İngilizler Andy Murray’nin oynadığı tekler Wimbledon finaliyle 76 yıl sonra Britanyalı bir tek erkekler şampiyonunu alkışlamak için umutsuz bir hevesle beklerken bir başka Britanyalı çift erkekler şampiyonluğunu ülkesine getirmenin sevincini yaşıyordu.
Tenisle ilgilenen ortalama bir kişiye Wimbledon öncesi “bundan sonra bir Grand Slam kazanacak ilk Danimarkalı kim olabilir” diye sorulsa büyük olasılıkla hepsi –düşüşteki formuna rağmen- Caroline Wozniacki derdi. Ama tarih yazan Britanyalı’nın partneri, dedesinin izinden giden başka bir Danimarkalı, bütün bu beklentileri boşa çıkarmıştı.
Pek çok açıdan unutulmayacak bir Wimbledon turnuvası geride kalırken, en beklenmedik şampiyonlar kuşkusuz çift erkeklerde zafere ulaşan İngiliz Jonathan Marray ile Danimarkalı Frederik Nielsen çiftiydi. Bu şampiyonluk pek çok ilki beraberinde getirdi. İlk kez wildcard’la katılan bir çift, Wimbledon’da şampiyonluğa ulaştı. Büyük Britanya –ilginç bir tesadüf eseri- yine 76 yıl aradan sonra çift erkeklerde şampiyon çıkarırken, Danimarka da 55 yıl sonra herhangi bir GS’nin herhangi bir kategorisinde gelen şampiyonluğun gururunu yaşıyordu. Tesadüflerin en büyüğü, son GS şampiyonu Danimarkalı’nın, geçen yıl vefat eden Kurt Nielsen, yani Frederik’in büyük babası olmasıydı herhalde.
Kupaya giden yolda 4 tane seribaşı ve birbirini iyi tanıyan ekipleri geçerlerken, birlikte 11 Grand Slam şampiyonluğuna ulaşan Bryan kardeşler de kurbanları arasındaydı. Buna karşın Marray-Nielsen ikilisi yeni partner olmuşlar ve birlikte sadece 3 turnuvaya katılmışlardı. Hatta turnuva öncesinde Marray’nin yanında kimin olacağı son anlara kadar belli değildi. Kanadalı Adil Shamasdin’le katılmak üzereyken, puanlarının yetmemesi üzerine wildcard beklemek durumunda kaldı ve son birkaç haftada birlikte oynayıp Nottingham Challenger’da finale çıktığı Nielsen’e teklif götürdü.
Yalnızca birlikte fazla oynamamaları değil, geçmiş dereceleri de bu başarılarının beklentilerin ne kadar ötesine geçtiklerini kanıtlıyor. Ne birlikte, ne de başka bir partnerle hiçbir ATP turnuvası kazanamayan, sadece Challenger’larda çiftler şampiyonlukları yaşamış bir ikili, daha önce biri 74, diğeri 91 numaradan yukarı çıkamamış bir ikili, şimdi ATP sezon sonu turnuvasına katılma şansına sahip oldu. Geçmiş Grand Slam’lerde Marray’in istisnasız her yıl Wimbledon’dan wildcard alması sayesinde 10 yıldır katılıp çoğunlukla 1. turda elendiğini, Nielsen’inse daha önce yalnızca 1 defa GS ana tablosuna kaldığını söylemek gerekiyor. Bu şampiyonluk sonrası çiftlerde dünya sıralamasında Marray 76 numaradan 21 numaraya, Nielsen ise 111’den 24’e yükseldi.
Bir daha benzer bir başarıyı hiçbir zaman tekrarlayamama olasılıkları yüksek olsa da, bu mütevazı, Nielsen’in deyimiyle “pretty mediocre” (son derece vasat) ikili isimlerini tenis tarihine geçirmeyi çoktan başardı diyebiliriz. Sadece tenis tarihi değil, tüm spor tarihinde görülmüş en kayda değer underdog hikayelerinden birine de imza attıkları açıkça ortada.
14 Temmuz, her yıl Fransa’da büyük bir coşkuyla kutlanıyor. 1790’dan bu yana süren bu geleneğin arkasında Bastille Zindanları’nın düşmesi yatıyor. Zaman makinesine atlamalı, Şanzelize’nin gelin gibi süslendiği günün kaynağına bir bakmalı…
1789’da Fransa adım adım ihtilale sürükleniyordu. 11 Temmuz’da 16. Louis, halkın sevgilisi mali işlerden sorumlu devlet bakanı Jacques Necker’yi koltuğundan edince ortam gerilmişti. Ertesi gün Paris bu haberle çalkalanıyordu. Etkili hatip Camille Desmoulins yaptığı konuşmada vatandaşların silahlara sarılması çağrısında bulunarak devrimin fitilini ateşlemişti. Devrim çocuklarını bir bir yemeye başlayınca, bugünkü gazeteciliğin babalarından da biri olan Desmoulins’in sonu giyotin olacaktı tıpkı birçokları gibi. Robespierre, çocukluk arkadaşının Danton’la bir olmasını affetmemişti. Gerçi 114 gün sonra da Robespierre’in kafası uçacaktı…
13’ünde ilk çatışmalar başlamış, ertesi gün halk Bastille Hapishanesi’nin kapısına dayanmıştı. Binlerce insan ellerindeki tırpan, tüfek, kılıç ve küreklerle içerideki düşünce suçlularını kurtarmaya çalışıyordu. Despotizme karşı patlıyordu silahlar; akıyordu kanlar. Saatler süren kuşatma sonunda meyvesini veriyordu…
Hapishanenin kapılarının açılmasıyla birlikte mahkumlar dışarı çıkıyordu: Dört sahtekâr, iki deli, bir soylu. Bakmayın kimi filmlerde onlarca insanın zindanları koşarak terk ettiğine, sadece yedi kişinin kurtarıldığı gün Fransız İhtilali’nin doğumu olarak kabul ediliyor. İçinde bir tane düşünce suçlusunun olmamasının önemi ne…
13 Temmuz 1954’te Meksika’da bir kadın son nefesini veriyordu. Çocuk felci nedeniyle, sağ ayağı altı yaşındayken sakat kalan Frida Kahlo, hiçbir zaman yılmamıştı. En iyi okullarda okurken, geçirdiği bir kaza hayatını derinden etkilemişti: “Önce başka bir otobüse binmiştik. Ama küçük şemsiyemi unuttuğumu görünce, aramak için indik, beni harabe eden otobüse böylece bindik. Kaza bir kavşakta oldu… İnsanın çarpışmanın farkına vardığı, ağladığı doğru değil. Gözümden bir tek damla yaş akmadı ve demir çubuk, kılıcın boğayı delmesi gibi beni deldi geçti.”
Üçüncü ve dördüncü omurga kemikleri kırılmış, sakat sağ ayağında 11 kırık vardı. Sol kalçadan giren ve vajinadan çıkan demir çubuğun yol açtığı derin yara, cinsel organda sol dudak yırtılması da cabasıydı. Korseler, hastaneler, doktorlar… Acısı dinmiyor, defalarca ameliyat masasına yatıyor; asla çocuk sahibi olamıyordu…
Doğum tarihini Meksika Devrimi’nin gerçekleştiği 7 Temmuz 1910 ilan edecek kadar vatanseverdi Frida. Başına gelen ikinci kaza olarak nitelendirdiği kocası Diego Rivera dışında sayısız aşka yelken açmıştı tualine hüznünü akıtan ressam. Hattâ bir ara Troçki ile çok yakındı.
Coyoacán’da yine bir Temmuz günü başlayan acılarla dolu serüveni 58 yıl önce bugün sona ermişti.
Frida’nın son nefesini verdiği gün Denizli’de bir kız doğuyordu. O çocuk büyüyecekti…
Kalbimizin Ege’de kalmasına sebeptir bir kadın. 30 Ağustos’larında ömrümüzün, çok militer törenlerin yanıbaşında Kürtçe, Ermenice ve Türkçe şarkılar fısıldamıştır içimizden ötesine. Gariptir, Sezen deriz ona. Evden biri gibi, mahalledeki deli kız gibi, türküsünü işitmeden uyuyamadığımız bir sevgili gibidir.
Kızarız ona, sonra bağlanırız. Kadim dostu Yıldırım Türker’den uğurladığımız Aysel Gürel’den aldığı şiirleri üfleyince, başlar iç kıyametimiz.
Sezen bugün doğmuştu, cemresi hayata büyük bir tören şeklinde düşmüştü özünde.
Bu toprakların gördüğü en nev-i şahsına münhasır insanlarından biriydi Ulus Baker. Pasaklı zeka küpü. Birileri rica etmese senelerce yıkanmayacak bir garip. Gözlüğünün camı düşmüş değiştirsene diyenlere “O benim sağlam gözüm zaten niye değiştireyim” cevabını yapıştıran bir usta.
Tam beş yıl önce İstanbul’dan gelmişti acı haber. Duyduğumuza inanamamıştık; gitmişti hiçbir zaman ait olmadığı dünyadan. İnsanların ilgilendikleriyle ilgilenmeden yine bir Temmuz günü başlayan 47 yıllık serüveni.
Lobanovski’nin arkasından yaktığı ağıtta, kedisi Psinoza’ya ilham kaynağı olacak Spinoza’yı futbolseverlere takdim etmişti: “Valery Lobanovski niçin önemlidir? Birincisi, futbol adı verilen bir oyuna ilk kez bir ‘geometri’ uygulamaya kalkıştığı için… Ona, futbolun Spinoza’sı desek yeridir. Tarihte ilk kez futbol sahasını tam anlamıyla ‘parselleyerek’ (öyle derler ya; ama terim yeterli değildir çünkü bir durağanlık anlamı içerir) geometrik işleyen ‘önermeler’ yaratabilen kişi odur. Bu yüzden yaz-kış sezonlarının kaprisi yüzünden az sayıda dünya ölçekli başarıya kavuşmuş olmasına rağmen (unutmayalım ki, Rusya’da ve eskiden Sovyetler Birliği’nde ligler yazın oynanıyordu), takımı, en az üç kupa sürecinde mutlak olarak ‘durdurulamaz’ bir hüviyetteydi.”
Son söz tayfanın. Bandista’nın Her Şeyin Şarkısı varken aslında yukarıyı okumasanız da olurdu ya neyse. Sahi Psinoza’ya ne oldu…
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane