Başka bir ülkede bir yazar tarafından kurulan futbol kulübü var mıdır bilmiyorum. Ama Türkiye’de var. 1950’de Yusuf Atılgan köyün gençlerinden bir takım oluşturup Hacırahmanlıspor futbol kulübünü kurar. Aynı zamanda kulübün başkanı, takımın da forvetidir. Manisa ve çevresinde çeşitli maçlara çıkarlar. Atılgan her maç sonrası takımın formalarını eşine yıkatır ve bir sonraki maça hazır olmasını sağlar. Kulübün finans, seyahat ve saha işlerinin tümüyle ilgilenir. Edebiyat ve sinemadan sonra üçüncü tutkusudur futbol.
Yusuf Atılgan’ın hayatı üzerine bilinen şeyler sınırlıdır. Bunda yazarın ketumluğunun yanı sıra hayatının çok büyük bir bölümünü Manisa’nın Hacırahmanlı köyünde geçirmesinin de etkisi vardır. Aylak Adam gibi belki de Modernist Türk Edebiyatının başlangıcı kabul edebileceğimiz, “kent romanı” denen şeyin bizdeki en önemli örneklerinden olan bir kitabın Hacırahmanlı köyünde yazıldığı ise pek bilinmez. Atılgan’ın “komünistlik işlerine bulaşmaktan” ötürü aldığı hapis cezası sona erdiğinde Maltepe Askeri Lisesi’ndeki öğretmenlik hayatı da sona ermiştir. Hapisten çıkar çıkmaz doğup büyüdüğü köyüne gider ve o güne kadar görüştüğü hemen herkes ile ilişkisini kesip babasından kalan işlerin başına geçer.
Yusuf Atılgan, köyünde geçirdiği yıllar içinde abisi ve kayınbiraderi Nevzat Çorum ile sık sık görüşür. Nevzat Çorum, akrabalık ve kulüp ilişkilerinin yanında ismen de enteresan bir hikâyenin parçası olur Atılgan için. 1955’te Yusuf Atılgan abisinin ve kayınbiraderinin ısrarıyla Tercüman gazetesinin öykü yarışmasına katılmaya karar verir. Ama kendi adını kullanmak yerine kayınbiraderi Nevzat Çorum’un adını mahlas olarak kullanır. Asıl amacı bir anlamda yazarlığını sınamaktır. Yazdıklarının kendi deyimiyle kaç para olduğunu görmek istemiştir. Seçici kurul, Nevzat Çorum’un “Evdeki” adlı öyküsünü birincilikle mükâfatlandırır. Ama yazarın ne adresi ne de fotoğrafı vardır. Gazeteden yazarımız aranıyor ilanları yapılmasına rağmen Atılgan harekete geçmez ve ne İstanbul’a gidip ödülünü alır ne de Nevzat Çorum’un kendisi olduğunu açıklama gereği duyar. Bunun üzerine gazete fotoğraf kısmının üstüne soru işareti koyarak Atılgan’ın öyküsünü basar.
Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam macerası da 1958’de benzer bir sürece sahne olur. Romanı yazıp bitirdikten sonra son anda kitabı “Yunus Nadi Roman Mükâfatı” başvurusuna yetiştirir. Behçet Necatigil dışındaki üyeler kitaba mesafeli kalır. Hatta Halide Edip “Benim birincim Yılanların Öcü’dür, başka bir roman okumama gerek yok” deyip masaya vurur ve son anda yetiştirilen Aylak Adam’ı okumayı reddeder. Buna rağmen Aylak Adam, Yunus Nadi Ödüllerinde ikincilik ödülünü alır. Birincilik ödülü ise masaya vurulan yumruk istikametinde Fakir Baykurt’un Yılanların Öcü adlı eserine gider.
Yusuf Atılgan, Aylak Adam vesilesiyle tanıştığı birkaç dostuna adresini verip köyüne geri döner. Futbol kariyeri amatör düzeyde devam ederken bir yandan da çeşitli yazarlarla mektuplaşma süreci başlar. Onat Kutlar, Erdal Öz, Kemal Özer bu yazarlardan bazılarıdır. Bu sırada okuyuculardan da mektup almaktadır ve bu mektuplardan biri de Serpil Gence’ye aittir. Serpil Gence mektubu yazdığı sırada 17 yaşındadır. Gence ve Atılgan arasındaki mektuplaşmalar ve kısa süreli görüşmeler yaklaşık 15 yıl boyunca devam eder. En sonunda Atılgan 1974’te 28 yıl yaşadığı köyünden Serpil Gence ile evlenmek için çıkar ve İstanbul’a yerleşir. 1989’daki ölümüne kadar Serpil Hanım’la evli kalır.
Yusuf Atılgan öleli bugün tam 25 yıl oldu. Onun yerli edebiyattaki yeri her zaman sapasağlam olmuştur. Toplamda biri yarım kalmış üç roman ve iki öykü kitabından mürekkep külliyatı bugün artık klasik olarak kabul ediliyor. Eğer mesele bir karakter yaratmak, belirli bir mekân çerçevesinde o karakteri alıp yönlendirmek ise yerli edebiyatta eline su dökebilecek fazla isim yoktur. Zaten futbolculuğunun az biraz kötü olma nedenlerinden biri de oynarken aklının hep karakterlerinde olmasıymış derler.
Hacırahmanlıspor ise geçtiğimiz günlerde 64. yaşını devirdi. Manisa’da amatör ligde mücadele ediyorlar. Kısa süre önce kapanmanın eşiğinden dönmüşler. Bir süredir Manisa belediyesinin amatör kulüplere yaptığı malzeme yardımı sayesinde ite kaka da olsa yollarına devam ediyorlar. Kulüp nasıl yönetiliyor nasıl oynuyor bir fikrim yok. Ama umarım daha uzun süre yollarına devam ederler.
Not: Yazıdaki bilgilerin büyük bir kısmı Yusuf Atılgan’a Armağan adlı kitaptan aktarılmıştır. (Yusuf Atılgan’a Armağan, İletişim Yayınları, Ağustos 1992)
18 Ağustos 1933’te Paris’te doğmuştu Roman Polanski. Yahudi Polonyalı bir babayla Rus Katolik bir annenin çocuğuydu. Avrupa’nın sertleşmeye başlayan coğrafyasının tam ortasında Polonya ile Fransa arasında mekik dokuyan ailenin üyeleri sonunda milyonlarca Yahudi gibi toplama kampının yolunu tutarken, ufaklık şanslıydı. Katoliklerin arasına katılmış, Roman Wilk adıyla yaşamıştı. Annesi Auschwitz’te ölen Roman’ın babası ve üvey kardeşi kurtulmuştu.
Dünyaca ünlü Łódź Film Okulu’ndan 1959’da mezun olan Polanski, 1968 tarihli (Rosemary’s Baby) Rosemary’nin Bebeği filmi sayesinde tüm dünyada tanınıyordu. 11 dalda Oscar’a aday olan Chinatown (Çin Mahallesi) ile ününü pekiştiren yönetmen, 1977’de yeryüzünü sallıyordu. Kendi Lolita’sının peşine düşen sinemacı, Vogue dergisi için yaptığı işte 13 yaşındaki Samantha Geimer’a tecavüz etmişti. Hapishanenin psikiyatri biriminde 42 gün kaldıktan sonra kendisini hapis cezasının beklediğini anladıktan sonra Avrupa’ya kaçan Polanski, yıllarca belli ülkelere girememiş, Zürih Film Festivali’nin Yaşamboyu Başarı Ödülü’nü almaya İsviçre’ye gidince tutuklanmıştı.
Dokuz ay ev hapsinde tutulduktan sonra paçayı sıyıran usta yönetmen, hukuk fakültelerinde pratik çalışma olsa yeri. Kendi yaşamöyküsünden de izler taşıyan Piyanist ile Oscar’a kavuşan yönetmen, adalet kimin içindir sorusunu akıllara düşürüyor.
Polanski Polonya’da 25. yaşını kutlarken, Amerika’da bir kitap piyasaya çıkıyordu. Orta yaşlı bir adamın 12 yaşındaki kıza olan saplantısını yazan Vladimir Nabokov, böylece tüm dünyayı sarsıyordu. 1955’te ilk basımı Paris’te yapılıp kısacık sürede klasikler arasında yerini alan yapıt, Stanley Kubrick’in gözünden yazarın yardımıyla beyazperdeye aktarılıyordu. Romanın erkek kahramanı Humbert Humbert, Polanski gibi Paris’te doğmuştu…
Aynı konu, 1916’da Almanca yazılan kısa bir öyküde ele alınmıştı. Heinz von Lichberg takma adıyla yazan Heinz von Eschwege’nin kaleminden çıkan hikâyede orta yaşlı bir adam, inanmazsınız, Lolita adındaki bir kıza abayı yakıyordu. Her ikisinin 15 yıl Berlin’de yaşaması da yine tesadüf olsa gerek.
20. yüzyılın en iyi metinlerinden olarak kabul edilen romana pası Alev Alatlı’ya uzatalım. Ters köşeye yatmaya hazır mısınız…
“Nabokov, romanı önce bir kısa hikâye olarak, Volşebnik (Büyücü) ismiyle 1939’da Paris’te kaleme alıyor. Karşımda duran oğlunun yakışıklı nahoş yüzünün çağrıştırdıklarından birisi de bu tarih: 1939. 1939 Paris’i, büyük ekonomik kriz, İspanya İç Savaşı, İkinci Dünya Savaşı. Hitler Avusturya’yı ilhak ededursun, adam Lolita’yı yazıyor- Viyana, Paris’ten bir kol boyu uzakta. Hitler Polonya’yı işgal ededursun, adam Lolita’yı yazıyor- Varşova da Paris’ten bir kol boyu uzakta. Einsatzgruppen derlerdi, mobil ölüm üniteleri kol gezİyorlardı. Hitler gezici gaz otobüslerinde bir milyon üç yüz binden fazla Polonya Yahudisini o arada boğazlayadursun, adam Lolita’yı yazıyor. Ocak’ta Barselona Franco’nun faşislerine düşüyor, Şubat’ta Katalunya, Mart’ta valencia, sonra Madrid… Adam Lolita’yı yazıyor. Yüz bin İspanyol Fransa’ya sığınıyor, adam Lolita’yı yazıyor. Mussolini Arnavutluk’u işgal ediyor, adam Lolita’yı yazıyor. 1997 Fransa basımı komünizmin kara kitabı, Rusya, Asya, Orta Avrupa ve üçüncü dünya komünist rejimlerinde sistematik olarak öldürülen yüz küsur milyon insanı belgeliyor, adam Lolita’yı yazıyor.
Dünya umurunda olmayan bir yazar, neden yazar?”
Son söz Nabokov’un olsun; belli ki başyapıtının kapaklarını önemsiyormuş…
Tüm dünyada nefesler tutulmuştu. Apollo 11, ayın yüzeyine iniyordu. Amerika’da tarihler 20 Temmuz 1969’u gösterirken, yeryüzünün çoğu 21 Temmuz’a merhaba demişti. Uzay mekiğinden çıkan Neil Armstrong kendisi için küçük, insanlık için büyük bir adım atıyor, tarih yazıyordu.
Şüphesiz tarihin en büyük yarışlarından biri göklerde yaşanmıştı. Komünist Rusya ile kapitalist Amerika’nın uzayı fethetme savaşında birçokları peynir ekmek gibi harcanırken, 12 Nisan 1961’de Vostok gemisiyle yeryüzüne inen 27 yaşındaki Gagarin, bütün insanlığın kahramanı olmuştu. Kimilerine göre hiçbir zaman uzaya gitmemiş olan Rus kozmonot, aslında başka bir meslektaşının dublörüydü.
21 Temmuz’un ilk saatlerinde Türkiye büyük bir heyecana tanıklık ediyordu. Neil Armstrong ile Buzz Aldrin ayda yürüyordu. Çok geçmeden yine birtakım komplo teorileri ortaya atılıyordu. Görüntülerde bir tane bile yıldız görülmemişti, Amerikan bayrağı hafiften dalgalanmıştı. Havasız ortamda bu olabilir miydi…
Bazıları hâlâ insanın aya ayak basmadığına inanadursun, Başkan Richard Nixon gururla hakına hitap etmişti. Tüm dünya tebrik mesajları yollarken, Moskova Radyosu sekiz saat sonra haberi duyurmuştu. Peki gerçekten 45 yıl önce ne olmuştu…
Komplo teorisine inananlar alttan yaksın!
Ayın o gün düştüğüne inananlar ise bunu tıklasın.
Uluslararası İlişkiler uzmanı değilim. Orta Doğu analisti hiç değilim. Devletler hukuku benim için Fransızca. İktisat bilmem. Sosyolojiden anlamam. Uluslararası anlaşmalar, imzalanan bildiriler, düzenlenen konferanslar, yaşanan uyuşmazlıklar, hayata geçirilen ya da geçirilemeyen eylem planları hakkında en ufak bir fikrim yok. Bu birbirinden esaslı konuların hiçbiri hakkında hiçbir şey bilmediğimden herhalde, özellikle dün geceden bu yana Gazze’de olanları, bizler uyurken olup bitenleri düşündüğümde, gelen haberlere biraz baktığımda, çaresizlikten ve umutsuzluktan tüm bedenimi ateşler basıyor.
Oruç tutmuyorum. Tutmayı da hiç düşünmüyorum. İç politikanın da dış politikanın da ne kadar aktörü varsa, topunun canı cehenneme. Şu anda Filistin’de sıradaki bombanın nereye düşeceğini kestirmeye çalışan insanların özellikle Müslüman olması da beni zerre ilgilendirmiyor. Eğer “Müslüman kardeşlerimiz” edebiyatı filan peşindeyseniz, ağzınız hiç sulanmasın. Kimin, niye böyle bir hınç ve nefretle saldırdığı da benim için pek önemi olmayan konulardan. Amatör kamerayla Gazze’de bir evin çatısından çekilmiş bir videonun tam da 60. saniyesindeyken, tam da “şurda hareket eden nedir, insan mı kedi mi” diye ekrana yaklaşıp dikkat kesilmişken, tam da videonun başındaki uyarı ateşinin ardından kısa süre içinde füzenin geleceğini unutuvermişken, patlayıveren ve o evle birlikte o “hareket eden şeyi” de havaya uçuran bomba beni bilgisayarın başında korkudan havalara zıplatıyorsa, bunun için tek yapabileceğim utanç içinde ağlamaktır.
FIFA’nın katliamlarından, dolaylı cinayetlerinden, rant için giriştiği rezilliklerden, kıta kıta dolaşarak, hiç üşenmeden, hiç utanmadan ortak olduğu sistematik suçlarından uzun uzun, paragraf paragraf bahsedemeyecek kadar sabırsızım, affedin. Nefretimi ve öfkemi, aşık olduğum bir oyunun dört yılda bir oynanan en büyük maçının olduğu bir gün, yine o oyunun üzerinden kusma şansına sahibim ve işin en güzel yanı, sonunda yine o çok sevdiğim oyunun kendisine müteşekkir olma ihtimalim var. Futbolun tüm dünya için söz edilebilecek en geniş “çatı”lardan biri olduğu, bugün dünya nüfusunun bilmem kaçta kaçının Almanya-Arjantin arasında oynanacak Dünya Kupası finalini canlı izleyeceği gibi konularda hemfikirsek, Gazze için kılını kıpırdatmayan sen, ben, o, onlar, attı mı mangalda kül bırakmayan kısacık kısacık adamlar, daha da çok adamlar ve işte külliyen hepimizin keyfini kaçırabilecek tek bir şey geliyor aklıma: Bu akşamki Dünya Kupası finali oynanmamalı!
Almanya ya da Arjantin, kupayı kazansalar ne olur, kazanmasalar ne olur? Bilmem kaç kere finale çıkan iki takımdan biri, bilmem kaçıncı kere “dünya şampiyonu” olsa ne olur, olmasa ne olur? Sivilleri bir bir öldürülen Gazze’nin gözümüzün önünde en ağır silahlarla yakılıp yıkılmasına ses çıkaramayan bir dünyanın şampiyonluğuna tüküreyim!
Almanya ve Arjantin, bu akşam büyük bir maç için sahaya çıkacak. Maçın büyüklüğü ise son düdükten sonra gelecek havalı kupanın gramajı değil, ilk düdükten önce, bir seferliğine, ama sadece bir seferliğine reddedilecek oyunun kendisi! Almanya ve Arjantin’in önünde iki seçenek var bu akşam: Ya Brezilyalı oyuncular gibi seremonide marşlarını bangır bangır söyleyerek kendi bayraklarına olan bağlılığı “dosta düşmana” sergileyecekler ya da “Böyle dünyaya şampiyon getirmek istemiyorum!” deyip meşin yuvarlağı santrada bırakacaklar.
Eğer ilkini yaparlarsa, içlerinden aynı formayı giyen 20-25 tanesi bileklerinin hakkıyla dünya şampiyonu olacak –onları bağlamasa da; kirli bir dünyanın. Daha epik olan ikinci yolu seçerlerse, umudun biraz olsun yeşerebileceği bir dünyanın ebedi şampiyonları olarak sansasyonel bir şekilde tarihe geçecekler. 90 dakikalık bir futbol maçı izlemezsek ölmeyiz, ama halihazırda Filistin’de sistematik bir şekilde öldürülenlerin hayatlarını da yine sadece futbol ve futbolun yaratacağı şok kurtarabilir –yalama olmuş takım elbiselilerin kendi aralarındaki telefon görüşmeleri değil. Bugün, futbolun 90 dakikalık afrodizyak etkisine değil, istediğinde pek de sert olabilen mesajlarından birine ihtiyacımız var.
Almanya ve Arjantin,
Elinizde, şampiyonu olacağınız o dünyanın içine edenlerin keyfini birkaç günlüğüne de olsa kaçırabilecek bir şans var. Şu anda otel odalarınızda, kupayı kaldırdığınız anı değil, maça çıkmayacağınızı tüm dünyanın duyduğu anın çirkin ve kirli suratlarda yarattığı şaşkınlığı hayal ediyor olmanız dileklerimle.
devlet derindir, dibinden tırlar geçer
tırlar kimyasal sırlar taşır
devlet yüzsüz ve duygusuzdur
silahlıdır, erkektir, suç işler, leş kokar
fiziksel sırları da vardır
onları hapiste saklar
çocukturlar
ama küçük sayılmazlar
tecavüz, dayak, işkence
pedagoji yerine pedofili
sakın başkalarına bahsetmeyin
mahremiyeti ifşa’dan yatarsınız
gizli bilgi, gizli örgüt, gizli operasyon
var mı yok mu belli değil, mit
çete, kumpas, darbe
şantaj, rüşvet, tehdit
görevi kötüye kullanma
kara para aklama…
böğk! ağzıma geldi midem
biraz hukuk içsem geçer mi?
terörle mücadele, yasa dışı dinleme
şafak baskını, usulsüz gözaltı
kapalı duruşma, dijital delil
özel yetkili mahkeme, gizli tanık
horlayan yargıç, masum sanık
anayasal hakların ihlali…
bu şartlarda soruşturmanın gizliliği
masumiyet karinesinin amınakor
ne diyorsun pornocu medya?
yap ortaya bir dezenformasyon
otosansürü bol olsun
canlı yayında niteliksiz çoğunluğa karşı
eleştiriden yoksun estetik hassasiyet
nerde kalmıştık: ulusal güvenlik
milli istihbarat, özel harekat
el kaide, el nusra, el muhaberat
si-ay-ey, mossad, ka-ge-be
pe-ka-ka, en-es-ey, ye-ter-be!
yasadışı silah ticareti
uluslararası teröre yataklık
kürdistan petrolü, hizbullah
müslüman kardeşler, hamas
ortadoğu’nun ortasına düşmüşüz
yoksa zaten hep orda mıydık?
incirliğin karşısı lazkiye…
ortadoğu adamda kafa bırakmaz
halep yıkıldı sıra beyrut’ta
ortadoğunun anahtarı şam’mış
anladık tamam da, delik neresi?
delik tapınakta, sandık kayıp
sandık yoksa tanrı da yok
seçim sandığı kutsal mıdır?
pek sanmıyorum, çünkü zaten
kadeş savaşı hiç bitmedi
ben de şimdi ağzım köpürmeden
sesim çatlayıp gözüm pörtlemeden
buradan devlete sesleniyorum:
yasa yaparken sakın unutma;
kanun adaleti temsil etmezse
adalet kanunun önüne geçer
(RED dergisinin şubat-2014 sayısından)
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane