Tam bir asır önce sıkılan kurşunlar, korkunç bir yıkımın fitilini ateşliyordu. Kokusu çoktan çıkmış I. Dünya Savaşı’nın ilanı için gereken kıvılcım, 28 Haziran 1914’te Saraybosna’da çıkıyordu; 19 yaşındaki Gavrilo Princip’in silahının namlusundan…
28 Haziran’ın Sırplar için özel anlamı için biraz geriye sarmalı… Osmanlı Tarihi derslerinden hatırlayın, 1389’da yapılan I. Kosova Savaşı’nda iki ordunun da başkomutanı hayatını kaybetmişti. Savaşın mağlup kralı Lazar’ın yanı sıra padişah I. Murat da o gün son nefesini vermişti. Jülyen takvimine göre 15 Haziran’da, Sırplar için kutsal Vid Günü’nde (Vidovdan) gerçekleşen savaşa 500. yıldönümünde ülkede esen milliyetçi rüzgârların etkisiyle bambaşka bir anlam yüklenmişti. Sırp milliyetçiliğinin de doğum anı olarak kabul edilen mağlubiyet, kolektif hafızayı yaşatan Sırp Ortodoks Kilisesi tarafından 28 Haziran 1892’de resmi olarak anılmaya başlanmıştı. Bugünkü takvime göre aslında 23 Haziran’da kutlanması gerektiği tarihçiler tarafından iddia edilen Kosova Meydan Muharebesi’ne biçilen tarih, dünyanın kaderini değiştirecekti.
Kendisine yapılan hiçbir uyarıyı ciddiye almayan Avusturya Arşidükü Franz Ferdinand, Aziz Vitus Bayramı olarak da adlandırılan Vidovdan’da Saraybosna’daydı. 28 Haziran
Tevatüre göre arşidükün hangi arabada olduğunu polisten öğrenen Nedeljko Çabrinoviç’in attığı bomba, Franz Ferdinand’ın arabasından sekmiş, yaverlerin otomobilinin önünde patlamıştı. Yirmi kişi yaralanırken, ağzında siyanür hapı Miljacka Irmağı’na atlayan suikastçi kıskıvrak yakalanmıştı. Hap sadece Çabrinoviç’in midesindekileri sökmeye yaramış, nehrin su birikintisinden hallice olan derinliği de anında ele geçirilmesine neden olmuştu.
Suikast girişiminden sonra belediye binasına giden veliaht burnundan soluyordu. Yaralananlar arasında bulunan emir subayını ziyaret etmek isteyen Franz Ferdinand, adeta Azrail’e davetiye çıkarmıştı. Hastaneye doğru yola çıkan konvoy, güvenlik gerekçesiyle başka yoldan götürülüyordu. En azından arşidükün bizzat korunması sorumluluğunu alan General Potiorek’e göre. Fakat general bu kararı arabayı kullanan Leopold Lojka’ya bildirmemişti. Yanlış yola sapan şoföre hemen uyarı geliyordu. Lojka geri vitese takıyor, otomobil kısa bir süre duruyordu. İşte bu sırada veliahtın arabasının burnunun dibinde olduğunu gören suikastçilerden Gavrilo Princip, silahına davranıyordu. Veliaht ve karısı ölmüştü.
Bıyıkları henüz terlemeye başlayan 19 yaşındaki delikanlı anında yakalanmışsa da onun silahından çıkan kurşunlar, Viyana’daki savaş taraftarlarının ekmeğine yağ sürmüştü. Önce iki ülke arasında başlayan harp, kısa sürede dünyaya sıçrayacak, Türkçe Cebrail demek olan Gavrilo’nun öldürdüğü Franz Ferdinand, dolayısıyla milyonlarca insanın Azrail ile tanışmasını sağlayacaktı.
Yine başka bir 28 Haziran’da, I. Kosova Savaşı’nın 600. yıldönümünde Gazimestan’da konuşan Slobodan Miloşeviç, Sırbistan’ın yüreğindeki karaleke diyerek başlamıştı nutuğuna:
“Altı yüzyıl sonra bugün yine savaşlar içindeyiz; yeni mücadelelerle karşı karşıyayız. Bunlar silahlı mücadeleler değil; ama silahlıları da olabilir. Ama mücadele ne olursa olsun, kararlılık olmadan, cesaret olmadan, fedakârlık olmadan kazanılmaz. Bunlar Kosova’da vardı. Bugün en önemli savaşımız ekonomik, siyasi, kültürel ve genel sosyal seviyeyi yükseltmektir. Uygarlığın XXI. yüzyılına hızlı ve başarılı ilerlemesi için, bu savaşı kahramanca yapmalıyız. Kendisi olmadan bu dünyada hiçbir şeyin gerçekleşemeyeceği cesaret her zaman gerekecektir; sonsuza dek.
Altı yüzyıl önce Sırbistan burada Kosova’da kendini savundu. Ama aynı zamanda Avrupa’yı da savundu. Bu cephede Avrupa kültürü, dini ve bütün Avrupa toplumu savunuldu. Dolayısıyla bugün Sırbistan’ın Avrupa’ya ait olup olmadığını tartışmak sadece haksız değil, tarihe ve akla da karşıdır. O hep Avrupa’ya aitti; bugün de öyledir. İşte bu ruh ile bugün müreffeh ve demokratik bir toplum kurmaya çabalıyoruz. Bu ruhla bugün zulüm altındaki güzel vatanımıza hizmet ediyoruz. Ve bu ruhla bugün çağımızın bütün ileri insanlığının çabalarına katkıda bulunuyor ve yeni ve daha iyi bir dünya kuruyoruz.”
28 Haziran 1989’da çıkan kıvılcım, kısa sürede yangına dönmüştü. Sonucu malum; tıpkı ondan 75 sene evvelkinin götürdüğü gibi!
Brezilya’da gruptan çıkacak takımların adının konacağı son günde, Almanya-Amerika maçına saatler kala mücadelenin oynanacağı Recife’deki hava koşulları futbolseverlerin zamanda yolculuk yapmasına neden oldu. Kırk yıl evvel yine Panzerlerin bir maçında benzer koşullar oluşmuş ama maç geç de olsa başlamıştı…
1974 Dünya Kupası’nın unutulmaz maçı Almanya ile Polonya arasındaydı. O zamanki statü gereği ikinci grubu lider bitirecek takım final vizesi alıyordu. Her iki takım da İsveç ve Yugoslavya’yı hallaç pamuğu gibi atmış başlama vuruşunu bekliyordu.
Mücadelenin başlamasına az bir süre kala başlayan sağanak Frankfurt’taki Waldstadion’u havuza çeviriyordu. Takvimin sıkışıklığı nedeniyle FIFA ne olursa olsun karşılaşmanın oynanmasını istiyordu. Hakem Erich Linemayr’ın başka alternatifi yoktu.
Herkes seferber olmuştu. İtfaiye var gücüyle çalışmış, santra yarım saat geç kalmıştı. 62 bin kişinin önünde mücadele başladığında, saha oldukça ağırlaşmıştı. Rakiplerini seri paslarla paralayan Polonya için sahanın zemini adeta bir kâbustu.
Ev sahibine beraberlik yeterken, averajla Panzerler’i takip eden Lato ve arkadaşları için galibiyet gerekiyordu. Bu ahval ve şerait içinde son sözü Gerd Müller söylüyor, Almanya finalde Hollanda’nın rakibi oluyordu.
Sonrası malumunuz; seremonide kaldırılan bir Dünya Kupası…
Kaiser Beckenbauer “normal koşullarda kuvvetle muhtemel şansımız olmazdı” diyecek, Polonya’nın son kralı Lato ise sahanın bir bölümünün sudan arındırıldığı iddialarına gülüp geçecekti…
Dünya Kupası’nın en büyük sürprizi şu ana kadar Kosta Rika. Uruguay’dan sonra İtalya’yı deviren Los Ticos, şimdiden ikinci tur biletini cebine koymuş durumda. Ezeli rakiplerini sorarsınız, onlar da Brezilya’da sahne alıyor.
Honduras’tan bahsediyorum. 1982 ve 2010’dan sonra üçüncü kez turnuva heyecanı yaşayan, futbol uğruna komşusu El Salvador ile yarım ömür önce savaşmış ülkeden…
Orta Amerika’nın yüzölçümü en küçük ülkesi olan El Salvador, kilometrekare başına 160 kişiyle tüm Amerika Kıtası’nın en yoğun nüfusuna sahipti. Bir tarım ülkesi olan El Salvador’da toprak ağaları yüzünden köylülerin üçte ikisinin hiç toprağı yoktu. Bu topraksız köylüler, kurtuluşu Honduras’a göç etmekte bulmuşlardı. Honduras ise El Salvador’un altı katı büyüklüğünde ve yarı nüfusa sahipti. Salvadorlular, Honduras’ta köyler kurup yaklaşık 300 bin nüfusa ulaşmıştı. 1960’larda Honduraslı köylüler arasında çıkan bir huzursuzluk neticesinde hükümet bir toprak reformuna kalkışıp Salvadorluların yerleştiği toprakları Honduraslı köylülere dağıtmayı planlayınca dananın kuyruğu koptu. Bu, Salvadorluların yurtlarına geri dönmeleri anlamına geliyordu. El Salvador’sa zaten bir köylü ayaklanmasından çekiniyordu. İki ülke arasındaki ilişkiler oldukça gergindi. İki ülke medyası diğer taraf aleyhine sürekli kışkırtıcı bir propaganda halindeydi. Nefret katlanıyordu.
İşte böyle bir ahval ve şerait içinde karşılaşmıştı taraflar. İlk maç 8 Haziran 1969’da Honduras’ın başkenti Tegucigalpa’da yapılmış, bütün geceyi otellerini saran fanatik Honduras taraftarlarının gürültüsü yüzünden uykusuz geçiren El Salvador, son dakikada gelen gole engel olamamış ve maçı 1-0 kaybetmişti.
Maçın hemen ardından El Salvador’da televizyonunun başında maçı izleyen 18 yaşındaki Amelia Bolanos babasının silahını kalbine dayayarak tetiği çekecekti. Ertesi gün Salvador gazetesi El Nacional “Genç kız, vatanının yıkılışını görmeye tahammül edemedi” başlığını atıyordu. Bolanos, televizyondan canlı yayınlanan bir devlet töreniyle toprağa verildi. Gerginlik hızla tırmanıyordu.
15 Haziran’daki ikinci maç, bu gergin ortamda yapıldı. Bu kez maç öncesi geceyi uykusuz geçiren, doğal olarak Honduras’tı. Stadyuma halk linç etmesin diye askeri araçlarla götürülen Honduras Millî Takımı, orada da büyük tacize uğradı. 3-0 biten maçın ardından, teknik direktörleri “Kaybettiğimiz için çok şanslıyız” diyordu. Zırhlı araçlarla havaalanına götürülen Honduras ekibi, eve sağ salim dönerken, onları desteklemeye gelen taraftarları sınıra canlarını zor attılar. İki taraftar ölmüş, yüzlercesi hastanelik olmuş, 150 Honduras plakalı araç yakılmıştı. 26 Haziran 1969’da El Salvador, Honduras ile bütün ilişkilerini kesti, iki ülke arasındaki sınır kapatıldı.
Aynı gün Mexico City’de oynanan üçüncü maç neticesinde El Salvador Honduras’ı 3-2 geçerek dünya kupası vizesi almıştı. Çok değil, 18 gün sonra da savaş başlayacaktı. Kimsenin kazanmadığı, bir anlamda berabere biten savaş neticesinde Salvadorlu köylülerin bir kısmı yurtlarına dönmek zorunda bırakılırken, bir kısmı Honduras’ta kaldı. Dönenler, hiç de hoş karşılanmamıştı. 10 yıl sonra El Salvador, tekrar kaosa sürüklenmiş ve 11 yıl süren bir iç savaş ülkeyi yine kana boğmuştu.
Tarihteki tek gerçek futbol savaşının bilançosu ağırdı. 100 saatte ölü sayısı 2 bin, yaralı sayısı 10 bini aşmıştı. Araya giren hatırlı Güney Amerika ülkeleri sayesinde savaş kısa sürmüştü. 1969’da ateşkes çabuk ilan edilse de, Honduras ile El Salvador devlet başkanlarının buluşup el sıkışması için yılların 2006’yı göstermesi gerekmişti.
El Salvador savaşarak gittiği 1970 Dünya Kupası’nda puan bile alamamış, averaj takımına dönmüştü. Tesadüfün böylesi “düşman kardeşler” 1982’de turnuvaya katılmış, sonunculuktan kurtulamamışlardı.
Sonrası… Şampiyona tarihindeki serüvenleri malumunuz…
Tek bir hayali vardı, bir gün Ferencvaros kalesini korumak istiyordu. Fakat yanlış bir zamanda top oynamış, rejimin yarattığı Honved’in bir parçası olmuştu. Rüyası bir hazırlık maçında gerçek olduğunda, Gyula Grosics 82 yaşındaydı.
O oynadığı günlerde olmasa da 85’inde Macaristan’ın en iyi kalecisi olarak kabul ediliyordu. 1954 Dünya Kupası finalinde Almanlardan yediği üç gol nedeniyle uzun süre sorgulanan file bekçisi, futbolun en büyük organizasyonunda iki kere daha sahne almıştı.
1993’te yitirdiğim babamın gözünde hep bir kahramandı. Düşününce hakkında son yıllarda ortaya çıkanları, o şimdi Macaristan’ın bir kısmının gözbebeği. Gerçi sandıktan çıkma ustası Orban’ın partisinin oyların yüzde 52’sini aldığı hatırlanınca, “evlerde zor tutulanlar”ın kahramanı ya neyse…
Ülkede son yıllarda artan milliyetçilik ve aşırı sağın güçlenmesiyle birlikte iktidar, artık tonton dede kıvamına gelmiş eski futbolcuyu el üstünde tutuyor, cumhurbaşkanı himayesinde galası yapılan belgesellerle onu taltif ediyordu.
Efsane takımdan geriye bir o kalmıştı, bir de Jeno Buzansky. Babam hep Grosics’in kendisine yapılanlar yüzünden en son öleceğini iddia etmişti ya neyse…
Baştaki videoya dönmek gerekirse… Yıl 2008. Ferencvaros, Sheffield United’la oynuyordu. Maça kalede başlamıştı Kara Panter. Geçen hafta son nefesini verdiğinde 88 yaşındaydı.1
Yıl 1951, yer Berlin…
1950 Dünya Kupası’na gitme hakkını elde eden ancak Brezilya’nın yolunu tutmayan Türkiye, hazırlık maçı için Almanya’daydı. Rakip, İkinci Dünya Savaşı’nın yaralarını sarmaya çalışıyordu. Moral olarak çökmüş olan toplum için spor hayat damarlarından biriydi.
Futbolun büyük düşünürlerinden Sepp Herberger’in sahaya sürdüğü kadroda Toni Turek ve Fritz Walter gibi yıldızlar dikkat çekiyordu. Milli takımımızın başında ise Rebii Erkal bulunuyordu.
Tam 63 yıl önceye dönelim, o günü biraz da kaptan Gündüz Kılıç’tan dinleyelim isterseniz:
120 bin kişilik stad tıklım tıklım dolmuştu. İkinci Dünya Harbi’nden yenik, ezik çıkmış olan Alman milleti, takımını milli bir zafer hasretiyle alkışlamak için sabırsızlanıyordu. Sahaya çıktığımız zaman halkın kendi takımlarına yaptığı görülmemiş coşkun tezahürattan kulaklarım öylesine zonklamaya başladı ki bayağı kendimi kaybeder gibi oldum. Acaba geçirdiğim hastalıktan mı fenalaşıyorum diye düşünürken arkamdan koşan çocukların seslerini duydum: “Kaptan bu ne biçim sesler, kulaklarımız sağır olacak uğultudan…”
İşte bu ahval ve şerait içinde çalmıştı ilk düdük. Karşılaşmanın hemen başında Recep Adanır’ın attığı golle öne geçmişti ay-yıldızlılar. Bu kontratak altyapılarda ders olarak gösterilse yeriydi.
Bu golden sonra rakip dalga dalga gelmeye başlıyordu. Savunmamız var gücüyle dayanırken, Turgay Şeren bir destan yazıyor; böylece futbol literatürümüzde bir efsane doğuyordu: Berlin Panteri! Hans Haferkamp ikinci devrede Turgay duvarını anca geçebiliyor skoru eşitliyordu. Muzaffer Tokaç’ın son dakikalarda bulduğu gol skoru ilan ediyordu.
Almanlar yenilince, ilk kez yenilmiş sayılmamıştık. 17 Haziran 1951’deki ilk randevuyu da kazanmıştık.
Panzerler ile sonradan 1954 Dünya Kupası’nda bu sefer grupta tekrar buluşmuştuk. Onlar bizi rahat geçip yollarına devam etmiş ve tarihlerinde ilk kez İsviçre’de zafere ulaşmışlardı. Tesadüf bu ki finalde yendikleri Macaristan’ın yolu da 1956’da Türkiye’ye düşmüş, yıllarca tarihimizin en büyük zaferi olarak anlatılmıştı…
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane