Büyüleyici hitabet gücüyle başına geçtiği ülkeyi büyük bir felakete sürükleyen lider, 30 Nisan 1945’te intihar etmişti. Uzun bir radyo programıyla Alman ulusu adeta olaya hazırlanmıştı.
Arka arkaya çalan eserleri, önemli bir anonsun yapılacağı duyurusu kovalıyordu. Derken Führer’in en sevdiği beste olan Anton Bruckner’in Yedinci Senfoni’sinin ikinci bölümü çalmaya başlıyordu; dönemin en büyük orkestra şefi Furtwängler’in yorumuyla…
Müzik susuyor, Hitler’in vasiyetinde devlet başkanı olarak tayin ettiği Amiral Carl Dönitz, milyonlarca canın sorumlusu olan diktatörün öldüğünü duyuruyordu… Ardından da çalan Horst Wessel Lied belki de son kez radyoda çalıyor, karanlık dönem kapanıyordu.
Tam 32 yıl önce Los Angeles’tan gelen bir haber ajanslara bomba gibi düşmüştü. Sinema tarihinin en ünlü figüranı dünyadan kayıp gitmişti. Birçok filmde kısacık görünen hafif toplu, seyrek saçlı tıknaz adam ölmüştü.
İngiltere’de 1899 yılında doğan Alfred Hitchcock, 1920’lerde başladığı yönetmenlik serüveninde birçok şahesere imza atmıştı. Sapık’ta Norman Bates karakteri hepimizin kâbusuydu; Kuşlar sayesinde ise güvercinlerden bile ürker olmuştuk. Arka Pencere’de kim bilir başkalarını röntgenlerken kendi ilişkilerimizi sorguluyor; Tehlikeli Adam’ı izledikten sonra Que Sera Sera diye şarkı söylüyorduk.
Hâlâ filmlerinde ne zaman görünecek diye bekliyoruz…
Hayatım boyunca, “2003” dendiğinde aklıma gelen ilk şey LeBron James ve Carmelo Anthony’nin liderliğindeki çaylak sınıfı olacak. Baştan sona her alanda süren rekabetleri en heyecanlandığım NBA sezonlarından birini yaşatmıştı bana. Pivot dergisindeki köşesinde her ay çaylak sınıfını yazan Ali Umut Yorulmaz’ın da bunda payı vardı hiç kuşkusuz.
İkilinin rekabeti artık eskisi kadar göz önünde değil. Geçen yıllarda LeBron süperstar statüsünü sağlamlaştırırken, Carmelo’nun yalpaladığı anlar oldu. İkisinin saha dışındaki bazı tercihleri kariyerlerine leke olarak geçti, geçmeye de devam ediyor. Fakat karşılaştıkları her maç -gazozuna bile olsa- izleyen herkese zevk verdi, veriyor. Ve üzerinden bugün 10 sene geçen lise düelloları hiç unutulmadı. O maçın hikayesi burada!
Derrick Rose ile Evan Turner’ın rekabeti ise manşetlerde bugüne kadar fazla rastlamadığım türden bir rekabetti. Hatta lisedeki düellolarını bilmeyen, sadece bugünkü oyunlarına, geldikleri noktaya bakarak konuşanlar için epey şaşırtıcı. Fakat bir zamanlar Turner, Rose’dan çok daha iyi oyuncu olduğu fikrindeymiş. Bugün belki hâlâ öyle düşünüyor, belki hâlâ potansiyelinin yüksek olduğuna inanıyor. O rekabetin hikayesi de burada!
Doğu Konferansı ilk tur eşleşmeleri, sandıklardan bu iki rekabeti çıkardı. “Tesadüf” kelimesinin anlamsız kaldığı yerler var…
Dünya futbol tarihinin en güzel sarışınıydı. Adeta bir baletti; zarafetiyle de büyülemişti. Onun adı güzel futbol demekti, daha Ajax’tayken markası ölümsüzleşmişti.
Stephen Daldry… Billy Elliott’tan The Hours’a, The Reader’dan Extremely Loud and Incredibly Close’a birçok harika filme imza atan İngiliz yönetmenin beyazperdedeki ilk çalışmasıdır Eight. Sekiz yaşındaki Liverpool taraftarı Jonathan, gözleri yaşartır. Madem günlerden Hillsborough…
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane