11 Ocak 1886’da başlayan dünyanın ilk resmî satranç şampiyonasında Wilhelm Steinitz, daha önce de karşılaştığı Johannes Zukertort ile Amerika’da buluşmuştu. Modern satrancın Prag doğumlu babası, körlemenin ilahlarından olan rakibini 10-5 devirerek adını tarihe yazdırmıştı.
New York’ta başlayan turnuva, sonradan önce St. Louis’e, ardından New Orleans’a taşınıyordu. Cazın başkentinde Steinitz güneş gibi parlarken, Zukertort kararıyordu. Aslında çok ciddi kalp sorunları olan Polonya asıllı Alman satranççı, harika başladığı şampiyonanın temposuna dayanamamış; arka arkaya aldığı yenilgilerle dağılmıştı.
29 Mart 1886’da tarihin ilk dünya şampiyonu olan taçlanan Steinitz, sekiz sene koruduğu unvanını 1894’te tacını 64 karenin ilk ilahı Emanuel Lasker’e kaptırırken, Zukertort 1888’de son nefesini vermişti. Tahmin edilebileceği gibi satranç masasından kalktıktan hemen sonra…
Fotis Katsikaris’in geçtiğimiz yıl ACB’deki final serisinden önce El Pais’e verdiği röportajdan:
“Avrupa’da iyi tanınan, harika taraftarları olan büyük bir takımda çalıştım. Şu an Bilbao’da yaşadıklarım ise beni şaşırtmakta. Ne AEK’te ne de Maccabi gibi tüm taraftarların molada bile ayakta olduğu büyük bir kulüpte bile görmediğim bir fark var burada. Sanki bize gerekirse, bizler Jackson, Mumbru, Blums olacağız demeye çalışıyorlar. Real Madrid’le oynadığımız son yarı final serisi maçını hatırlıyorum da Mumbru geldi ve bana artık nefes alamadığını söyledi. Taraftarların sevgisi ve tezahüratı neticesinde tekrar kendinde sahaya dönecek gücü buldu, aynı taraftarların düşündüğü gibi ‘Bu fırsatın elimizden kaçmasına izin veremem’.”
Geçen sene bugünlerde Houston’daki NCAA dörtlü finali için geri sayım yaparken Büyük Dans aslında son saniye basketleri, Cinderella hikayeleri ve -Louisville’in Kenneth Faried ve tayfasına kaybettiği ilk tur mücadelesini de içeren- büyük hayal kırıklıklarıyla en iyi figürlerini harcamışa benziyordu. Butler’ın hikayesi 2010’daki kadar şatafatlı değildi, VCU’nun tavanına ulaştığı açıktı. Kentucky ise planladığından bir sene önce Final Four görmüştü ve sonuç ne olursa olsun John Calipari kampüste kral gibi karşılanacaktı. Manşetleri hala Kembamania fenomeni süslüyordu ama Big East turnuvasından bu yana ziyadesiyle bayatlamıştı. Gerçekten de vadettiğinden fazlasını vermeyen bir hafta sonu ve tarihin en çirkin finallerinden biriydi bizi bekleyen.
Bu sene New Orleans’a giden yol ise daha farklı seyredemezdi. Belleklerdeki tüm kalıntılar son saniyelerdeki sakar kahramanlık çabalarına ait. Erken gelen gece yarısında kaybolan birkaç Külkedisi çoktan unutuldu. Neyse ki önümüzde duran menü esaslı bir ziyafetin habercisi ve ağızlardaki buruk tatla birkaç gün daha dolaşmayı kimse dert etmiyor. Ohio State-Kansas eşleşmesi, ülkenin en dominant iki uzununun nihayet er meydanına çıkacağını müjdeliyor. Son yıllardaki geleneğin bir parçası olarak yine en yetenekli çocukları kadrosunda barındıran Kentucky de burada ve ağır favori. Yeteneğin emekle alt edildiğini defaatle gördüğümüz bir sahnede, ülkenin en sert takımlarından Louisville’e rakip olmak her takım için rahatsız edici olurdu. Calipari’nin ve Lexington kampüsünün, Cumartesi gecesi onları bekleyen rakip için sakladıkları kelime ise muhtemelen ‘rahatsız edici’ değil.
Yeni bir rekabet dosyasına girişmek için erken, çok şükür ki YouTube var. Mavi çayırların kralı olmak için savaşacak iki takımın hikayesini sezon başında Adam Lefkoe belgeselleştirmişti. “Denny Crum is not walking through that door.”
Büyük Dans’ın Arizona’da oynanan Güney bölgesi yarı finallerinden sürpriz bir sonuç çıktı. Bölgenin 2 numarası Missouri, oyununu hücum üzerine temellendiren birçok iyi takımın bu mevsimdeki kaderini paylaşarak henüz ilk turda eve döndü. Tom Izzo’nun limitlerine kadar zorladığı 1 numara Michigan State ise beni pek de şaşırtmadı ve kısalarının tartışmalı tercihleri sonrasında Elite Eight göremeden macerasını noktaladı. Başta Jae Crowder olmak üzere, ısıran savunmacılarıyla herkesi etkileyen Marquette de aynı noktada yolun sonunu gördü. Böylelikle dünya üzerinde yalnızca Kubilay Kahveci’nin öngördüğü finalle karşı karşıya kaldık: (4) Louisville ile (7) Florida, Final Four için kapışacak.
“Hayatımıza giren hayatların sayısı hesap edilemez.”
John Berger’ın bu cümlesi herkes için doğruluk arz ediyorsa da, sekiz senelik NBA macerasını bir kenara koyarsak, son kırk senesini kolej basketbolu ikliminde geçiren Rick Pitino için biraz daha doğru gibi. Louisville’den önceki takımı Kentucky ve hiç hazzetmediği John Calipari ile bir Final Four randevusu ayarlamadan önce1 geçmesi gereken son engelde, eski oyuncusu ve asistanı Billy Donovan’la karşı karşıya gelecek. Donovan koçluk kariyerine Kentucky’de Pitino’nun asistanı olarak başladı ve bugün geldiği noktayı Pitino’ya borçlu olduğunu her zaman ifade ediyor. Fakat sıradan bir usta-çırak ilişkisi değil onlarınki. Birçok konuda tasvip etmeyebilirsiniz ama Pitino’nun tartışmasız olarak iyi yaptığı tek şey, hikaye anlatmak sanırım. Sözü ona bırakayım:
“Esasen o sıralar herkesle görüşüyordum. Providence’taki işi henüz almıştım ve tüm oyuncularla bire bir olarak görüşmeyi planlıyordum.
İşin benim açımdan kötü yanı, bir sene önceki takımdan hiç kimsenin mezun olmamasıydı. On oyuncu yeni sezon için geri dönüyordu, ama doğruyu söylemek gerekirse bir tanesi bile iyi değildi. Öyle bir ortamda tek dileğim, birilerinin gelip transfer olmak istediğini söylemesiydi.
İlk görüşmemdi. Genç bir adam kapıdan bodoslama içeri girdi. Onu bir yerden tanıyordum. Evet, Billy ile Five Star kampında birlikte çalışmıştık. Ama o günden beri çok kilo almıştı. Daha oturmadan “Transfer olmak istiyorum” dedi. Nereye? “Northeastern ya da Fairfield” diye cevap verdi. “Tamam Billy, ben Jim Calhoun ve Terry O’Connor’ı arayıp konuşurum” dedim. Diğer oyuncuları da görmek istiyordum. Kapıdan çıktığı gibi bir ‘Hail Mary’ çektim ve Tanrı’ya şükrettim. Zira ilk iki senesinde ortalama 4 dakika oynamış önemsiz bir parçaydı ve kadroda fazladan bir yer açılacaktı.
Söz verdiğim üzere iki koçu da aradım. Jim o dönem Northeastern’ı çalıştırıyordu, “Senin için elimde çok iyi bir Big East guardı var ve transfer olmak istiyor” dedim. Kim olduğunu sordu. Billy’nin adını duyunca iç çekti, “Benim takımımda oynayamaz Rick, hem çok yavaş hem de şutu yeteri kadar iyi değil” dedi.
Terry’yi aradım, o da lafı fazla uzatmadı: “Bizde daha iyi guardlar var, belki de en başta Providence’a gitmekle hata etti.”
Bu sırada diğer oyuncularla da görüştüm ve takımın tümü üzerime kalmıştı. Billy bir gün tekrar odama geldi. İyi bir çocuktu ve duygularını incitmek istemiyordum. “Koç, hangi okul beni daha çok istiyor” diye sordu. “Şimdi bunu boşverelim Billy, ikisi de seninle çok ilgilendiler. Bunca kiloyu nasıl aldın, bana onu söyle” dedim. “İdmansızlık,” dedi, “Joe Mullaney’nin sisteminde en iyi on oyuncudan biri değilsen, kenarda oturursun.”
“Beni dinle Billy. Bu sene koşacağız, tam saha pres yapacağız. Her maçta 10 ya da 11 oyuncu kullanacağım. Ama senden 15 kilo vermeni istiyorum. 90 kilosun, 75 olacaksın” dedim. Antrenman çizelgesini verdim, yapmasını istediğim çalışmaları anlatıp gönderdim. İşçi Bayramı’nda geldiğinde bütün o kiloları atmıştı, sezona hazır gözüküyordu.
O sezon takımın üçüncü guardıydı ama süre alıp önemli katkı veriyordu. Son senesinde ise… Ben 35 yıllık hayatımda kendisini geliştirmek için böylesine çalışan başka birini görmemiştim, karşılığını da alıyordu.
Sezon başlamadan hemen önce onu bir stüdyoya soktuk, kafasına bir kovboy şapkası geçirdik. Mahmuzlar, çizmeler… Sene başında dağıtılan okul dergisinin kapağına o resmi koydular: “BILLY, THE KID, THE FASTEST GUN IN THE BIG EAST!”2 Kolej efsanesi olma yolunda ilk adımı atmıştı. O sezon maç başına 20.6 sayıyla takımı Final Four’a taşıdı ve bölgenin en iyi oyuncusu seçildi.”
Alp Disiplini Dünya Kupası’nda sezon, kadınlarda Lindsey Vonn, erkeklerde ise Marcel Hirscher’in şampiyonluğuyla son buldu. Hava şartlarının pek çok yarışı etkilediği, geçenkini aratan bu sezonda, en önemli olaylardan biri erkeklerde Didier Cuche’ün, kadınlarda ise Anja Paerson’un kariyerlerini son vermesiydi. Hız kategorilerinin korkusuz ve en heyecan verici isimlerinden İsviçreli Cuche, Schladming’de akılda kalacak bir jübile gerçekleştirdi. Eskiyi yad eden kıyafeti ve teçhizatıyla kendini yamaçtan aşağıya bırakan efsane, pistlere son imzasını da attı ve hakettiği gibi omuzlarda uğurlandı. Sonrasında geçilen yarışta, diğer kayakçılar, turlarının ardından Cuche’ün kayağıyla yaptığı helicopter hareketini tekrarlayıp, 37 yaşındaki tecrübeye saygılarını iletti. Cuche’ün karakterini, bir dwarf’unki gibi yıkılmaz duruşunu ve cesur atlayışlarını gelecek sezonlarda arayacağız. Özellikle çıkış kapısında belirdiğindeki heyecanı…
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane