François Ozon’un son filmi L’Amant Double yönetmenin sinemasına aşina olanlar için bile oldukça şaşırtıcı anlar vadediyor. Bir önceki filmi Frantz’da bir dönem filmi atmosferinde hiç bilmediği sularda ilk kez kulaç atan ve aslına bakarsanız hiç de fena bir iş çıkarmayan Ozon, bu kez çok sevdiği ve bir nevi sinemasının alametifarikası olan meselelere dönmüş gibi.
Bir müzede gözetmen olarak çalışan Chloe’nin çektiği karın ağrıları neticesinde “doktorlar hocalar kâr etmedi” diyerek bir psikanaliste gitmesi ve zamanla psikanalisti Paul’e aşık olup onunla beraber yaşamaya başlamasıyla birlikte filmin de ilk bölümü bitiyor. Daha ziyade Chloe’nin monologlarıyla hakkında fikir edindiğimiz bu ilk 20 dakikanın ardından ise işler bir nebze karışmaya başlıyor. Ozon, bizi Chloe’nin zihnindeki kaosa davet ederek, 35 mm ile çektiği Frantz’ın ardından yeniden dijitale dönmenin de getirdiği rahatlıkla renkler ve mekanlarla sıklıkla oynamaya başlıyor.
Chloe’nin, Paul’ün tıpkı kendisi gibi psikanalist bir ikiz kardeşi olduğunu öğrenmesi ve onunla da yakın temasa geçmesi ise filmin her anlamda kırılma noktası oluyor. Paul’ün tamamıyla zıttı olan kardeşi Louis, Chloe’ye epey kötü davranıp kafasını karıştırmayı başarıyor. İkiz kardeşlerin gizli sırları, Chloe’nin rüyaları, fantezileri ve iki kardeşten birini tercih etmek zorunda kalmasıyla ise filmin gerilimi tavan yapıyor ve bugüne kadar Ozon’dan görmeye pek de alışık olmadığımız türlere, hatta body horror’a kadar ilerleyip bizi olduğumuz yere mıhlıyor.
Bir vajinanın içinden zoom out ile başlayan1 ve bir bakıma daha başında “biraz tuhaf bir şey izleyeceksiniz” mesajı veren filmin zihinsel bir yolculuğu kusursuz bir şekilde biçimsel hale getirmesi belki de övülecek ilk noktası. Ozon, neredeyse her karede filmi biçimsel olarak inşa ediyor. Tüm imgeler, dekorlar tıpkı Chloe’nin zihni gibi önce karmaşıklaşıp sonradan berraklaşıyor. Kediler, aynalar, sanat eserleri Chloe’nin sorunlu psikolojisinin bir yansıması olarak muazzam bir halde yeniden şekilleniyor. Paul’ün sıcak, deri koltuklu ve yatay aynalı “güvenilir” ofisinin yanında ikizi Louise’nin soğuk, mermer döşemeli, dikey aynalı ve yapay çiçekli odası tam bir zıtlık oluşturuyor. Chloe’nin zihni de bu zıtlıklar arasında gidip gelirken yavaş yavaş karın ağrıları da nüksediyor ve Ozon bizi adım adım şoke edici bir finalin kapısına kadar getiriyor.
Filmle ilgili eleştirilerin hemen hepsinde anılan iki film var: Rosemary’s Baby ve Dead Ringers. Ozon ise özellikle Dead Ringers’ın kendisi için bir referans olduğunu söylüyor. Ama elbette ilk referans Joyce Carol Oates’un Lives of the Twins adlı kitabı. Bu romanı okuyunca hikayenin kafasında şekillendiğini söyleyen Ozon’un öykünün realist yapısını bir jinekolojik gerilime dönüştürmesinde ise ikizlerle ilgili keşfettiği “parazit ikiz” hastalığının epey rolü varmış. Yani Ozon, bir edebiyat eseri ile jinekolojik bir hastalığı bir araya getirmeyi dilemiş ve epey tartışmalı da olsa muazzam bir sonuca ulaşmış. Dakikalar ilerleyip filmin gerçeklikle bağı koptukça, daha doğrusu gerçekliğin kendisi yavaş yavaş kayboldukça seyircinin filmden kopup izlediği şeye bir komedi muamelesi yapma tehlikesi var. Ama Ozon, dört bir yana doğru yayılan ipleri o kadar sıkı tutuyor ve filmin “aşırılaştığı” anları öylesine bir gerilimle besliyor ki, film bir nevi rahatsız edici bir izleme deneyimine bile dönüşüyor.
Cinselliğin doğasını –ki bunu vahşi bir doğa olarak tanımlar Ozon– ya da arzuların hayallerle bulanıklaşmasını görselleştirmek gerçekten de çok zor. Ozon, gerçek ile hayal edilen arasındaki boşluğu ve o boşluğun yarattığı yalnızlık duygusunu gösterebilen belki de en iyi yönetmen. L’Amant Double’nin çok katmanlı yapısı film boyunca yavaş yavaş genişlerken, Chloe’nin kendi zihninde başlayan, sonra yavaşça büyüyen –burada Jodorowsky’i anıp “zihin de evren gibidir, sürekli genişler” lafını hatırlayabiliriz– ve en sonunda unutulmaz bir finalle infilak edip bizi cam kırıklarıyla baş başa bırakan yolculuğunun sonunda Chloe yine başladığı yere dönüyor. Evet, Chloe problemini bulmuş ve ondan kurtulmuştur; fakat filmin başındaki duygusal yalnızlığı hâlâ sona ermemiştir. Ozon da filmin sonu için “her şey çözüldü ama bu mutlu bir son değil” diyor. Zira Chloe ne kendi yalnızlığını ne de yaşadığı dünyanın karmaşıklığını atlatabilen bir karakter.
Filmin bana kalırsa en önemli detayı ise onyedinci filmini çeken François Ozon’un hâlâ yeni şeyler peşinde dolaşıp bir anlamda kendini güncelleyebilmesi. Artık “usta” klasmanına yükselmiş bir yönetmenken uçları oldukça sivri ve seyirciyi konforlu alanında dürtme üzerine kurulu bir film yapabilmesi oldukça değerli. Yıllardır aynı kötü filmleri çeken ya da Lars Von Trier gibi başka şeyler denemeye çalışırken akli dengesini kaybeden yönetmenlerin yanında, hem kendi sinemasının nüvelerini aşındıran hem de dizginleri hiç elinden bırakmadan yine bir “François Ozon Filmi” yapabilen Ozon, adeta bir genç yönetmen gibi her defasında “bakalım bu defa ne yaptı?” diye filmlerini merakla bekletecek kadar heyecan verici olmayı sürdürüyor.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane