Alem futbol der, Fassbinder fusbal.
Fassbinder izlemeye ne zaman başladığımı buraya yazmıştım. Hayatımla ilgili ne çok şey yazmışım bu siteye…1 O halde geçtiğimiz yaz olmak isteyip de olamadığım bir yerden –bir sergiden– de pekala söz edebilirim. Ve galiba buna da bir Christian Petzold alıntısıyla başlamak duruma uygun düşecek.
“Sinemaya gitmeye başladığım yıllarda iki grup vardı. Her zaman iki grup vardır: Gladbach ya da Bayern, Münih ya da Berlin… Wenders ya da Fassbinder vardı; sinema ya da tiyatro, melankoli ya da melodram.
Sonra bir gün, Liebe ist kälter als der Tod’u izledim.”2
Juliane Lorenz’in Rainer Werner Fassbinder’in mirasına pek iyi davranmadığını biliyorum. Fakat yine de geçtiğimiz yaz yolumu Berlin’deki bu sergiye düşürmeyi isterdim. Belki de bu konuda çok duyarlı olmayı üzerime vazife görmediğimden. Onun filmlerine çok daha büyük bir tutkuyla yaklaşan, “önündeki bu hayat ile ne yapacağını” kestiremediğinde yine ve yine Fassbinder’e sığınanlar var. Bu insanlar, etrafımızdalar. Ben onlardan biri sayılmam. Belki iki hafta boyunca onlardan biri olmuştum ama şu anda değilim. Frau Kell’in tavsiyesine dudak büktüğüm gibi ya da mezun olmaya hazırlanan üst dönemler ismini okulun koridorlarında Ka-ra Bas-ma İ-zo-lur ezgisiyle yankıladığında kulak tıkadığım gibi, iki haftamı doldurduğumda da yoluma sakince devam etmiştim.
Hayatıma kısa sürede bir dolu Alman girmişti. Hazırlık sınıfındayken arkadaşlarım için en büyük merak konusu, bu Almanların ailelerinin Üçüncü Reich döneminde ne yaptıklarıydı. Sevilmeyen hocalar için bu bağlamda üretilen bolca hikaye vardı tabii. İlkokuldaki hayalet, seks ve bazen de hayaletli seks içeren hikayelerin bir tık üstündeki bu ergen fantezilerine inanmak mümkün değildi ama yine de dinlemekten hoşlanırdık. Ben daha düz biriydim, tuttukları takımları merak eder ve gidip sorardım. Matematik hocası Herr Göppert, üst lig ile alt lig arasında mekik dokuyan SC Freiburg’u tutuyordu. Almanca hocası Frau Stoll, 1. FC Bayreuth’un yaşayan az sayıda taraftarından biri olmaktan gerçekten övünç duyuyor gibiydi. Bunları bir kenara not ediyordum. Sırada Fassbinder’in takımı vardı.
İzlediğim ilk filmi Die Ehe der Maria Braun’du. Filmin son sekiz dakikasında görüntüye eşlik eden spikerin sesinden Fassbinder’in futbolu sevdiğini çıkarmıştım. Bunun birçoklarına göre Alman toplumu için –eğer böyle bir şey varsa– gerçek sıfırıncı yıl ya da saate (Stunde null) denk gelen 1954’teki Macaristan maçının son sekiz dakikasının anlatımı olduğunu elbette bilmiyordum. Mikrofondaki ses, radyo spikeri Herbert Zimmermann’a aitti. Zimmermann bu anlatımıyla futbol tarihinin önemli bir parçası olacaktı ama o günlerde bundan habersiz, maç sırasında kaleci Toni Turek’i “futbol tanrısı” ilan ederek başına açtığı büyük derdi düşünüyordu. 1956-1960 aralığının Alman toplumunun tarihinde yüzleştiği en büyük ahlaki çöküntüyü imlediğini düşünen Fassbinder, BRD üçlemesinin kronolojik olarak son (çektiği ikinci) filmine de 1958 Dünya Kupası’ndaki 3-1’lik İsveç hezimetinin naklini uygun görmüştü. Aslında bunları futbolu sevdiği için yapmıyordu ama vardığım sonuçta haklı çıkmıştım, futbolu seviyordu ve bu sevginin merkezinde tüm o başkaldırıya yakıştıramadığım bir takım duruyordu: B*yern.
Berlin’deki sergide Fassbinder’in senaryo taslakları, bolca Douglas Sirk, Michael Kurtiz ve Alfred Hitchcock içeren film koleksiyonu (Video-2000 formatında saklanmış bu filmler bir rafa dizilmiş) ile birlikte deri ceketinin hemen yanına asılmış 8 numaralı bir Bayern forması da var. Sergiyi ziyaret edenler, Hanna Schygulla’nın Lili Marleen’de giydiği gümüş elbise gibi bu formayı da bir bakışta tanıyorlar. Kendilerine danışılmadan bir müzeye sokulmuş filmleri izleyip günü noktalıyorlar. Die dritte Generation için hazırlanan prodüksiyon sözleşmesine eklemek üzere not aldığı birkaç cümlenin3 yanına karaladığı listeyi fark eden deliler de var anlaşılan. 8 numaralı formanın “gerçek” sahibi Paul Breitner, bu listede de yer alıyor. Ama ilk sırada değil.
Güzel liste. Çok fazla Bayern ve çok fazla Real Madrid var ama olsun. Fassbinder’e bir özür borçluyum.
Sokaklarda milyonlarca cam parçası. Binlerce insanın ekmek tekneleri tuzla buz olmuş. Binalardan yükselen dumanlar… Simsiyah gökyüzü, Almanya’nın batmaya başladığı karanlığı gösteriyor. Girdaba sürüklenen milyonlar, mezartaşlarını bekliyor. O kırık camlar, buram buram ölüm kokuyor.
Aslında her şey 7 Kasım’da başlamıştı, en azından bazılarına göre. Paris’teki Alman Büyükelçiliği’ne gelen 17 yaşındaki Herschel Grynszpan diplomatlardan birisini görmek istemişti. Delikanlıya giden Ernst Eduard vom Rath kurşunların hedefi olmuştu.
Bu diplomatın vurulması üzerine 9 Kasım 1938 gecesi Almanya’da cadı avı başlıyordu. Sinagoglar yakılıyor, Yahudilere ait işyerleri ateşe veriliyordu. Reich’ın doğusunda da durum aynıydı. Avusturya’da da insanlar ağlıyordu. Hükümet hiçbir sorumluluk kabuk etmiyordu. Zira onlara göre halk tepkisini kusmuştu…
Resmî rakamlara bakarsanız 191 sinagog yanmış, 96 Yahudi ölmüştü. Tarihçilere göre sayılar çok daha hazindi. 1550 sinagog zarar görürken, 2500 kadar insan öldürülmüş veya intihar etmişti. 10 bin bina hasar görmüştü.
Hükümet hazırladığı bir yasayla olayların faturasını Yahudilere kesiyordu. Onlara ödenmesi gereken sigorta ücretleri bizzat onlardan alınmıştı. Kristal gece, Martin Luther’in 455. doğumgünü de olan 10’una taşıyor; toplama kamplarına 30 bin kişi götürülüyordu.
O akşam Almanya’da çakan kıvılcım, kısa sürede yangına dönüşüp tüm dünyayı büyük bir felakete sürüklemişti; o parıldayan cam kırıkları kim bilir belki de bir ırka düşmanlığın aynası gibiydi.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane