Büyükbabamın ismi David Peretz’di ve Lubartow’da yaşıyormuş. Üç çocuğu olmuş: büyüğünün ismi Esther Chaja Perec, ortancanınki Eliezer Peretz, küçüğünkiyse Icek Judko Perec. Bu üç doğum arasında, yani 1896 ile 1909 yılları arasında, Lubartow sırasıyla Rus, sonra Polonya, sonra yine Rus egemenliği altındaymış. Rusça işiten ve Lehçe yazan bir nüfus memuru, diye açıkladılar bana, Peretz işitip Perec yazmış olacak. Bunun tersi olması da mümkün; halama göre, “tz” yazanlar Ruslar, “c” yazanlar Polonyalılarmış. Bu açıklama, Yahudi kökenimin aile adından belli olmayışına bağlı olarak, taşıdığım soyadı etrafında inceden inceye kurduğum her türlü hayali yapıyı tüketmekten çok imliyor, ayrıca, soyadının imlası ile telaffuzu arasında var olan küçücük fark da bunu ortaya çıkarıyor: Pérec ya da Perrec olmalı (ve daima kendiliğinden böyle yazarlar, ya e harfi üzerinde vurgu işaretiyle ya da iki “r” ile); Perec’tir, ancak Peurec diye telaffuz edilmez.
Marie-José Pérec. 2000 yazının son günlerinde Sydney’deki havaalanına indiğinde, soyadının üzerindeki vurguyla ilgilenen yoktu. Açılış töreninde Olimpiyat ateşini yakacağı ilan edilen Cathy Freeman, ev sahibi ülkenin pistteki yegane altın ümidi olarak, dünyanın aşağıya yakınsayan yeni merkezindeydi. O güne kadar bazı yurtsever Avustralyalılar tarafından Aborjin kimliğini fazla öne çıkardığı için suçlandığı olmuştu. Ancak Oyunlar yaklaşırken birdenbire “Avustralya yerlilerine açılan kolektif bir kucak” işlevini görmeye başladı. Ve 400 metre start listesinde kıtanın biricik sevgilisini hedefinden alıkoymaya muktedir tek bir isim vardı: Marie-Jo.
“Guadeloupe Ceylanı” diyorlardı ona, uzun bacaklarıyla 400 metreyi bile neredeyse iki sprint sonunda yok etmiş hissi verdiği için. Basınla arası hiçbir zaman iyi olmamıştı ama dört sene önce Atlanta’da herkes, Fransız atletizminin yetiştirdiği en büyük şampiyonlardan birine bakmakta olduğunun farkındaydı. Tarihin ikinci 200-400 dublesinin altına imzasını attığında, hiç şüphesiz, kariyerinin zirvesindeydi.1 Fakat Atlanta-Sydney arasındaki dört yılda her şey tepetaklak oldu. Vücuduna giren Epstein-Barr virüsü nedeniyle bir süre merdivenleri inip çıkmakta dahi güçlük çekti. Sonunda geri döndüğünde ise o eski kıvılcımı kaybettiğini hissedecekti. Cesur bir karar verip, onu zirveye çıkaran Amerikalı antrenörü John Smith’i ve Kaliforniya güneşini ardında bıraktı; Rostock’a taşındı ve Wolfgang Meier’le çalışmaya başladı.
Havaalanında Pérec’i karşılayan Avustralyalı gazeteciler, bu birlikteliğe odaklanmayı yeğliyordu. Doğal olarak… Daha önce –doping imasıyla– 47.60’lık rekorunu “erişilmez” kabul ettiğini söylediği Marita Koch’un kocasıyla çalışmaya başlaması herhalde atletizm tarihinin en büyük ikiyüzlülüğü olmalıydı. Ketum Pérec, bu şaibeli seçimini savunmak adına pek çaba göstermiş de sayılmazdı. “Doğu Almanya’da doping yapıyorlardı, evet. Ama Meier’le çalışmaya başladıktan sonra emin oldum ki en iyi antrenman tekniklerini de onlar geliştirmişler” diyecekti kişisel blogunda.2 Avustralya’ya ayak bastığında onu neyin beklediğinin farkındaydı, takım arkadaşlarıyla birlikte kalmak yerine antrenörüyle şehir merkezinde bir otele yerleşti.
Basının karşısına (bugün de) çıkmadığı haberi bile manşetlik bir haberdi. Avustralyalıların atletizmin Fransız divasına taktıkları son lakap “Garbo” oldu. Görünen o ki, hiç kimse ona ulaşamıyordu. 21 Eylül gecesi, yani 400 metre yarışından bir gece önce, erkek arkadaşıyla birlikte Sydney hava sahasını terk ederken söylediğinin aksine… Aktarma yaptıkları Singapur’da bir Avustralyalı gazeteciyi hastanelik eden Anthuan Maybank’e göre, Sydney’de kaldıkları süre boyunca tehdit telefonları yüzünden sevgilisi Marie-José uyuyamaz hale gelmişti. Kendisini kurye olarak tanıtan bir Avustralyalı odalarına girip tehditler savurduğunda, yani iş fiziksel bir boyuta vardığında da ülkeyi terk etmeye karar vermişlerdi. Yaşanan buydu, en azından Pérec ve Maybank’in müşterek hikayelerine göre. Otelin güvenlik kameraları ve bilgisine danışılan üçüncü şahısların tamamı, yıllar boyu, bu hikayenin gerçekliğini tekzip edeceklerdi. İlk olarak, o dönem Pérec’in yakın arkadaşlarından Elsa Devassoigne ile evli olan Roger Black, yorumculuk yaptığı BBC yayınında –üzerindeki doping gölgesini savuşturmak gibi iyi bir niyetle– Fransız atletin ayrılmadan önce kendisine ve eşine içini döktüğünü ve yenilgi korkusuyla boy ölçüşemediği için kaçtığını itiraf ettiğini söyledi. Pérec’in büyük kaçışının ardındaki gerçeğin peşine düşenler, otele sızan davetsiz bir misafire rastlamadıkları gibi herhangi bir yasaklı maddenin izine de ulaşamadılar.
Koch’un otuz yılı deviren rekoruna en çok yaklaşan kadın –birçokları için bir stadyum pisti mesafesini en hızlı koşan “temiz” kadın– Avustralya’da, bugün bile, ilk olarak “Mademoiselle La Chicken” manşetini çağrıştırıyor.
“Spor yasaları katı yasalardır ve W’deki hayat bunları daha da ağırlaştırır. Her alanda galiplere tanınan ayrıcalıklar, mağlupların maruz bırakıldığı hakaretler, aşağılamalar, eziyetlerle neredeyse ifrat derecesinde çelişir; bunlar bazen işkence etmeye kadar varır, tıpkı, prensipte yasak olan ama statlardaki seyirci çok düşkün olduğu için Yönetimin göz yumduğu, bir serinin sonuncusuna ayakkabılarını ters giydirerek pistte koşar adım tur attırma geleneği gibi. İlk bakışta zararsız görünen bu idman, gerçekte son derece acı verir ve sonuçları (ayak parmaklarının ezilmesi, derinin su toplaması, ayak tümseğinin, topuğun, tabanın yüzeyinde yaralar açılması) kurbanın sonraki günlerinde yarışmalarda şerefli bir derece almayı ümit etmesini fiilen engeller.
Galipler kutlandıkça mağluplar cezalandırılır, sanki birilerinin mutluluğu ötekilerin mutsuzluğunun tam tersiymiş gibi. Mutat yarışlarda –klasman şampiyonaları, yerel şampiyonalar– kutlamalar zayıf, cezalar da neredeyse zararsızdır: birkaç kaba şaka, yuhalama, cemiyet oyunlarında kaybedenlere verilen cezaları geçmeyen birkaç önemsiz angarya. Ama yarışmaların önemi arttıkça, kazanmanın ya da kaybetmenin önemi de herkes için artar: Bir Olimpiyat galibine, özellikle de yarışların yarışını, yani 100 metreyi kazanacak olana uygun görülen zaferin sonucu belki de sonuncu gelecek olanın ölümü olacaktır. Bu hem öngörülemez hem de önlenemez bir sonuçtur. Eğer Tanrılar ondan yanaysa, eğer Statta kimse başparmağı aşağıya gelecek şekilde yumruğunu ona doğrultmamışsa, muhakkak hayatı kurtulacak ve sadece diğer mağluplara reva görülen cezalara maruz kalacaktır; tıpkı onlar gibi çırılçıplak soyunup değnekler ve kırbaçlar kuşanmış iki sıra Hakemin arasından koşmak zorunda kalacaktır; tıpkı onlar gibi direğe bağlanacak, sonra da boynuna ağır bir halka vurulmuş olarak köylerde dolaştırılacaktır. Ama eğer tek bir seyirci ayağa kalkıp da onu gösterirse ve korkaklara reva görülen cezaya çarptırılmasını isterse, o zaman öldürülecektir; bütün ahali onu taşa tutacak ve parçalanmış cesedi üç gün boyunca köylerde, sütunlu ana kapılardan sarkan kasap çengellerine asılmış halde, iç içe girmiş beş halkanın altında, W’nin şerefli sloganının –FORTIUS ALTIUS CITIUS– altında sergilenecek, sonra da köpeklere atılacaktır.
Böyle ölümler enderdir. Sayıca çok olsalar etkileri hiçe inebilirdi. Bu ölümler Olimpiyatların 100 metresi için geleneksel, diğer bütün dallar ve diğer bütün yarışmalar için istisnaidir. Tabii ki, bütün umutlarını bir Atlete bağlamış statlardaki seyircinin onun performansının vasatlığından hayal kırıklığına uğrayıp, genellikle onu çakıl taşı yağmuruna tuttuğu veya kömür dışığı, çelik döküntüsü, şişe altı gibi bazıları çok tehlikeli olabilecek çeşitli nesneler fırlatarak üzerine saldırdığı görülebilir. Ama çoğu zaman, Organizatörler bu tür şiddetli yollara karşı çıkarlar ve tehdit edilen Atletlerin hayatını korumak için müdahale ederler.”3
“Şurası açık ki, W’deki spor hayatının temel örgütlenmesinin (bu örgütlenmeye ilişkin en basit örnekleri verecek olursak, köylerin varlığı, takımların oluşumu, eleme yöntemleri) biricik amacı rekabeti kızıştırmak, ya da, böylesi kulağa daha hoş gelirse, zaferi yüceltmektir. Bu açıdan, denebilir ki, W ile rekabete girebilecek hiçbir insan toplumu yoktur. Burada yasa struggle for life esasına dayanır; dahası mücadele o kadar önemli değildir, W erkeklerine hayat veren şey Spor için Spor aşkı, başarı için başarı aşkı değil, zafer susuzluğu, ne pahasına olursa olsun zaferdir. Statlardaki seyirci bir Atletin kaybetmiş olmasını asla bağışlamaz ama galiplerden de alkışlarını esirgemez. Galipler çok yaşasın! Mağlupların vay haline! Bir köyün yurttaşı olan profesyonel bir sporcu için zafer, olası tek çıkış, tek şanstır. Her düzeyde zafer: kendi takımı içinde, diğer köylerle karşılaşmalarda, son olarak da ve özellikle Oyunlarda.
W toplumunun diğer ahlaki değerleri gibi, zaferin bu yüceltilişi de günlük hayatta somut ifadesini bulur: Muzaffer Atletler şerefine muazzam törenler verilir. Doğru, galipler her yerde kutlanır, podyuma çıkarlar, milli marşları çalınır, madalyalar takılır, heykelcikler, kupalar, beratlar, taçlar verilir, doğdukları şehirde şeref yurttaşı payesi, hükümetleri tarafından nişanlar verilir. Ama bu kutlamalar ve onurlar, W Ulusunun kendine layık olanlara yaptıkları ve verdikleri yanında hiç kalır. Her akşam, gün içinde yapılan yarışmalar ne olursa olsun, her serinin ilk üçü, podyuma çıktıktan sonra, kalabalık tarafından uzun uzun alkışlandıktan sonra, kalabalık onlara çiçekler, konfetiler, mendiller attıktan sonra, resmi hattatların elinden başarılarını ölümsüzleştiren armalı beratı aldıktan sonra, köylerinin sancağını olimpiyat direklerinin tepesine çekme şerefli ayrıcalığını elde ettikten sonra, önlerinde meşale taşıyıcılar ve bayrak taşıyıcılar, güvercin uçurucular ve bando takımları olmak üzere, ana stadyumda kendileri için görkemle ve cömertçe hazırlanmış geleneksel davetin verileceği büyük salonlara kadar götürülürler. Eşofmanlarını çıkarırlar, muhteşem bir kostüm seçmeye davet edilirler, işlemeli bir giysi, şeritleri ışıldayan bir pelerin, nişanlarla süslü parlak renkli bir üniforma, bir frak, göğsü, yakası ve kolları dantelden bir cepken. Huzurlarına çıkarıldıkları Görevliler, onları kutlayarak kadehlerini onların sağlığına kaldırırlar. Şereflerine kadehlerin kaldırıldığı, konuşmaların yapıldığı ve içkilerin yere saçıldığı coşkulu bir sele kapılırlar. Şölen çoğu zaman gün ağarıncaya kadar sürer. Onlara en leziz yemekler, en başa vuran şaraplar, en nefis soğuk etler, en ağızda eriyen tatlılar, en sarhoş edici alkoller sunulur.
Büyük Oyunlar sırasında kutlanan şenlikler elbette ki klasman şampiyonalarının veya yerel şampiyonaların galipleri için verilen şenliklerden daha büyük ve şaşaalıdır. Ama bu fark, ne kadar belirgin olursa olsun, W’de geçerli olan değerler sistemini anlatmaya yetmez. Buna karşılık, çok daha anlamlı olan, hatta W toplumunun en özgün özelliklerinden birini oluşturan şey, mağlupların bu şenliklerden dışlanmaları değil –bu adil bir davranıştır– akşam yemeğinden düpedüz mahrum bırakılmalarıdır. Aslında şurası açık ki, eğer hem galiplere hem mağluplara yiyecek verilseydi, galiplerin tek ayrıcalığı, gündelik bir yemek yerine daha nitelikli yiyecek, bir bayram yemeği elde etmeleri olurdu. Organizatörler, haklı olarak, belki bunun Atletlere yüksek düzeydeki rekabetler için gerekli mücadeleciliği vermeye yetmeyeceğini düşündüler. Bir Atletin kazanması için, öncelikle kazanmayı istemesi şarttır. Atletin kişisel şan kaygısı, isim yapma arzusu, ulusal gururu, güçlü itici güçlerdir kuşkusuz. Ancak, en hayati anda, insanın elinden gelenin en iyisini yapması gerektiği sırada, gücünün ötesine geçmesi ve zafere ulaşmasını sağlayacak enerjiyi son bir hamleden alması gerektiği anda, o sırada kazanılması söz konusu olan şeyin temel bir hayatta kalma mekanizmasına, neredeyse içgüdüsel hale gelmiş bir savunma refleksine bağlı olması yararsız değildir. Atletin zaferinin ucunda elinde tuttuğu şey, en güçlü olmanın itibarından –bu ister istemez geçerlidir– daha fazlasıdır, sırf bu fazladan yemeği elde etmekle daha iyi bir fiziksel kondisyona sahip olma garantisidir, daha iyi bir beslenme dengesine ve dolayısıyla daha iyi bir forma sahip olmanın kesin inancıdır.”1
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane