27 Mart 1973’te Amerika şoktaydı. Baba filmiyle En İyi Erkek Oyuncu Oscar Ödülü’nü kazanan Marlon Brando törene katılmamış, yerine yolladığı Apaçi kanı taşıyan arkadaşı sayesinde tüm dünyaya mesaj yollamıştı. Arkada duyulan homurtular, zaman ve mekandan bağımsız, aslında hep aynıydı.
Bir ay önce Wounded Knee’yi işgal eden iki yüz kadar Kızılderili, Mayıs başına kadar kasabayı kontrol altında tutmuştu. Peki neden?
Tam 125 yıl önceydi. Yerlilerin isyana kalkışacağından şüphelenen beyaz adam, Kızılderililerin kutsal hayalet dansından nem kapmıştı. Kamp yerine yollanan Yedinci Süvari Alayı silahlarına davranınca, ortalık kan yerine dönmüştü.
Yaralı Diz Katliamı’nda kaç kişinin öldüğü bugün bile bilinmiyor. İçlerinde kadın ve çocukların da bulunduğu 150’den fazla Sio’nun o karlı günde zamanda donup kaldığı iddia ediliyor. Kimileri bu sayının çok daha fazla olduğunu söylüyor. Amerikan ordusuysa 25 kadar kayıp vermiş. Tevatüre göre askerlerin çoğu, yakın mesafeden Kızılderilileri adeta kurşuna dizen arkadaşları tarafından vurulmuş.
Brando’nun zaman darlığı nedeniyle Oscar töreninde okunamayan mektubuna biraz kulak verelim:
“200 yıl boyunca toprağı, yaşamı, ailesi ve özgür olma hakkı için savaşan yerli halka şöyle dedik: “İndir silahını arkadaş, gel beraber oturalım. İndirirsen eğer silahını arkadaş, barıştan söz ederiz senle, anlaşırız senin hayrına.”
Silahlarını indirdiklerinde ise onları katlettik biz. Onlara yalan söyledik. Onları topraklarından koparmak için kandırdık. Onları açlığa mahkûm ettik ki hiçbir zaman sadık kalmadığımız ve adına antlaşma dediğimiz o kâğıtları zorla imzalasınlar. Onları, yalnızca yaşamın anımsayabileceği kadar uzun bir süredir yaşam vermiş bu kıtada dilencilere döndürdük. Ve tarihi nasıl yorumlarsanız yorumlayın, ne kadar çarpıtırsanız çarpıtın: Biz doğru davranmadık. Ne adil davrandık ne de dürüst. Onlara ne haklarını iade etmek zorundaydık ne de antlaşmalarımıza sadık kalmak. Çünkü gücümüzün üstünlüğü bize diğerlerinin haklarına saldırma, mallarını gasp etme, yalnızca yaşamlarını ve özgürlüklerini savunmaya çalışırken yaşamlarını ellerinden alma hakkını sağlıyordu. Onların erdemleri suça dönüşürken bizim ahlâksızlıklarımız erdem oluyordu.
Fakat bu sapkınlığın ulaşamayacağı bir şey var, o da tarihin büyük hükmü. Emin olun tarih bizi yargılayacaktır. Ama umurumuzda mı? Bu nasıl bir ahlâki şizofrenidir ki tüm dünyanın işitmesi için ulusumuzun en tepesindeki sesle ciğerlerimiz patlayana kadar taahhütlerimizi yerine getirdiğimizi haykırırız da, tarihin tüm sayfaları ve Amerikan yerlilerinin son 100 yıl boyunca geçirdiği tüm o aç, susuz günler ve geceler bu sesin dediklerinin tam tersini söyler.
Görülen o ki bu bizim ülkede ‘komşunu sev’ ilkesi ve bu ilkeye saygı artık işlemez hâle gelmiş ve tüm yaptığımız, gücümüzle yapmayı başarabildiğimiz ancak ve ancak, dost da olsa düşman da, yeni doğan ülkelerin umutlarını yok edecek şekilde onlara bizim insancıl, uygar olmadığımızı ve sözümüzü tutmadığımızı göstermek olmuştur.”1
29 Aralık 1890, Yeni Dünya’nın eski sahipleri için her şeyin bittiğini gösteriyor. Kim bilir belki de son söz o katliamın tanıklarından birinin olmalı: “O zaman kaç kişinin öldüğünü anlayamamıştım. Şimdi kocamışlığımın şu yüksek tepesinden gerilere baktığımda, yerde birbirleri üzerinde yığılı duran boğazlanmış kadınları ve çocukları hâlâ o genç gözlerimle görebiliyorum. Ve orada, o çamurun içinde bir şeyin daha öldüğünü ve o kar fırtınasına gömüldüğünü görebiliyorum. Evet, bir halkın düşü öldü orada…”
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane