Bir
O zamanlar daha olric yoktu, dedi K.S. Bir sokakta yürüyordum, hani hep şeyler olur, filmlerde görürüz, böyle bir cadde, ki büyük İhtimalle (İhtimal büyük harfle yazılmalıdır, mühim bir kelimedir zira) Manhattan dolaylarındadır bu cadde, bir binanın dışa doğru açılan pervazlarında o hafta oynayan filmlerin afişleri olur, işte o hafta Antonioni haftasıdır mesela ya da Brando’yu Brando yapan Rıhtımlar Üzerinde filmi sevenleri ya da nostalji yapmak isteyenler tekrar izlesin diye yeniden gösterimdedir, işte böyle bir manzarada rastlamıştım Woody Allen’a, o zamanlar daha yeni kovulduğu -sanırım dekanı taciz ettiği için kovulmuştu- üniversitesinden bir tür intikam alma peşindeydi, yine kafası karışıktı, yine hep çok ama çok düşünüyormuş gibiydi, genç ve heyecanlıydı, yanında kimse yoktu ama varmış gibi sürekli etrafına bakınıyordu, bir ara kafasını yukarı kaldırdı, ben de onun baktığı yöne doğru bakmak için bir hamlede bulundum, bu ortak edimi yaklaşık 20 saniye boyunca sürdürdük, baktığımız yerde Bergman’ın Sessizlik filminin afişi duruyordu, filmin başlamasına çok az kalmıştı, New Yorklu bir avuç Bergman izleyicisi sigaralarını söndürmüş yavaş yavaş salona giriş yapıyordu, kafamızı afişten indirdiğimiz anda göz göze geldik Woody’le, sıkıntılı yüz ifadeleriyle birbirimize baktık, sonra o salona doğru yürüdü, ben de arkasından aynen salona girdim, bu olaydan yaklaşık 20 yıl sonra bu kez memleketim Adana’da karşılaştım Woody Allen’la, film Interiors idi -karşılaşmak için illa bir özneye muhtaç değiliz, bir filmiyle karşılaşmak da tanıdığım kadarıyla Woody ile karşılaşmaktır- o soğuk Bergman gününün her şeyi sinmişti bu filme, hatta bazan Bergman’ın bile ötesine geçen bir melankoli sarmıştı filmi, bir zamanların bulvar komedyeni bu 1.57’lik adam sinemada her şeyin olabileceğini göstermişti bana, filmden sonra Adana sokaklarında yürüdüm, etrafımdaki insanlar dönüp baktığımda Bellini’nin Bahçede Acı Çekme tablosunu andırıyorlardı, yavaş adımlarla bir bilet alıp stada girdim, Adana Demir o gün Malatyaspor’dan 4 gol yedi, Woody’nin yaşadığı ve Sabri’nin henüz gelmediği bir dünya için hiç de fena bir durum değildi.
İki
Dedemle oturuyorduk, dedi R.S. O yine mandalina kokuyordu. Bir müddet sonra onu evine bırakacaktım. Parklar öğleden sonralar için yaratılmıştır. Bunu da o gün, yaklaşık 45 dakikalık bir zaman diliminde anlamıştım. 14.37 ile 15.22 arasında hiç konuşmadan geçen bu park gezisinin ardından dedem onu eve bırakmamı istememiş ve beni evime yollamıştı. Büyük İhtimalle benden sonra yaklaşık bir 30 dakika daha oturacak ve bir dondurmayı bitiremeyeceğini bildiği halde yemeye çalışacaktı. Eve doğru yürürken o zamanlar Akşam gazetesinin bir Cuma eki olan dandik Prömiyer dergisini aldım. Dergide haftanın televizyon filmleri tanıtılırken Woody Allen filmlerinden de bahsediliyordu. O zamana kadar TRT’de Herkes Seni Seviyorum Der’i ve TV8’de Ufak Sahtekarlıklar’ı izlemiştim Woody Allen filmi olarak. İkisine de pek iltifat etmemiş, Cine 5’te gördüğüm Akrebin Laneti’ni ise mehh deyip yarıda bırakmıştım. Bir de şöyle bir şey var ki bizim birinci ve ikinci derecedeki akrabalarda ciddi bir Woody Allen antipatisi vardı. Niyeyse böyle her ekrana çıktığında “komik değil ki bu” falan derlerdi adama ve kanalı değiştirirlerdi. Sanırım biraz da bu yüzden geç tanıştım Woody’le. Ama işte o gün, o gün ki 7 Kasım 2002, ya da bir sonraki haftası, ya da hiçbiri, CNBC-e’de Woody Allen ayı başlamıştı. Sırasıyla Sleepers, Aşk ve Ölüm, Seks Hakkında Sormak İstediğiniz Her Şey ve Annie Hall gösterilecekti. O zamanlar geçici süreliğine de olsa yalnız yaşayan bir liseli olarak bir ay boyunca tüm bu filmleri takip etmiş ilk üç filmi neşe içinde, gülerek ve benzeri eylemlerde bulunarak izlemiş, dördüncü haftada gösterilen Annie Hall ile de pencereyi açıp balkona atlamış ve uzun uzun bahçelere bakmıştım. Annie Hall bir başkasına her şey bittiğinde yine bunu izle diye önerilebilecek kadar bir film – hayat örneğiydi. Ertesi gün okulda kimsenin bundan haberi yoktu belki ama üçüncü sırada oturan ve çok sonraları şehirlerarası otobüslerde muavin olan Salih artık gizli gizli Woody Allen’a benziyordu.
Üç
New York’ta doğdu dedi F.C.B. Ana babasını bilmem ama kendisi epeyi sorunlu bir çocuktu. Bir kere en başta çok okuyordu. Hani bir filminde Woody’nin çocukluğunu oynayan eleman şey der ya, “evren genişliyor, kara delikler var, o halde niye okula gideyim bunlar çok saçma” falan. İşte aynen böyle bir kişiydi Woody. Heidegger’i nasıl sevdiyse aynı şekilde Flaubert’i, İsveç filmlerini, Fitzgerald ve Babe Ruth’u da sevdi. Emin olun bunları birbirinden hiç ayırmadı. Hani Hannah ve Kızkardeşleri’nde yine Woody’nin “canlandırdığı” karakter intihara kalkışıp beceremedikten sonra bir müzikal izlemek için sinemaya girer ve filmden çıktığında intihardan vazgeçer ya, Woody de aynen o karakter gibi hep ikincil kaynaklar üzerinden hayatı tanıyıp tutunmaya çalıştı. Manhattan’ın son sahnelerini hatırlayın “neden yaşamalı?” sorusuna cevaplar ararken Woody’nin aklına hep filmler, kitaplar, konçertolar vs gelir. Onlar bir daha tecrübe edilmeli, onların varolduğu bir dünyadan öyle çabuk vazgeçilmemelidir. Gözden kaçan ve en az filmleri kadar değerli olan kitapları da, arada klarnetini kapıp dünyayı turladığı grubu da hep aynı adam tarafından yani Alvy, Harry, Isaac, Woody tarafından yaratılmıştır. Hepsinin dönüp durduğu apartman Woody’nin kafasında sürekli inşa halindedir. Bütün odalar başka odalara açılır. İşte bu böylece 79 yıldır sürüyor. Filmlerini dönemlere ayırmak, gelişimini öyle izlemek elzemdir ama bu o kadar çok yapıldı ki artık lüzumsuzlaştı. Şu sıralar son filmi Sihirli Ay Işığı ile dolaşıyor salonları. Son dönemde yaptığı ortalama filmlerinden biri ama onun evrenini tanıyan herkes gidip çok da sıkılmadan izleyecektir sanırım filmi. Bir illüzyonist ile bir medyumun yavaş yavaş yakınlaşan ilişkilerini yine rasyonalizm ve mistisizm karşıtlığını arka plana alarak anlatıyor. Zaten bunu uzun yıllardır yapıyor. Bazen epeyi ciddileşiyor bazen de bu filmde olduğu gibi olayı çok derinine inmeden kapatıyor. Bir bakıma Bergman filmlerini izleyip onları biraz daha keyifli hale getirip sinemalaştırıyor. Benim için Woody her zaman Manhattan Murder Mystery’deki ürkek ve korkak haliyle kalacak. Onu ilk kez gördüğüm o perdede sanki orda olmaması gerekiyormuş gibi davranması, izleyiciyi de ayıptır söylemesi hiç takmıyormuş gibi kendi keyfine bakması ve korkarım yakın bir gelecekte o aynı ortamda hiç bulunmak istemediği ölümle yüzleşecek olması gibi şeyler gerçek olsa ve özellikle şu ölüm meselesi canımızı biraz sıksa da filmleri ya da kitapları onunla sürekli karşılaşmamızı ve her karşılaşmada yeniden tanışmamızı sonsuza dek sağlayacaktır.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane