Skip to content

Temmuz 4, 2012

Garbo

Jorge Garbajosa ile ilgili anılarım pek iç açıcı değil. Dünyanın en antipatik takımı olma konusunda kolay kolay kimsenin eline su dökemeyeceği İspanya milli takımının oyunu kadar, iticiliğiyle de önde gelen isimlerinden biri olmasının yanında, Japonya’da Coach K ve adamlarına haddini bildiren Yunanistan’ı finalde yıkan adam olması ya da 2003 Final-Four’unun sempatik takımı Montepaschi Siena’ya karşı neden bir tane bile faul kaçırmayıp, tarihi bir geri dönüş hikayesine izin vermediği gibi ayrı ayrı kötü anılarım mevcut kendisiyle. Takımların optimizasyonlarına dair hikayelere çok daha sık rastlasak da bir oyuncunun etkileyici olmaktan uzak yeteneklerine rağmen, elindeki malzemeyi nasıl bu kadar iyi kullanıp, nasıl bu kadar üst seviye bir performans gösterebildiğine pek az şahit oluruz. Toronto’daki sakatlığından sonra işler onun için eskisi gibi olmadı zira “İspanya’da çocuklar, Barcelona veya Real Madrid formasını giymeyi hayal ederler ama benim hayalim sadece milli takımda oynamaktı” diyen biri olarak ülkesindeki Avrupa Şampiyonası’nda forma giymek için kariyerini riske etti. O eskisi gibi olmadığından beri İspanya da eskisi gibi değil sahada. Özel takımların kilit parçası olduğu gibi, özel bir adam olduğu da tartışılmaz.

Temmuz 3, 2012

Pür Blur

Parklife politik bir albümdü ve bunu kimse anlamadı. Yani, Damon Albarn söyleyene kadar. Girls and Boys, eleştirel bir şarkıydı ve bunu da pek çok kişi anlamadı. Hatta diskolarda o yazın en popüler şarkılarından biri oldu. O zamanlar köpüklü gece kulüpleri yoktu, belki de vardı, ben küçüktüm, “Beş parasızdım ve kadın çok güzeldi”. Yani bilmiyorum.

Blur, yeni şarkılarını Londra’da bir çatı katında tanıttı. İki şarkı. Kimse grubun geleceğini bilmiyor. Üyeleri bile. Yine de The Puritan’ı dinlerken bir şeylerin rayına oturduğunu anlıyorsunuz. 2003’te ayrılmadan önce son kez Battery in Your Leg’e imzasını atan Graham Coxon’un gerçekten geri döndüğünü fark ediyorsunuz.

Roll dergisi, kapanış sebeplerinden biri olarak söyleyecek sözü olan müzisyenlerin günümüzdeki azlığından yakınmıştı. Gereğinden fazla “haysiyetli sanatçı” arayışının onları dönüp dolaşıp aynı yere götürmesi de nedenlerden biriydi belki de. Eğer gerçekten aradığınız buysa işte Blur ve söyledikleri birkaç söz:

Bir zamanlar Yazıhane’de: Blur: 15 Senede Bir

Temmuz 2, 2012

Lukas Rosol ve The String Theory

Geçen hafta içinde Wimbledon’da hayallerindeki maçı oynayarak Rafael Nadal’ı ikinci turda devre dışı bırakan bir Çek ile tanıştık. Tenise ilgimi günden güne kaybediyor gibiyim. Bunu fark ettiğim anlarda, o gece yatmadan bir David Foster Wallace denemesi okumayı ödev ediniyorum. Zira birçok konu gibi, tenis adındaki oyun hakkında da en iyi denemelerden birkaçı ona ait. 1996’da Esquire için yazdığı The String Theory, bugünün tenis yazarlarının birçoğu tarafından ‘hayat değiştiren bir tecrübe’ olarak anılıyor.1 Belki bir seferlik bir mucizeye imza atmış bu Çek sayesinde, İsviçre vatandaşlığına geçmiş bir başka Çek üzerinden, daha doğrusu Wallace’ın o Çek’i anlatış biçimi üzerinden tenisi sevmek için yepyeni bir perspektif kazanıyorum.


“Bununla birlikte ana tablo oyuncularının bile büyük bir çoğunluğu müphem ve bilinmeyen isimlerdir. Bu isimlerden biri Jakob Hlasek, bu sabah Stade Jarry’ye geldiğimde antrenman kortlarından birinde Marc Rosset ile çalışırken gördüğüm bir Çek. Onları fark ediyorum ve izlemek için kortun kenarına gidiyorum. Hlasek ve Rosset o kadar görülmeye değer bir şey yapıyorlar ki, tek sebebi bu – o anda ikisinin de kim olduğuyla ilgili hiçbir fikrim yok. Arka çizgiye groundstroke çalışıyorlar –Rosset’nin forehand’ine karşılık, Hlasek’in backhand’i– her top şakül çizgisini takip edercesine düz ve köşeye santimetrelerle ifade edilecek bir uzaklıkta seyrediyor. Oyuncular yoğunlaştırılmış bir kayıtsızlık içerisinde hareket ediyorlar, profesyonellerin çalışmalarını izledikçe fark etmeye başladığım bir karakteristik bu: İzlerini gördüğünüz şey, birinci vitesteki çok güçlü bir motor. Jakob Hlasek, 1.88 boyunda ve bir halfback kadar yapılı. Kısa ve kare şeklinde bir Doğu Avrupa stiliyle kesilmiş sarı saçları, bunu tamamlayan donuk gözleri ve belirgin elmacık kemikleri var: Nazilere mensup bir erkek mankeni veya cehennemdeki bir cankurtaranı andırıyor ve genel olarak konuşmayı denemeyi dahi göze alamayacağınız kadar korkutucu gözüküyor. Lendl’ı andıran bir tek el backhand’i var  ve onu antrenman yaparken izlemek, harika bir ressamı eskiz çizerken izlemek gibi. Göz kırpmam gerektiğini kendime hatırlatıp durmak zorunda kalıyorum. Birinin harika bir oyuncu olduğunu söylemenin milyonlarca küçük yolu vardır – duruşundaki detaylar, topu yerden alırken raketinin kafasıyla sektirişindeki detaylar, topu karşılamayı beklerken raketi istemsizce döndürüşündeki detaylar. Hlasek düz gri bir tişört giyiyor ve ayağında bembeyaz Avrupalı ayakkabıları var. Kuşluk vaktindeyiz ve hava sıcaklığı şimdiden en az 30 dereceyi görmüş durumda. Ve o terlemiyor. Hlasek 1983 yılında profesyonel olmuş, altı yıl sonra ilk ondaki ilk sezonunu geçirmiş ve son birkaç yıldır da altmışıncı ve yetmişinci basamaklar arasında mekik dokuyor, tüm turnuvaların ana tablosuna doğrudan giriyor ve genelde ilk bir iki turda kaybedip eleniyor. Hlasek’i antrenman yaparken izlemek, muhtemelen bu profesyonellerin ne kadar iyi olduğu gerçeğini yüzüme vuran ilk tecrübeydi. Zira sadece vakit öldürürken izlediğim Hlasek, gördüğüm en etkileyici tenis oyuncusuydu.2 Bunu okuyanlar içinde Jakob Hlasek’i daha önce duymuş birileri olması beni şaşırtır. Televizyonun Grand Slam finalleri ve dünyanın tepedeki beşlisi hakkındaki saplantısının çarpık standartları sayesinde Hlasek yalnızca nal toplayan bir eşek. Ama geçen yıl turda 300 bin dolar kazandı (bu sadece ödüllerin toplamı, gösteri maçlarından ve sponsorluk anlaşmalarından gelen para dahil değil) ve kariyeri boyunca 4 milyondan fazla kazandı. Ayrıca anlaşılan o ki, bir süreliğine Monte Carlo’da yaşamış; vergi problemlerinden muzdarip birçok Avrupalının yaptığı gibi.”


Tamamını okumak için buraya yönlenebilirsiniz. Yazık ki, 2008’in 12 Eylül gecesinden beri yapabileceğimiz en iyi şey bu oluyor. O denemesini böyle sunuyordu DFW: “İnsanoğlu tüm zekasını ve atletizmini, sarıya çalan bir topu rakibinin ulaşamayacağı bir yere gönderme amacına odaklarsa ne olur? Tenisin fiziği ve metafiziğiyle ilgili obsesif bir araştırma.”

  1. Tıpkı 1989’da Harper’s Magazine için yazdığı, kendi çocukluğuna dair tenis anılarını içeren Tennis, Trigonometry, Tornadoes ve The New York Times’da çıkan Roger Federer güzellemesi Federer as Religious Experience gibi. []
  2. Joyce daha da etkileyiciydi ama onu henüz izlememiştim. Ve Enqvist de Joyce’tan daha etkileyiciydi. Ve Agassi de Enqvist’ten daha etkileyiciydi. Haftanın sonunda, [On Emir’deki] Charlton Heston’ın Sina Dağı’ndan inerken nasıl böylesine bitap ve silik gözüktüğünü anlayabiliyordum: Bir noktayı geçtikten sonra etkileyicilik, ruhu aşındırıcı bir hal alıyor. []

Haziran 26, 2012

Tarihte Donmak

26 Haziran 1956’da bir araba Philadelphia’dan Chicago’ya doğru yola çıkmıştı. Arabayı piyanist Richie Powell’ın karısı Nancy kullanıyordu. Yağmurlu o akşam, üç insana mezar olmuştu. Powell çifti dışında, arkasından sayısız ustanın ağıt yakacağı trompetin harika, cazın efendi çocuğu Clifford Brown 25 yaşındayken tarihte donmuştu. Benny Golson, ardından ağıtı yakıyordu…

Dizzy Gillespie’nin el verdiği delikanlı, kısa sürede piyasa en çok aranan trompetçilerden biri olmuştu. Melodik doğaçlamalarıyla benim diyen Brown, cazın uyuşturucuyla anıldığı günlerde, Yeşilaycıların gözdesiydi. Tertemizdi; bırakın eroini, alkol bile sevmiyordu. Art Blakey’den transfer olduğu Max Roach ile harika bir beşlinin parçası olan Brownie, bir Haziran günü ayrılmıştı dünyadan; ikinci evlilik yıldönümünde, karısının doğduğu günde.

Lyon’da yağmur yağmıyordu 26 Haziran 2003’te. Sıcacık bir gündü. O güneş bir futbol maçında kararacaktı. Konfederasyon Kupası yarı finalinde Kamerun ile Kolombiya kozlarını paylaşıyordu. Güzel bir maç oynanıyordu ta ki 72. dakikaya kadar… Afrikalı bir futbolcu, milyonlarca izleyicinin gözlerinin önünde yere yığılmıştı. Ölüm kokan gözleri hafızalara kazınırken, korkulan açıklama birazdan geliyordu, Marc-Vivien Foé 28 yaşında ölmüştü.

Devlet töreniyle toprağa verilen orta saha oyuncusu aradan geçen dokuz yıla rağmen unutulmuyor.

Onun kaybından beri FIFA’nın, modern zamanların milyonlar kazanan kölelerinin dünyasında bazı şeyleri düzeltmeye çalışıyor olması belki de vicdan azabını yansıtıyor. Yine de giden gelmiyor.

Haziran 24, 2012

Asfaltı İlk Ağlatan

“En iyi olmak için her zaman çabalamalısınız fakat asla en iyi olduğunuza inanmamalısınız.”

Şüphesiz altına imza atılabilecek bu sözün sahibi Juan Manuel Fangio, bundan tam 101 yıl önce doğmuştu. Otomobil tamircisinin çırağıydı 13’ünde. Delikanlı arabalarla yatıp kalkmaya, onları solumaya başlamıştı.

Yirmili yaşlarında yarış pistlerinde boy gösteren Fangio, ancak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’ya ayak basıyordu. 1950’de girdiği Formula 1’de, ertesi yıl şampiyonluğa ulaştığında 40 yaşındaydı. Beş sezonu zirvede kapatan maestro, son kez zafere ulaştığında 46 yaşındaydı.

Rekorlarına gelince… %46.1 galibiyet oranı, %55.8 pol pozisyonu oranı, %92.3 ilk çizgiden başlama oranı, dört ayrı takımla dünya şampiyonluğu, en yaşlı dünya şampiyonluğu hâlâ kırılmayı bekliyor. Büyük usta Valencia’da damalı bayrağın dalgalandırılacağı günde gani gani rahmet istiyor.

Pistlerin belki de en iyisini unutulmaz bir gösteriyle anmalı, 66’sında nasıl arabaya hükmettiğini dikkatla bakmalı…