Weave. NBA tarihinde bolca kullanılmış olmasına rağmen günümüzde nadiren rastlıyoruz. Indiana Pacers, üç kişilik bir versiyonunu oynuyor. Yay etrafına dizilmiş üç kısanın dribble hand-off’larıyla top sürekli el değiştiriyor.

Kısa oyuncular bir kenar çizgisinden diğer kenar çizgisine dek topla beraber hareket ettiği için tepe civarını temizlemiş oluyorlar.1 Kadrosunda dripling ustası bir guard bulunmamasına rağmen belli seviyede topa hakim oyunculara sahip olan Pacers için biçilmiş kaftan. Özellikle çeyrek sonlarında, mola dönüşlerinde topu kenardan oyuna sokup sık sık oynuyorlar.

  1. Bu esnada iki uzun weakside’da (köşede ve blokta) bekliyor. Köşedeki uzun (genelde David West), weakside bloktaki uzunun perdesini kullanıp pota altına cut yapıyor ve farklı bir opsiyon sunuyor. []

Mayıs 12, 2014

Futebol – Maracanaço

barbosa-copa-do-mundo-1950

Geçmişten hayallerinizi yıkan, yaşadığınız yerdeki herkesi mutsuz eden bir anı değiştirme şansınız olsa ne yapardınız?

1988 yapımı Barbosa adlı, Ana Luiza Azevedo ve Jorge Furtado’nun yönettiği kısa filmde Antonio Fagundes’in eline böyle bir fırsat geçiyor. Antonio 1988’de yaptığı zaman makinesiyle 1950 yılına, Rio’ya gidiyor. Tek bir amacı var. Bir şekilde Maracanã stadında oynanacak Dünya Kupası finaline gidecek, saha içine girecek ve kaleci Barbosa’nın hayatını mahveden, bir ülkenin yıllar boyu kabusu olacak o golü, Barbosa’yı uyararak engelleyecek.

1942 ve 46 yıllarında dünya savaşı yüzünden düzenlenemeyen turnuva, 1950’de o günlerde tek aday olan Brezilya’ya verilir. Bu turnuva savaşın açtığı derin yaraları çok az da olsa kapatmak için bir şanstır. Brezilya ise diktatörlükten kurtulmuş, demokratik bir rejim altında ilk yıllarını yaşamaktadır. Futbolda sınıf farklılıklarının ortadan kalkmasıyla Brezilya futbolu bir anda gelişmiş, ülkede en çok sevilen spor olmuştur. Brezilya milli takımı çok güçlüdür ve burada alınacak bir şampiyonluk dünyaya ne kadar modernleştiklerini göstermek için büyük bir fırsat olacaktır.

Takımlarının yanı sıra organizasyonun ihtişamıyla da gövde gösterisi yapmak isteyen Brezilya, o günler için dünyanın en büyük stadı olacak Maracana’yı inşa eder. Futbolun trajik hikayeleri arasında en çok anlatılan1 olaylardan birisi olan 1950 Dünya Kupası’nın final maçı2 da bu statta, 175 bini biletli olmak üzere 200 binin üzerinde seyircinin önünde Brezilya – Uruguay arasında oynanır. Brezilya maçın favorisidir. Maçtan önce eğlenceler düzenlenir, maç sonrası yapılacak kutlamalar için en büyük festivalleri aratmayacak bir organizasyon ayarlanır. Hatta Rio belediye başkanı maç öncesi yaptığı konuşmada şampiyon Brezilya’nın futbolcularını şimdiden tebrik ediyorum bile der. Gazeteler Brezilya’yı bir gün önceden zaten şampiyon ilan etmiştir. Maçın ikinci yarısının hemen başında gelen Brezilya golü stattaki 200 bin kişiyi iyice festival havasına sokar. Fakat 66. dakikada Uruguay bir gol bulur, 79. dakikada ise Ghigga sağ çaprazdan ceza alanına girer girmez yerden yakın direk dibine sert bir şut gönderir. Kaleci Barbosa uzansa da bu topu çıkaramaz. 90 dakika bittiğinde, üzüntüden ağlayan 200 bin kişinin önünde, sahanın ortasında çöküp kalmış Brezilyalı rakiplerinin yanında, Uruguaylı futbolcular sevinç göz yaşlarıyla şampiyonluğu kutlarlar.

Şampiyonluk golünü atan Ghigga, 2000 yılında bir davet için Rio’ya gelir. Havaalanındaki pasaport görevlesi, 23 – 24 yaşlarındaki kadın bir Ghigga’ya bir pasaporta bakar. Durumu garipseyen Ghigga, bir terslik olup olmadığını sorar. Görevli genç kadın “Sen o Ghigga mısın?” diye sorar. Ghigga’nın ismi Uruguay’da bile unutulmuşken Brezilya’da nesilden nesle aktarılan travmatik bir hikayenin baş aktörlerinden olmuştur.3

O günün bir başka unutulmayan ismi ama kaybeden tarafında olan Brezilya kalecisi Barbosa, Ghigga’nın Rio ziyaretini yaptığı 2000 yılında hayata veda etmeden önce verdiği son röportajda, “Brezilya’da bir mahkuma verilen en uzun hapis süresi 30 yıldır, benimki ise tam 50 yıldır devam ediyor” demiştir.

İşte Antonio’nun bir zaman makinesi icat edip bu final gününe gitmek için yola koyulmasının amacı hem Barbosa’nın kötü kaderini değiştirmek hem de tüm Brezilya’yı bu travmadan kurtarmaktır. Antonio final gününe, 1950’ye gider. Önce Maracana’nın tribünlerinde maçı izler. Ghigga’nın golü atacağı 79. dakika yaklaştığında bir yolunu bulup çimlere iner ve kale arkasına geçer. Uruguay’ın atağı başladığında Barbosa’ya sesini duyurmak için bağırır. Amacı onu önceden uyarıp golü engellemektir. Barbosa önce Antonio’yu duymaz, o sırada Ghigga sağ çaprazdan ceza alanına girmektedir. Antonio son gücüyle yine “Barbosa” diye bağırır, Barbosa sesin geldiği yöne doğru döner, kimin seslendiğini anlayamayıp kafasını tekrar sahaya çevirir. Ama o arada Ghigga çoktan hareketini tamamlar, topu yerden direk dibine gönderir. Barbosa o köşeye doğru atlasa da artık çok geç kalmıştır.

64 yıl sonra, bu yaz, Brezilya finale yükselirse 1950’de Barbosa’nın yediği golle başlayan, 1988’de zaman makinesi yardımıyla bile, hayali de olsa bozulamayan bu laneti Maracana Stadyumu üzerinden kaldırma şansı Brezilyalıların eline gerçekten geçecek. Belki bu sefer sağ çaprazdan Hulk vuracak ve şampiyonluk golünü Barbosa’ya armağan edecek.

  1. Ayrıntılı hikayesi için http://www.theguardian.com/football/blog/2014/feb/18/world-cup-25-stunning-moments-no2-uruguay-brazil-1950-scott-murray []
  2. Bu turnuvada format değişikti. Final maçı aslında final grubunun son maçıydı. []
  3.  Alex Bellos, “Futebol – The Brazilian Way of Life” []

Mayıs 6, 2014

Ariзa

Trevor Ariza Lakers kariyeri sonrasında düşüşe geçmiş, oyunu dibe vurmuştu. %40’la 10 küsür şut atmaya başlayınca Tayshaun Prince’in verimsiz hallerine benzemeye başlamıştı. Fakat bu sene yeteneklerini maksizimize edebileceği bir kadro içinde tekrar parladı. 2009 şampiyonluğundan beri ilk kez +%45 ile şut atıyor. Kariyerinde ilk kez elit seviyede 3’lük kullanmaya başladı. Hatta köşelerden %45 ile isabet kaydediyor.

Pacers serisinin ilk maçında çuvalla boş 3’lük buldu ve her denemesinde başarılı oldu.

Pacers iki senedir uzun boylu ve uzun kollu oyuncuların tutarlı yardımlar getirmesi ve hemen kendi adamlarına geri dönüp rakip hücumları boğması ile meşhur bir takım. Oysa videodaki her iki pozisyonda da Paul George hafızasını yitirmişçesine yardıma koşuyor ve Ariza’ya boş 3’lük veriyor. Diğer kısalar da benzer dertlerden mustarip. Hibbert tamamen dağıldığı için uzunların yardıma yetişemeyeceğinden korkuyor olabilirler ama tutarsız davranmaları işe yaramayacak, bilakis savunmada akordun daha da fazla bozulmasına sebep olacak.

Mesela başka bir örnekte yine Paul George, Lance Stephenson’ın adamını tutmak için overhelping tuzağına düşüyor ve Gortat’nın nefis perdesine takılıp boş 3’lüğe sebep oluyor.

Wizards uzunları kurnaz back-screen’ler kurabilen oyuncular olduğu için sık sık benzer tablolara rastlıyoruz zaten.

Seri boyunca Pacers’ı benzer tuzaklara düşüreceklerdir.

Mayıs 3, 2014

2+1: Uykuların Sonu ve Godard’ın Son Kederli Filmi

1

Bir olayın oluş süreci nasıl gelişir?

Klasik anlatılar bunun “seçkin” örnekleriyle doludur. Herhangi bir Rus edebiyatı örneğini ya da romantik akımın içinde yer aldığı söylenen kimi Fransız yazarlarının kitaplarını okuduğumuzda olayların gelişme sürecini uzun uzun takip ederiz. Olayların nasıl böyle geliştiğine ve sonunda neden böyle olduğuna dair çeşitli kesin sonuçlara ulaşırız. Finalde ise başkarakterin bu gelişmeler sonucu nasıl bir noktaya ulaştığına şahit oluruz.1 Bu karakterler genellikle ihtiraslı ve öfkelidir.2

Postmodern anlatı denilen güzel şeyde ise büyük olaylar, büyük anlatılar ya da “olayların gelişimi” dediğimiz türden şeylere pek rastlanmaz. Ekseriyetle minörleşmeye doğru yönelen edebiyat, olaylardan çok durumların, “oluşların” ön plana çıktığı bir yapıya evrilir. Anlatılan şeyin hatta yazarın bile önemi ortadan kalkar ve yerine anlatım şekli, yeni bir dramatik yapı, “kendi kendine düşünen” bir sanat eseri ortaya çıkar.

Peki tüm bu tanımlamaların bir kenarında duran ve tüm bu “modern”lerden etkilenen bir adam, hangi filmi, neden yapar?

vivre sa vie

2

Belirli karakteristikleri olan ve bir gelişim süreci içinde birbiriyle soyut ilişkilere girebilen kırık çizgiler düşünelim. Herhangi bir sinematografik imaj bu çizgilerden biri olsun ve belirli bir olay sürecinin değişken bir parçası haline gelsin. O imajın kendi gerçekliği3 içinde ve belirsiz bir biçimde dönüştüğü bir oluş hali vardır. Ucu açık bir şekilde ve kendisinin de henüz farkında olmadığı ve farkına vardığı anda da bir değişime maruz kalacak bir süreç gelişir. Burada kırık çizgiler dediğimiz şeyin birbirlerinden farklı imajlar topluluğu olduğunu iddia edebiliriz. Bir araya geldiklerinde ne olacağını bilmediğimiz bir tür imaj-parça’lar. Herhangi bir yönetmenin de (ister usta olarak bilinen bir yönetmen isterse de henüz ilk filmini çeken bir yönetmen olsun) istediği kadar senaryoya falan bağımlı kalsın, kesin biçimde belirleyemeyeceği bir sonuç ile karşı karşıya kalacağını ortalama bir zekâyla tespit edebiliriz.

Sinemanın bu ucu açıklığı, bir sinemaseverin 21. yüzyılda hâlâ filmlerden keyif alabilmesinin başat sebeplerinden biridir. Örneğin Truffaut, 400 Darbe’nin son fotograf karesini çektiğinde sonraki Doinel filmlerinin temelini attığını bilebilir miydi? Ya da en basitinden Lumiere Kardeşler ,ilk deneme filmlerini çektiklerinde günümüzün 3D çılgınlığının bir arkeolojisini başlattıklarına inanabilirler miydi?4

Godard’ın durumu ise bambaşka. Bu ucu açıklığı bir tür film yapma şekli olarak değerlendiren Godard nev-i şahsına münhasır bir yazma-çekme süreciyle filmlerini tamamlar. Godard, Kadın Kadındır’ın ardından dört haftalık bir sürede Hayatını Yaşamak’ı yazar ve çeker. Film, Kadın Kadındır’ın aksine kapalı, yönlendirici ve sınırlı bir minvalde ilerleyerek nihayete erişir. Bu film, sıklıkla dendiği gibi “Godard’ın filme alınmış ilk deneme yazısıdır.”

vivresavieposter

Hayatını Yaşamak, klasik anlatıya hatta bir klasik trajediye meyleden ve kendi içinde serim-düğüm-çözüm’den oluşan 12 tabloya bölünmüştür. Her bölümün başında bir yazıyla o tabloda olacaklar seyirciye bildirilir ve olayların gelişimi görüntülerden çok, konuşmalar üzerinden seyirciye aktarılır. Kısacası olayın kendisinden ziyade gelişimine dair konuşmaları seyrederiz. Fakat tıpkı Jandarmalar’da olduğu gibi, Godard yine Brechtyen bir yabancılaşma metoduyla hareket eder. Kamera çoğu zaman karakterlerin arkasında ve genel plandadır. “Neden 12 bilmiyorum,” der Godard, “ama Brechtyen yanı vurgulamak için tablolar halinde” diye sürdürür.

Klasik trajedi, Brechtyen olanı vurgulayan teatral bir biçim falan dediysek de Hayatını Yaşamak ivedilikle belirttiğimiz gibi bir deneme yazısıdır. Bu yüzden etkisi altında olduğu tüm şeylere rağmen talepkâr ve klasik bir Godard filmidir:

Ne yapacağımı tam olarak bilmiyordum. Gerçekten de bir hamlede yazılan bir makale gibi filmi apar topar tamamladım. Hayatını Yaşamak, birden, bir saat, bir gün ya da bir hafta için yaşam hakkında iyi duygulara sahip olmanızın amaçlandığı bir dengeye sahiptir.

3

Hayatını Yaşamak, Truffaut’nun “Bir kız vardır, değişmez bir durum içindedir, başından itibaren çaresiz zorluklar yaşar. Yolun sonunda ölüm vardır” şeklinde özetlediği kederli  bir ilk dönem Jean-Luc Godard filmidir.

Filmin bir sahnesinde Nana5 bir cafe’de tanıştığı bir tür filozof ile sohbet etmeye başlar.6 Filozof, Üç Silahşörler üzerinden kader ile ilgili bir öykü anlatır ve son cümlesinde Porthos için “Düşündüğü ilk an, onun ölüm sebebi de olmuştur” diyerek filmin de kilit cümlesini kurar.

Olayların görüntü dışı bırakılıp olgular üzerinden ilerleyen Hayatını Yaşamak, Godard’ın daha sonrada üzerine sıklıkla eğileceği fahişelik kavramına odaklanır. Filmde Nana özgürlüğünü elde etmek istese de, çok geçmeden bir ticari nesneye dönüşür. Ama yine de kız kardeşlerinin aksine her eylemini sorgulayan ve o eylemlerini mantıklı bir biçimde irdeleyen varoluşçu bir yapıya sahiptir. Fakat bunlar özgürlük için yeterli olmayacaktır ve yolun sonunda Truffaut’nun dediği gibi “ölüm vardır”.

Hayatını Yaşamak, Godard’ın kederli filmlerinin bir prototipidir. Daha sonra siyasete yaklaştıkça bu prototip silinir ve Godard söylem biçimlerini kökünden değiştirir. Bu değişim onun ilk dönem varoluşçu sinemasal kişiliğini de tamamen ortadan kaldırır.

  1. Madame Bovary intihar eder ya da Nana büyük bir düşüş yaşayarak servetini ve ününü kaybeder vs. []
  2. Ve sonunda bir şekilde kendilerini tüketir ve mahvolurlar vs. []
  3. Burada Vertov’un “Gerçek yaşama bağlı kalmak diye bir şey yoktur, sinemanın gerçeği ile yaşamın gerçeği farklıdır, edebiyatın gerçeği farklıdır…” sözünü biraz hatırlayabiliriz. []
  4. Lumiere Kardeşler, icatlarından uzun bir süre sonra yaptıkları söyleşilerinden birinde “Bu boyutlara varacağını bilebilseydik belki de sinemayı hiç icat etmezdik” gibisinden bir laf da etmişlerdir. []
  5. Emile Zola’nın aynı adlı kitabını biraz hatırlayabiliriz. []
  6. Bu filozof karakteri hakikatte de bir filozof olarak bilinen Brice Parrain tarafından canlandırılmıştır. []

Mayıs 2, 2014

İlk: Justin Fashanu

Tam 16 sene önceydi. İngiltere’den gelen bir haber tüm dünyayı yasa boğuyordu…

İngiltere’nin ilk bir milyon sterlinlik siyah oyuncusuydu Justin Fashanu ya da nam-ı diğer Justinus Soni Fashanu. 1961’de dünyaya gelen futbolcu Norwich City’de oynarken, Liverpool’a attığı bir voleyle, Nottingham Forest yolunu tutmuştu. Ada’da 1979-1980 sezonunun en güzel golü buydu…

Kanaryalar’da 90 maçta 35 kez fileleri sarsan forvetin Robin Hood diyarındaki macerası istenildiği gibi başlamıyordu. 32 karşılaşmada sahne alıyor, kısır bir sezon geçiriyordu. Belki de bunun etkisiyle delikanlı kendisini gece yaşamına kaptırıyordu.

Forvet oyuncusu işte o günlerde erkeklere ilgi duyduğunu fark ediyordu. Fakat onun gey olduğunu öğrenen hocası Brian Clough oldukça sert tepki gösteriyordu. Başta antrenmanlara alınmayan Justin, ardından da ıskartaya çıkarılmıştı. İngiliz futbol tarihinin en büyük teknik direktörlerinden biri olan hocası sonradan söylediği homofobik sözler ve tavrı için pişman olsa da, iş işten geçmişti.

Notts County’de Howard Wilkinson tarafından şans verilen ismin bu sefer de başı diziyle belaya girmiş ve bir türlü eski gücüne kavuşamamıştı. 1982’de bambaşka bir konuda hünerini konuşturmuş, çok iyi bir disko parçasına imzasını atmıştı.

Göçmen kuşlar misaliydi Justin. Bir sağdaydı, bir solda. Derken 22 Ekim 1990’da The Sun’a konuşan Justin, gey olduğunu tüm dünyaya haykırıyordu. Kendisi gibi futbolcu olan kardeşi John ise asla bunu kabullenemiyor, basın aracılığıyla abisine serseri diyordu. Tabloid basını dokuz sütuna manşetleri atıyordu…

İngiltere’de başladığı kariyerinde İskoçya, Yeni Zelanda, Kanada, İsveç, Amerika’da da futbol oynayan siyahi yıldız, bir türlü dikiş tutturamıyor, 1997’de yeşil sahalardan kopuyordu.

Herkesin rüyası Amerika, onun için kâbus olacaktı…

Antrenörlük yapmak için gittiği Yeni Dünya’da 17 yaşındaki bir çocuk, polise gidip “Bana Fashanu tecavüz etti” demişti. Sorgulandıysa da tutuklanmadı. İngiltere’ye dönen emekli futbolcunun cansız bedeni 2 Mayıs 1998’de Londra’da bulunmuştu. Başucundaki intihar notunda ailesini ve arkadaşlarını daha fazla utandırmak istemediği yazmıştı.

Futbol sahalarının eşcinsel olduğunu itiraf eden ilk üyesinin ölümünden sonra, Amerikan polisinin delil yetersizliğinden dosyayı çoktan kapatmış olduğu ortaya çıktıysa da o artık mezardaydı.

Cinsel yönelimi nedeniyle adil bir şekilde yargılanamayacağına dair inancıydı boynundaki ipi çeken; hakkında bir soruşturma bile yoktu, ancak o ailesinin gözünde bile suçluydu.

Ölümünden yıllar sonra yeğeni belgeselini yapmış, kardeşi adeta günah çıkarmıştı.

Justin Fashanu, muhafazakar spor dünyasında bir ilk. Çok büyük bir futbolcu olabilirdi ama o sadece kendisi olmayı tercih etti. Aslında sadece bu tercih bile çok şey anlatıyor. Bugün bile gey olduğunu açıkça söyleyebilen sporcuların azlığı, önemini tokat gibi yüzümüze çarpıyor.