22 Ağustos 1911 sabahı Louvre Müzesi’ne gelen Louis Béroud gözlerine inanamamıştı, Mona Lisa’nın yerinde yeller esiyordu. Leonardo’nun başyapıtını çizmekte olan ressam, önce tablonun fotoğrafçılar tarafından götürüldüğünü sanmıştı. Bir asır önce de olsa ticari kaygılar çoktan dünyayı sarmıştı. Hemen güvenlik görevlilerine haber veren altmışına merdiven dayamış adam, birkaç saat sonra müdüre ulaştığında gerçek ortaya çıkıyordu; eser sırra kadem basmıştı.
Müze kepenkleri indirmişti. Bir hafta boyunca kapalı kalan binanın her köşesi inceleniyordu. Louvre yakılmalı diyen şair Guillaume Apollinaire, merkeze getirilip tutuklanmıştı. Sadece o mu, edebiyatçının kankası Pablo Picasso da tutuklanmıştı. Araya hatırlı kişileri koyan ressam hemen serbest bırakılırken, şair kısa bir süre de olsa parmaklıklar arasında çile doldurmuştu.
Hırsızlığın esbab-ı mucibesi iki yıl sonra ortaya çıkıyordu. Müzede çalışan bir İtalyan, tamamen milliyetçi duygularla tabloyu çalmıştı. Da Vinci’nin eserinin kendi ülkesine ait olduğunu düşünen Vincenzo Peruggia, 21 Ağustos 1911’de pardesüsünün altında taşıdığı Mona Lisa ile elini kolunu sallayarak Louvre’dan çıkmıştı. Evinde iki sene başyapıtla oturan adam, sabırsız davranmasa belki de olay sanat tarihinin en büyük hırsızlığı olarak anılacaktı.
Bir antikacıya mektup yazan Peruggia, elindeki tabloyu satmaya kalkışıyordu. Alfredo Geri kulaklarına inanamıyordu, Mona Lisa gerçekten kendisine mektubu yazanın elinde olabilir miydi?
Başta şaka gibi geldiyse de dünyaca ünlü Uffizi Müzesi’nin müdürü olan arkadaşına danışmıştı. İkisi beraber Peruggia’nın kapısını çalınca, düğüm çözülmüştü. Hırsızın da istediği gibi Floransa, Roma ve Milano’da sergilenen Mona Lisa yeniyıl hediyesi olarak 1913’ün sonunda Louvre’a dönerken, Peruggia neredeyse ilahlaşmıştı. Merak buyurmayın, cezalandırılmıştı; altı ay, evet sadece altı ay hapis yatmıştı. Zira o artık bir milli kahramandı…
Can Baba’dan Willam Blake’e, bu satırların yazarının pek sevdiği bestecilerden Leos Janacek’ten kalbinin sultanlarından Thomas Mann’a, Bond’un babası Ian Fleming’den Henry Fonda’ya, John Cage’den Jacopo Peri’ye birçok devi yutmuştur 12 Ağustos. Ölümlerden ölüm beğenirken, başka bir sonu kaleme almak sanki boynumun borcu.
Kuagga ya da Quagga… Hiç duymuş muydunuz bu hayvanı? Bir zebra türüydü Quaggalar. 17. yüzyılda Güney Afrika’nın dört bir köşesinde yaşıyorlardı. Ülkede esen av fırtınasından belki de en fazla onlar çekmişti. Genelde inekler için feda edilseler de kimi zaman sadece zevk için vurulmuşlardı.
Zebraların aksine boynundan yukarısı çizgili olan hayvanın kalanı genelde kahverengiydi. 19. yüzyılın ortasında ait olduğu topraklarda yok olmaya başlamıştı bu güzel zebra türü. Yaşlı Kıta’ya götürülenler, kim bilir hayvanat bahçelerinde sergilenen en şanslı yaratıklar arasındaydı. Zira Güney Afrika’da onları bekleyen son belliydi.
1870’de Londra’da fotoğrafı çekilen Quagga, tarihte yerini alıyordu. Zira ondan başka bir fotoğraf karesinde yer alan başka bir arkadaşı yoktu. 12 Ağustos 1883’te Amsterdam’dan gelen bir haber, hayvanseverleri üzmüştü, bir türün bilinen son temsilcisi bir yaz gününde ölmüştü. Bugünkü Namibya’da görev yapan Alman askeri Victor Franke, 1901’de günlüğüne Quaggaları gördüğünü not düşse de bu hiçbir zaman doğrulanamamıştı.
Yarım asrı aşkın süredir öyle bir proje var ki… Lutz Heck’in yazdığı bir kitaptan etkilenerek, yok olmuş bu türü tekrar yaratmanın peşine düşen Reinhold Rau seçilmiş zebraların çiftleştirilmesiyle Quaggaların tekrar hayata dönebileceğine inanıyordu. 1987’de başlayan proje, 20 Ocak 2005’te neredeyse mükemmele yakın sonuç vermiş, Henry doğmuştu.
Evet, Henry atalarına çok benziyor da o tam olarak ne; işte bu soruya yanıt aranıyor. Tabiatta yok olmuş bir tür, insanoğlunun çabalarıyla tekrar var olabilir mi, düşünmek gerekiyor.
Eiger ya da nam-ı diğer “ölüm duvarı”… Kim bilir bazılarına göre İsviçre Alpleri’ndeki dağlardan herhangi biridir kimileri için ise bir tutku. Sayısız tırmanışçının canını alan Eiger’in kuzey yüzü, Azrail’in Avrupa’daki dağlık şatosu gibiydi. Bir zamanların sırat köprüsü, bugünün havalı çocuklarının rekorlarına sahne oluyor.
Dağ, ilk kez batı yamacından fethediliyordu. 11 Ağustos 1858’de Charles Barrington, beraberindeki rehberler Christian Almer ve Peter Bohren ile birlikte sabahın ilk saatlerinde yola koyuluyordu. Bugün bile takip edilen bir parkurla aşağı yukarı dokuz saatte zirveye ulaşan üçlü tarih yazıyordu. 10 dakika boyunca aşağının seyrine hayran olan dağcılar, inişi dört saatte tamamlıyordu.
Aslında Matterhorn’u gözüne kestiren Barrington’ın cüzdanının boşluğu, Eiger’i düşürmüştü. Eğer parası yetseydi, 157 yıl önce bu tırmanış gerçekleşmeyecek, kim bilir o başka bir dağın fatihi olarak anılacaktı. Sonradan yarış atına merak saran İrlandalı tüccar, herhangi bir dağcılık deneyimi olmamasına rağmen zirveye ulaşmıştı. Tabii bunda ona bu onuru bahşeden rehberlerin rolü büyüktü.
“Ölüm duvarı”na gelince… Onlarca insana mezar olan dağın kuzey yamacı ancak 24 Temmuz 1938’de fethedilmişti. Almanya-Avusturya ortaklığı, imkânsız gibi görüneni başarmıştı. Andreas ‘Anderl’ Heckmair, Ludwig Wörg, Heinrich Harrer ve Fritz Kasparek insanın doğaya karşı kazandığı önemli bir zafere imza atmıştı.
Tüm dünyada Eiger’in düşüşü yankılanıyordu. Naziler propaganda fırsatını kaçırmamaya çalışsa da Heckmair sadece Hitler’le tanışmakla yetiniyor, partiye üye olmuyordu. Savaş patladığında Doğu Cephesi’nin yolunu tutmuştu ölüm duvarının fatihi. Arkadaşı Wörg daha ilk gün hayatını kaybederken, o Rus ordusuyla valsinden de sıyrılmıştı. Azrail’e pes ettiğinde dalya demesine 20 ay kalmıştı, evet 98 yaşındaydı…
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane