Ülkede her şey enteresan. Bunu çöküntü yahut çöküş olarak da adlandırabiliriz belki. Nüfusun büyük bir bölümü malum şahsı ekranda gördüğü an kanalı değiştiriyor. Televizyonundan haber kanallarının hepsini silen insan sayısı da hiç az değil. Kısacası, memleketin büyük bir bölümü akıl ve ruh sağlığını korumak için ülkede olup biteni takip etmiyor. Fakat içinde bulunduğumuz durumu anlamak için illa haber bülteni izlememize gerek yok. Siyasetin trajikomik halleri doğal olarak ülke futboluna da sirayet etmiş durumda. Hatta bir yarış içinde oldukları bile söylenebilir.
Siyaset ve futbolun buluştukları noktayı “fecaat” olarak adlandırmak mümkün. Haber izlemeyip gündemden uzaklaşmak için geçtiğiniz bir spor programında da kendinizi aniden ülke kafasının en dibinde bulabilirsiniz. Mesela geçtiğimiz günlerde kanallar arasında dolaşıp ülkemizin sabrının sınandığını, güçlü ve büyük bir devlet olmamızın bazı ülkeleri kızdırdığını dinlerken kanalı değiştirip bir spor kanalına geçtim. Denk geldiğim programda anladığım kadarıyla spor yazarı olan bir kişi ile program sunucusu milli takım hakkında konuşuyordu. Bu ikili birçok şeyi başarabilecek bir kadromuz olduğunu falan söylüyordu enteresan bir şekilde. Sonra durup dururken spor yazarı olan kişi şöyle bir cümle kurdu “Bak biz Kasımpaşa’dan Cumhurbaşkanı çıkartmış bir milletiz. Ne var yani? Her şeyi başarırız.” Şimdi normal bir vatandaş olarak, ekran başında “Lan ne alâka?” diye soruyorsunuz. Alâka şu: Bu abi de diğer birçok spor medyası neferi gibi mevcut düzene bir yerden kapağı atma, pastanın bir kenarından ısırma uğraşında. Konu futbol değil krem peynir de olsa belli ki meseleyi bir şekilde oraya bağlayacak.
Örnekler çoğaltılabilir. Mesela Rıdvan Dilmen var ama onu benden çok daha güzel bir şekilde Emre Yürüktümen yazmıştı. O yüzden onu geçiyorum. Fakat büyük balık Rıdvan Dilmen de değil. Şimdi oturup yandaş spor medyasından bir 11 kursak hiç kuşkusuz her maçın banko forveti tek bir isim olurdu: Ertem Şener.
Ertem Şener’e “Mesleğiniz nedir?” diye sorduklarında ne cevap verdiğini çok merak ediyorum. Gazeteci mi diyor mesela? Ya da spor spikeri mi? Ne? İnanın kimse bilmiyor. Ertem Şener herhalde bir 15-20 yıldır spor medyasının içindedir. Fakat kendisinin bir kere bile herhangi bir futbol analizi yaptığını gören olmamış, futboldan zerre kadar anlayıp anlamadığına dair bir kanaat oluşmamıştır. Bütün bir yaratıcılığı “Messi bu adam neyin nesi” olan birinden bahsediyoruz sonuç olarak. Ama önemli değil yani ne söylediği yahut söylediğinin bir anlamı olup olmaması önemli değil. Çünkü Ertem Şener, siyasetçi abilerinden öğrendiği bir şeyi spor medyasına çok güzel uyguluyor. Nedir bu? Şu: Yeterince yüksek sesle söylersen söylediğin şeyin anlamı olmasa da olur. O yüzden kameraya gözlerini dikip tartışmanın mevcut siyasi damarı okşayabilecek ânı geldiğinde sesini yükseltip söze giriyor ve şöyle şeyler söylüyor mesela: “Futbolcuların gol sevincinde secde etmesine kimse karışamaz! Aslanlar gibi secde ederler!” Aslan? Secde? Var mı bir anlamı? Tabii ki yok. Ama dedik ya önemli değil diye. Bir damarın okşanması yeterli onun için. Hakan Çalhanoğlu meselesini Merkel ve üçüncü havalimanına bağlaması ve bunu ciddi ciddi yapması ortalama bir zekâya sahip insanlarda gülme efektine neden olsa da ülkenin nasıl bir kafada olduğunu anlamak açısından çok önemli. Artık öyle bir noktadayız ki muktedir yahut onun yandaşlarından biri “Patatese bundan sonra elma diyoruz arkadaşlar” dese bunu zerre kadar sorgulamadan kabul edecek büyük bir çoğunluk var. Gerçeklik algısının bütünüyle yitirildiği anlarda söylenen şeyin akla uygunluğunun hiçbir önemi kalmıyor. İşte Ertem Şener tam da bu noktada Yeni Türkiye’nin sakallı ve jöleli bir özeti haline geliyor.
İşin çok komik bir tarafı olduğu aşikâr. Fakat bu panayırın ortasında kendi düşüncelerini ifade etmekten başka hiçbir şey yapmayan Deniz Naki, tüm ülkenin 4-1 biten Dortmund-Galatasaray maçını konuştuğu akşamda eşyalarını toplayıp Türkiye’yi terk ediyor. Ya da statlarda 19 yaşında dövülerek öldürülen bir çocuğun adına marş söylediği için insanlar hakkında soruşturma başlatılabiliyor. Sanırım ülkece yüzleşmek zorunda olduğumuz çok açık bir şey var: Bu ülkede 19 yaşında dövülerek öldürülen bir çocuğun adının dahi anılmasından rahatsız olan büyük bir çoğunluk var. Bütün o birlik beraberlik kardeşlik laflarının altındaki gerçek tam olarak bu. Aynı çoğunluğun kimi bireyleri “IŞİD aleyhinde tivitler attığı için” Deniz Naki’yi dövüp ülkeyi terk etmesine de neden oluyor. “Benimle olmayanlar yok olsun” düsturu ile ilk düdük çalınalı ve ülkenin önde gelen isimleri o maçta top koşturalı çok oldu. Belli ki artık ceza sahasında yalnız kalmaya bile izin verilmeyecek. Ne diyelim: İzleyen herkese hayırlı olsun.
İki yıl önce Amerikalı yeni sahipleri, Liverpool’un yaz kampını belgesel haline getirdiklerinde bu titri kullanmışlardı. Liverpool’un bir gelenek takımı olduğuna, başarılarının nedeninin DNA’sı içindeki bu gelenekler olduğuna dikkat çekilmişti. Bu belgeselin en akılda kalan noktalarında büyük bir kulüpte ilk kez şans bulan Brendan Rodgers, geleneği devam ettirme telaşındaki Steven Gerrard ve Jamie Carragher ve bu geleneğin içine dâhil olmakta zorlanan Raheem Sterling vardı.
Bu belgeselde atıldığını gördüğümüz temeller öyle güçlüydü kiiki2 yılın sonunda şampiyonluk yarışının bir parçası haline gelen bir takım ortaya çıktı.
Ancak bu sezon başında ‘’Being Liverpool’’ belgeselinde verilen mesajları yok sayan kararlar alındı. Liverpool Academy’nin yetiştirdiği oyuncular tek tek takımdan uzaklaştırıldı. Takımın ve kulübün Liverpoollu öğeleri ayrıldılar.
Bazı isimlerden burada kısaca bahsetmek istiyorum.
Andre Wisdom ve Martin Kelly ile başlayalım. Son iki sezon içinde zaman zaman takımda görev aldılar. Goller attılar, assistler yaptılar. Kazanılan maçlarda takımın bir parçası olmayı birer Academy oyuncusu olarak başardılar. Bu oyuncuları gönderip Javi Manquillo gibi bir oyuncuyu getirmek bir teknik adamın doğrusu olabilir mi? Atletico Madrid altyapısından yetişmiş yetenekli bir oyuncu olsa bile sağ bek mevkiinde nasıl bir katkı beklenerek böyle bir karar alındı. Açıklamak çok zor.
Liverpool geleneği denince Gerrard ve Carragher’dan sonra gelen isim belki de Daniel Agger idi. Liverpool geleneğini içselleştirmiş Agger gibi bir kahraman gözyaşları içinde kulüpten uzaklaştı. Yerine düşünülen oyuncu PSG’de yedek bırakılmış Mamadou Sakho. Yanlış anlaşılmasın Liverpool’un transfer ettiği oyuncular Avrupa’nın en büyük potansiyelli yetenekleri. Sakho, Fransa milli takımı kaptanlarından. Bir savunma oyuncusu için genç bir oyuncu sayılır. Ancak Sakho’nun diğer yeni gelen oyuncular gibi Liverpool geleneğini içselleştirmesi şüphelidir ve tabii ki zaman alacaktır.
Luis Suarez konusunda çok yorum yapmak istemiyorum. Bu konuda söylenecek fazla söz yok. Luisito Liverpool ile yapacaklarının bittiğini düşündü. Ancak şu günlerde golleriyle EPL’e geri dönen Andy Carroll’dan bahsetmeden edemeyeceğim. Carroll’ın ülkesinin en büyük yeteneklerinden olduğundan şüphe yok. Rodgers, Big Andy’i gönderdiğinde oyununu dolayısıyla takımın başarısını Suarez’e odaklamış oldu. Bütün planlarının merkezine tek bir oyuncuyu yerleştirdi ve ondan her şeyi yapmasını bekledi. Eğer o gün Carroll kalmış olsaydı bugün Liverpool bu denli bocalamazdı.
Pepe Reina için de benzer şeyler söyleyebilirim. Simon Mignolet bence harika bir kaleci. Ancak Reina’dan öğrenebilecekleri olduğunu düşünüyorum. Özellikle geri paslarda ne kadar bocaladığını neredeyse her hafta gözlemliyoruz.
Joe Allen ve Jordon Ibe ile karşılaştırınca transfer edilen Emre Can ve Lazar Markoviç için de acaba diye sorular soruyorum. Rodgers henüz 20 yaşındaki bu iki oyuncudan ne bekledi?
Liverpool çok büyük bir kulüp. Dünya üzerinde belki de sayısı milyara ulaşan taraftarı var. Ayrıca Amerika’nın en önemli spor yatırımları şirketi tarafından yönetiliyor. Kaynakları sınırsız. Ancak sadece yapabileceği için geleneği hiçe sayarak yapılan değişiklikler ters tepebiliyor. Hangi organizasyon olursa olsun DNA’nın dışına çıkmak, devamlılığa gereken önemi vermemek zaman kaybına neden oluyor, mesafe kaybettiriyor. Rodgers göreve geldiği günden beri yaptığı doğruları son altı ayda terk etti. Önceki yıl verdiği bazı tartışılabilir kararlar da bu sezon onu avlıyor. Şu andaki görüntüsü tüm planını ve umudunu kaybetmiş bir teknik direktör profili. Hedefe doğru yönlenmekte zorlanıyor.
Her şeye rağmen zaman onun yanında. Kadro birlikte zaman geçirdikçe daha iyi noktalara gelecektir. Ben Mario Balotelli’nin de teknik anlamda Liverpool’un aradığı isim olabileceğini düşünüyorum. Eğer kulüp olarak onu yeterince savunabilirlerse mutlaka takımını sürükleyeceği günler gelecektir. Ancak İngiliz basınıyla başa çıkması önündeki en büyük zorluk. Devamlılık sağlayabilir mi, başarılı olacağı günler çok mu geç gelir, işte bu soruları yanıtlamak çok zor. Özellikle Daniel Sturridge’in sakatlıklar yaşadığı dönemde yükü çok ağır.
Biraz da paparazzi yapalım. Rodgers’ın geçtiğimiz yaz aylarında eşinden boşandığını ve tekrar evlendiğini biliyor muydunuz? Swansea teknik direktörü olup ligin flaş takımı olmak ile Liverpool gibi bir efsaneye önderlik etmek çok farklı görevler. Belki de Rodgers bazı değerlendirmeleri yaparken aceleci davrandı. Bakalım bugün oynanacak Manchester United maçıyla başlayacak olan Avrupa Kupası sonrası dönemde nasıl sonuçlar alacak?
Dünyayı bir Milli Vanilli fırtınası kasıp kavuruyordu. Tam 24 yıl önce gelen bir açıklama ortalığı karıştırmıştı. O yakışıklı çocuklar sadece play-back yapmıştı…
19 Kasım 1990’da verilen Grammy geri alınırken, tüm dünya sarsılıyordu. Müzikseverler yastaydı. 14 milyondan fazla albüm satılmıştı. Buldozerlerin paletlerinin altında kasetler, CD’ler, plaklar tuzla buz olurken, davalar birbirini kovalıyordu.
Aslında her şey Amerika’da başlamış, Almanya’da bitmişti.
New York’ta Alman bir striptizcinin Amerikalı bir askerden çocuğu olarak dünyaya gelen Robert Pilatus, dört yaşındayken Münihli bir aile tarafından evlat edinilmişti. 14’ünde evden kaçan delikanlı, yeteneklerini breakdansta sergiliyordu. Bir yarışmaya katılmak için Amerika’da bulunurken Fransız Fabrice Morvan ile tanışması hayatını değiştiriyordu.
İkili iş aramaya başlamıştı. Alman yapımcı Frank Farian önlerine bir sözleşme sunmuştu. Sesleri yetersiz bulunmuştu. Başkaları söylüyor, onlar sahnede yaptıkları şovlarıyla milyonlarca genç kızın kalbini kazanıyordu.
Şöhret basamaklarını o kadar hızlı tırmanmışlardı ki… Fakat egolarını bastıramıyorlardı. Kendilerini Elvis’le kıyaslamaya başlamışlardı. İkili, yapımcılarından şarkı söylemelerine izin vermesini isteyince bir anda skandal patlak veriyordu. Köşeye sıkışan Farian kendini ihbar ediyor, Milli Vanilli bir anda çarmıha geriliyordu.
Asıl şarkıları söyleyenler grubun başlarına hakiki sıfatını ekleseler de iş işten geçmişti. Kandırılan müzikseverler onları bağrına basmıyordu. Rob ve Fab’in kendi projeleri de tutmuyor, Türkiye’deki edebiyat kitapları kadar satıyordu. Milyonlarca albüm satan Elvis’ler, skandaldan sonra sadece iki bin kişiye ulaşabilmişti.
Sesi daha iyi olan Morvan tutunmaya çalışırken, yakışıklı Pilatus iyiden iyiye batağa düşmüştü. Alkol, uyuşturucu, intihar teşebbüsü, tutuklanmalar derken 2 Nisan 1998’de acı haber gelmişti, Rob Frankfurt’taki bir otelde son nefesini vermişti.
Pilatus… 2000 yıl önce İsa Peygamber’i çarmıha göndermişti; 2000 yıl sonra çarmıha gerilmişti.
1
“Geçen gün eve geç saatte geldim” dedi F.Z. Çeşitli içeceklerin etkisi altındayken sızıp uyudum ve gecenin bir yarısı kalktığımda şuna benzer bir cümle kurdum: Veronika Voss’un Tutkusu nasıl bir filmdi ha? İşte bu sorunun etkisiyle derhal bilgisayarımı açtım ve akabinde ayılmamı sağlayacak kahveyi yaptım. Bütün bunlar yetmezmiş gibi korkunç bir hızla filmi buldum ve olacak şey değil ama başladım izlemeye. Bildiğiniz gibi acayip bir dünya burası. Saat 04.00’te, kimsenin dünyayla ilgilenmediği bir vakitte başladı Veronika Voss’un Tutkusu. Şimdi yalan olmasın, filmin tamamını izlemedim. Ama film bana 1987’de Remzi Kitabevi’nden çıkan, benim ise 2003 yılında, yapmak üzere olduğum şeylerin artık “legal” olacağı bir yaşa yaklaşmışken İstanbul’da bulduğum Kırk Oda adlı Murathan Mungan kitabını hatırlattı. Bu kitapta Tutkunun Veronika Voss’u adlı bir öykü bulunur. Yanlış hatırlamıyorsam bu öykü o kitabın son öyküsüdür. “Aslında çok duygusal bir şey orospuluk etmek” diye başlayan bir öyküdür bu. Bir transın genç bir adamla yaşadığı tek gecelik bir ilişkiyi anlatır. Sonra kitabın diğer öyküleri geldi aklıma. Boyacıköy’de Bir Aşk Cinayeti mesela. Yahut Aşkın Gözyaşları ya da Rapunzel ile Avare. Ya dedim işte tam da o anda ya dedim, iyiydi lan o kitap. Sonra bu kitabı seven ve etkilenen kişiler geldi aklıma. Mesela Kutluğ Ataman. Ataman’ın Lola ve Bilidikid filmi, yukarıda adını geçirdiğim Aşkın Gözyaşları ya da Rapunzel ile Avare’nin serbest bir uyarlamasıdır. Ya da mesela Anlat İstanbul’un son bölümü de bu bahsettiğim Tutkunun Veronika Voss’u adlı öykünün serbest bir uyarlamasıdır. Hatta bir şey diyeyim mi, bu kitap, memleketteki ender marjinal edebiyat eserlerinden biridir. Şimdi açıp baksak yüz bin milyon tane kitabı var Mungan’ın, kendisi bile hepsini okumamıştır. Bu kadar çok “üretmek” o kadar da sağlıklı bir şey değil bence. Ama ışıkları herkes sever. Mungan da Kırk Oda’nın ardından ışıkların altına geçmiştir. Veronika Voss’un Tutkusu ise ben ikinci kez izleyemesem de müthiş filmdir. Fassbinder’in bir anlamda Douglas Sirk’e saygı duruşudur. Ve klasik Amerikan sinemasının Fassbinder üzerindeki etkisine güzel bir örnektir. Fassbinder’in Veronika’sı ölmeyi isterdi, tıpkı Fassbinder’in kendisi gibi. Mungan ise ışıklara doğru uzaklaşırken, geride, yani bize daha yakın odalarda sadece Veronika’yı bıraktı.
2
“Saat 08:00. İnsan bu saatte neden 13 Aylı Bir Yılda?” dedi Ş.O. Fassbinder’de bütünüyle bir yok olma isteğinden beslenen sonsuz bir yaşam arzusu vardı. Fakat bu arzu pratikte ölüm isteğine dönüşüyordu. Ama Fassbinder için hem hayatında hem de filmlerinde ölüp gitmek o kadar da mühim bir mesele değildir. 13 Aylı Bir Yılda’da intihar eden adamın söylediği gibi “Ölüm sadece hayatın görünürlüğünün kaybolmasıdır.” Fassbinder, bunu daha filmlerine yansıtmadan bildiği için bu “aşırı üretim” durumunu paradoksal bir şekilde tümüyle bir yok kılma pratiğine indirgedi.
Yok kılma çabası kesinlikle intihar değildir. Samuel Beckett “Ölmeyi değil de şöyle bir yok olup gitmeyi çok isterdim” derken bu ayrımı ironik bir şekilde de olsa yapar. Fassbinder’in “ölümü” dediğimiz şey onun daha 20 yaşındayken başladığı ve öldüğünde gerçekleştireceği bir proje olarak görülebilir. Tek fark diğer yarattığı ürünlerin aksine hayatta olduğu konumunu terk edip artık hayatta olmadığı bir konuma geçmiştir. Fakat yok kılmak için bunlar yeterli değildir. Bütünüyle bir yok kılma çabasına girişmek için Fassbinder’in bulduğu yöntem sürekli üretimdir. Bu sürekli üretim sayesinde artık hem bedeni hem de zihni yarattığı ürünlerin içinde yavaşça yok olacak ve hayatın görünürlüğü yok olduğunda Fassbinder de hayattayken yarattığı ürünlerin içinde yok olmayı başaracaktır. Yok olmanın bir diğer paradoksu ise sonsuzla kurduğu ilişkidir. Öldüğünüzde hayattan ayrılmış olursunuz. Fakat yok kılma pratiğine açılan tek kapı sonsuzluktur. Çünkü yok olan bir şeyin gidebileceği hiçbir yer yoktur. O, kendi içkinliğinde yok olup sonsuza karışmıştır. Fassbinder 10 Haziran 1982’de, Münih’deki evinde son anlarını yaşarken hayattan kalkıp filmlerinde kurduğu yaşama geçmiştir. O filmleri yaratan zihnin pratikte sona ermesi hayattayken yarattığı ürünlerin sonsuz kırılganlığına kapı açmıştır.
Bedenin bu sömürüsü ve bir yerden sonra yok kılınmasının sinema dışındaki örneklerini ise edebiyat ve felsefe alanlarında çalışan kimi insanlarda görebiliriz. Edebiyatta Fitzgerald bu konunun ustalarından biridir. Bizim ülkemizde ise Ulus Baker “Yok Beden” kavramının cisimleşmiş halidir. Onun Sartre’dan apardığı Pratikte-Ölüm kavramına çok önem vermesi biraz da bu yok kılma durumu ile ilişkilidir. ODTÜ’deki odasında kâğıtlar ve kitapların arasında kaybolduğunu fark eden arkadaşının attığı umutsuz bakışa, Baker’in “Bak gördün mü, yok olup kendimi görünmez kılmaya çalışıyorum.” şeklinde verdiği cevap Beckett’in ironikliğiyle aynı seviyededir.
Yok beden her şeyden önce sanatın bir meselesidir. Bir üretim biçiminin fiziki aksiyonudur. Desteklenecek ya da bir akıma dönüşecek kadar somut bir şey değildir. O yüzden bu durumu abartıp bu biçimi kendine ait kılmış insanlara gereksiz payeler düzmeye ya da cool bulmaya gerek yoktur. Bu sadece olan bir şeydir. Diğer olan her şey gibi. Bu durumdaki tek fark ise olan şeyin sona ermeyip ortaya çıkan üretim sayesinde sonsuzlaşmasıdır. Bahsettiğim şey “sanatçının ölümsüzlüğü” de değil kesinlikle. Bedenin bütün gücünün yaratılacak ürüne zemin sağlayan zihin sürecine yaptığı katkıdan bahsediyorum. Yani fiziksel olanın gücünün de zihinsel olana katılması ve bir noktadan sonra ondan –bedenden- tamamen vazgeçilmesi, yok kılınması. Süreli bedenin yanında güçlü bir zihinsel sürecin yarattığı soyut ikincil kaynağın sonsuzluğu.
E bunun tek yöntemi kendini tüketmek ya da mahvetmek mi diye sorulabilir. Tabii ki değildir. Bu sadece Fassbinder’in yöntemidir. Mesela Godard da aslında yoktur. Ama o bu yok kılma sürecini kendini tüketmek yerine aşırı okuyup, düşünce biçimleri geliştirerek sağlamıştır. Bu bir enerji sorunu aslında. Godard o enerjiyi hayatta bir şekilde buluyordu. Fassbinder’in ise o enerjiyi hayatta bulabilmesi için kendini tüketmesi gerekiyordu. Öyle sanıyorum Fassbinder için hayatı yaşamanın başka bir yolu yoktu. Başka insanlar gibi böyle yaşamanın çok cool olduğunu ya da genç ölmenin harikulade bir şey olduğunu falan da düşünmüyordu. Hem çalışma biçiminde hem de yaşama biçiminde bu hızlılık ve aşırı zorlama ön plandaydı. Üretim yapabilme biçimi buydu denebilir. Bir anlamda Fassbinder böyle yaşıyordu ve yaşamak zorundaydı çünkü başka türlü yaşamayı hiçbir zaman öğrenememişti.
3
“O Salı da haftanın diğer günleri gibi bulutlu ve hafif yağışlıydı.” dedi K.Ş. Meteoroloji yetkililerinden aldığımız “güneş çıkabilir ama yine de serin bir hava bekliyoruz” yönündeki kıytırık bilgi bizi güneşi göreceğimize dair derin bir beklentiye sokmuştu ama satırlarımın başında da belirttiğim gibi hava bulutlu ve hafif yağışlıydı.
Bir gün bir kitap okumuştum ve bütün hayatım değişmemişti. Kötüleşmişti. İşte 26 Nisan Salı günü saat 17:13’te o kitap aklıma geldi. Sıkıntılı hava ve hatırladığım o iç burkucu kitap beni kahve içmeye sevk etti. Kahve içmeye doğru giderken salona baktım. Bir kişi gelmişti. Bu hoş bir şeydi. Yani hoş olan bir şeydi ve sonuç olarak hoşuma gitmişti. Gelen tek kişiyle film üzerine kısa bir sohbet gerçekleştirdik:
– Bu ne filmi?
– Alman.
Ekranda duran afişe gözüm seğirdi. Afişe olan filmin adını kendi kendime tekrarladım: Maria Braun’un Evliliği. Bu insanlara neden bu filmi gösterdiğimi merek ettim. Pekala bu filmi evimde oturup izleyebilirdim –ki izlemiştim de- peki neydi olay? Durum neydi? Net cevabı filmi büyük ekranda izleyince fazlasıyla alacaktım. Daha sonra gömleğimin kolunu hafifçe sıyırıp saatime baktım, en son kol saatimin şu her saat başı “dit dit” diye öten siyah Casio olduğunu ve bu saati bundan yaklaşık 15 yıl önce yani XX. asrın sonlarında taktığımı anımsadım. Ani bir hareketle telefonumu çıkarıp –kahvemi dökmemeye dikkat ederek- saate baktım ve sunumu başlatmam yönünde ciddi bir kanaate vardım.
Sunumun ana teması “Alman Yeni Dalga Sineması” idi. Aslında bu başlık “Fassbinder’e gelmeden evvel çerez olsun diye biraz da Wim Wenders ve Werner Herzog’dan bahsedeyim” diye sallayıverdiğim bir bağlam idi. Yoksa söz konumuz elbette sadece Fassbinder idi. 10 tane fotoğraf eşliğinde 15 dakikalık bir sunuma başladım. Önemli bulduğum Fassbinder filmlerinden bahsettim. Fassbinder’in her ne kadar asıl meselesinin “ikili ilişkilerdeki iktidar oyunları” gibi gözükse de makro düzeyde Alman tarihi, emek sömürüsü gibi temalara da sıklıkla değindiğinden bahsettim. Ama minör ya da epik her filminde bir şekilde politik olmayı başardığını da özellikle belirttim. Politikanın siyasal olan tarafından bağımsız hayatın her yönüne nüfuz eden bir yapısı olduğunu ve bu yapının her tür “ilişki” ve durumda bir geçerliliği olduğunu ve bunu anlayabilen en önemli sinemacılardan birinin Fassbinder olduğunu ivedilikle dile getirdim. Tüm bu temaların ve “sinematografik fikirlerin” kapsamlı bir biçimde işlendiği filmlerden birinin de yine Fassbinder’in çektiği Maria Braun’un Evliliği adlı film olduğunu ve az sonra bu filmi izleyeceğimizi söyleyerek sunumun sonunu getirdim.
Daha sonra yaklaşık 120 dakika süren filmi 15-20 kişi ile birlikte seyrettik. Film bittiğinde Maria’nın konumunun ikinci dünya savaşı sonrasındaki Almanya’nın durumundan bağımsız olarak düşünüp düşünemeyeceğimize dair kısa bir tartışmaya girdik. Daha sonra gecenin yavaşça çöktüğü ve hafif yağmurla ıslanmış salon bahçesine çıktık. Yürüye yürüye Alsancak’a vardık. Poğaça yiyenler vardı aramızda ve Fransa Bisiklet Turu hakkında konuşanlar. Kimileri evlerine gitti, kimileri de önce yemeğe, sonra da kordona. Ama Maria 1979’da o filmde, o mutfakta, kesik bir telefon sesiyle kaldı. Kimileri bunu hiç unutmadı.
Bir
O zamanlar daha olric yoktu, dedi K.S. Bir sokakta yürüyordum, hani hep şeyler olur, filmlerde görürüz, böyle bir cadde, ki büyük İhtimalle (İhtimal büyük harfle yazılmalıdır, mühim bir kelimedir zira) Manhattan dolaylarındadır bu cadde, bir binanın dışa doğru açılan pervazlarında o hafta oynayan filmlerin afişleri olur, işte o hafta Antonioni haftasıdır mesela ya da Brando’yu Brando yapan Rıhtımlar Üzerinde filmi sevenleri ya da nostalji yapmak isteyenler tekrar izlesin diye yeniden gösterimdedir, işte böyle bir manzarada rastlamıştım Woody Allen’a, o zamanlar daha yeni kovulduğu -sanırım dekanı taciz ettiği için kovulmuştu- üniversitesinden bir tür intikam alma peşindeydi, yine kafası karışıktı, yine hep çok ama çok düşünüyormuş gibiydi, genç ve heyecanlıydı, yanında kimse yoktu ama varmış gibi sürekli etrafına bakınıyordu, bir ara kafasını yukarı kaldırdı, ben de onun baktığı yöne doğru bakmak için bir hamlede bulundum, bu ortak edimi yaklaşık 20 saniye boyunca sürdürdük, baktığımız yerde Bergman’ın Sessizlik filminin afişi duruyordu, filmin başlamasına çok az kalmıştı, New Yorklu bir avuç Bergman izleyicisi sigaralarını söndürmüş yavaş yavaş salona giriş yapıyordu, kafamızı afişten indirdiğimiz anda göz göze geldik Woody’le, sıkıntılı yüz ifadeleriyle birbirimize baktık, sonra o salona doğru yürüdü, ben de arkasından aynen salona girdim, bu olaydan yaklaşık 20 yıl sonra bu kez memleketim Adana’da karşılaştım Woody Allen’la, film Interiors idi -karşılaşmak için illa bir özneye muhtaç değiliz, bir filmiyle karşılaşmak da tanıdığım kadarıyla Woody ile karşılaşmaktır- o soğuk Bergman gününün her şeyi sinmişti bu filme, hatta bazan Bergman’ın bile ötesine geçen bir melankoli sarmıştı filmi, bir zamanların bulvar komedyeni bu 1.57’lik adam sinemada her şeyin olabileceğini göstermişti bana, filmden sonra Adana sokaklarında yürüdüm, etrafımdaki insanlar dönüp baktığımda Bellini’nin Bahçede Acı Çekme tablosunu andırıyorlardı, yavaş adımlarla bir bilet alıp stada girdim, Adana Demir o gün Malatyaspor’dan 4 gol yedi, Woody’nin yaşadığı ve Sabri’nin henüz gelmediği bir dünya için hiç de fena bir durum değildi.
İki
Dedemle oturuyorduk, dedi R.S. O yine mandalina kokuyordu. Bir müddet sonra onu evine bırakacaktım. Parklar öğleden sonralar için yaratılmıştır. Bunu da o gün, yaklaşık 45 dakikalık bir zaman diliminde anlamıştım. 14.37 ile 15.22 arasında hiç konuşmadan geçen bu park gezisinin ardından dedem onu eve bırakmamı istememiş ve beni evime yollamıştı. Büyük İhtimalle benden sonra yaklaşık bir 30 dakika daha oturacak ve bir dondurmayı bitiremeyeceğini bildiği halde yemeye çalışacaktı. Eve doğru yürürken o zamanlar Akşam gazetesinin bir Cuma eki olan dandik Prömiyer dergisini aldım. Dergide haftanın televizyon filmleri tanıtılırken Woody Allen filmlerinden de bahsediliyordu. O zamana kadar TRT’de Herkes Seni Seviyorum Der’i ve TV8’de Ufak Sahtekarlıklar’ı izlemiştim Woody Allen filmi olarak. İkisine de pek iltifat etmemiş, Cine 5’te gördüğüm Akrebin Laneti’ni ise mehh deyip yarıda bırakmıştım. Bir de şöyle bir şey var ki bizim birinci ve ikinci derecedeki akrabalarda ciddi bir Woody Allen antipatisi vardı. Niyeyse böyle her ekrana çıktığında “komik değil ki bu” falan derlerdi adama ve kanalı değiştirirlerdi. Sanırım biraz da bu yüzden geç tanıştım Woody’le. Ama işte o gün, o gün ki 7 Kasım 2002, ya da bir sonraki haftası, ya da hiçbiri, CNBC-e’de Woody Allen ayı başlamıştı. Sırasıyla Sleepers, Aşk ve Ölüm, Seks Hakkında Sormak İstediğiniz Her Şey ve Annie Hall gösterilecekti. O zamanlar geçici süreliğine de olsa yalnız yaşayan bir liseli olarak bir ay boyunca tüm bu filmleri takip etmiş ilk üç filmi neşe içinde, gülerek ve benzeri eylemlerde bulunarak izlemiş, dördüncü haftada gösterilen Annie Hall ile de pencereyi açıp balkona atlamış ve uzun uzun bahçelere bakmıştım. Annie Hall bir başkasına her şey bittiğinde yine bunu izle diye önerilebilecek kadar bir film – hayat örneğiydi. Ertesi gün okulda kimsenin bundan haberi yoktu belki ama üçüncü sırada oturan ve çok sonraları şehirlerarası otobüslerde muavin olan Salih artık gizli gizli Woody Allen’a benziyordu.
Üç
New York’ta doğdu dedi F.C.B. Ana babasını bilmem ama kendisi epeyi sorunlu bir çocuktu. Bir kere en başta çok okuyordu. Hani bir filminde Woody’nin çocukluğunu oynayan eleman şey der ya, “evren genişliyor, kara delikler var, o halde niye okula gideyim bunlar çok saçma” falan. İşte aynen böyle bir kişiydi Woody. Heidegger’i nasıl sevdiyse aynı şekilde Flaubert’i, İsveç filmlerini, Fitzgerald ve Babe Ruth’u da sevdi. Emin olun bunları birbirinden hiç ayırmadı. Hani Hannah ve Kızkardeşleri’nde yine Woody’nin “canlandırdığı” karakter intihara kalkışıp beceremedikten sonra bir müzikal izlemek için sinemaya girer ve filmden çıktığında intihardan vazgeçer ya, Woody de aynen o karakter gibi hep ikincil kaynaklar üzerinden hayatı tanıyıp tutunmaya çalıştı. Manhattan’ın son sahnelerini hatırlayın “neden yaşamalı?” sorusuna cevaplar ararken Woody’nin aklına hep filmler, kitaplar, konçertolar vs gelir. Onlar bir daha tecrübe edilmeli, onların varolduğu bir dünyadan öyle çabuk vazgeçilmemelidir. Gözden kaçan ve en az filmleri kadar değerli olan kitapları da, arada klarnetini kapıp dünyayı turladığı grubu da hep aynı adam tarafından yani Alvy, Harry, Isaac, Woody tarafından yaratılmıştır. Hepsinin dönüp durduğu apartman Woody’nin kafasında sürekli inşa halindedir. Bütün odalar başka odalara açılır. İşte bu böylece 79 yıldır sürüyor. Filmlerini dönemlere ayırmak, gelişimini öyle izlemek elzemdir ama bu o kadar çok yapıldı ki artık lüzumsuzlaştı. Şu sıralar son filmi Sihirli Ay Işığı ile dolaşıyor salonları. Son dönemde yaptığı ortalama filmlerinden biri ama onun evrenini tanıyan herkes gidip çok da sıkılmadan izleyecektir sanırım filmi. Bir illüzyonist ile bir medyumun yavaş yavaş yakınlaşan ilişkilerini yine rasyonalizm ve mistisizm karşıtlığını arka plana alarak anlatıyor. Zaten bunu uzun yıllardır yapıyor. Bazen epeyi ciddileşiyor bazen de bu filmde olduğu gibi olayı çok derinine inmeden kapatıyor. Bir bakıma Bergman filmlerini izleyip onları biraz daha keyifli hale getirip sinemalaştırıyor. Benim için Woody her zaman Manhattan Murder Mystery’deki ürkek ve korkak haliyle kalacak. Onu ilk kez gördüğüm o perdede sanki orda olmaması gerekiyormuş gibi davranması, izleyiciyi de ayıptır söylemesi hiç takmıyormuş gibi kendi keyfine bakması ve korkarım yakın bir gelecekte o aynı ortamda hiç bulunmak istemediği ölümle yüzleşecek olması gibi şeyler gerçek olsa ve özellikle şu ölüm meselesi canımızı biraz sıksa da filmleri ya da kitapları onunla sürekli karşılaşmamızı ve her karşılaşmada yeniden tanışmamızı sonsuza dek sağlayacaktır.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane