1
“Geçen gün eve geç saatte geldim” dedi F.Z. Çeşitli içeceklerin etkisi altındayken sızıp uyudum ve gecenin bir yarısı kalktığımda şuna benzer bir cümle kurdum: Veronika Voss’un Tutkusu nasıl bir filmdi ha? İşte bu sorunun etkisiyle derhal bilgisayarımı açtım ve akabinde ayılmamı sağlayacak kahveyi yaptım. Bütün bunlar yetmezmiş gibi korkunç bir hızla filmi buldum ve olacak şey değil ama başladım izlemeye. Bildiğiniz gibi acayip bir dünya burası. Saat 04.00’te, kimsenin dünyayla ilgilenmediği bir vakitte başladı Veronika Voss’un Tutkusu. Şimdi yalan olmasın, filmin tamamını izlemedim. Ama film bana 1987’de Remzi Kitabevi’nden çıkan, benim ise 2003 yılında, yapmak üzere olduğum şeylerin artık “legal” olacağı bir yaşa yaklaşmışken İstanbul’da bulduğum Kırk Oda adlı Murathan Mungan kitabını hatırlattı. Bu kitapta Tutkunun Veronika Voss’u adlı bir öykü bulunur. Yanlış hatırlamıyorsam bu öykü o kitabın son öyküsüdür. “Aslında çok duygusal bir şey orospuluk etmek” diye başlayan bir öyküdür bu. Bir transın genç bir adamla yaşadığı tek gecelik bir ilişkiyi anlatır. Sonra kitabın diğer öyküleri geldi aklıma. Boyacıköy’de Bir Aşk Cinayeti mesela. Yahut Aşkın Gözyaşları ya da Rapunzel ile Avare. Ya dedim işte tam da o anda ya dedim, iyiydi lan o kitap. Sonra bu kitabı seven ve etkilenen kişiler geldi aklıma. Mesela Kutluğ Ataman. Ataman’ın Lola ve Bilidikid filmi, yukarıda adını geçirdiğim Aşkın Gözyaşları ya da Rapunzel ile Avare’nin serbest bir uyarlamasıdır. Ya da mesela Anlat İstanbul’un son bölümü de bu bahsettiğim Tutkunun Veronika Voss’u adlı öykünün serbest bir uyarlamasıdır. Hatta bir şey diyeyim mi, bu kitap, memleketteki ender marjinal edebiyat eserlerinden biridir. Şimdi açıp baksak yüz bin milyon tane kitabı var Mungan’ın, kendisi bile hepsini okumamıştır. Bu kadar çok “üretmek” o kadar da sağlıklı bir şey değil bence. Ama ışıkları herkes sever. Mungan da Kırk Oda’nın ardından ışıkların altına geçmiştir. Veronika Voss’un Tutkusu ise ben ikinci kez izleyemesem de müthiş filmdir. Fassbinder’in bir anlamda Douglas Sirk’e saygı duruşudur. Ve klasik Amerikan sinemasının Fassbinder üzerindeki etkisine güzel bir örnektir. Fassbinder’in Veronika’sı ölmeyi isterdi, tıpkı Fassbinder’in kendisi gibi. Mungan ise ışıklara doğru uzaklaşırken, geride, yani bize daha yakın odalarda sadece Veronika’yı bıraktı.
2
“Saat 08:00. İnsan bu saatte neden 13 Aylı Bir Yılda?” dedi Ş.O. Fassbinder’de bütünüyle bir yok olma isteğinden beslenen sonsuz bir yaşam arzusu vardı. Fakat bu arzu pratikte ölüm isteğine dönüşüyordu. Ama Fassbinder için hem hayatında hem de filmlerinde ölüp gitmek o kadar da mühim bir mesele değildir. 13 Aylı Bir Yılda’da intihar eden adamın söylediği gibi “Ölüm sadece hayatın görünürlüğünün kaybolmasıdır.” Fassbinder, bunu daha filmlerine yansıtmadan bildiği için bu “aşırı üretim” durumunu paradoksal bir şekilde tümüyle bir yok kılma pratiğine indirgedi.
Yok kılma çabası kesinlikle intihar değildir. Samuel Beckett “Ölmeyi değil de şöyle bir yok olup gitmeyi çok isterdim” derken bu ayrımı ironik bir şekilde de olsa yapar. Fassbinder’in “ölümü” dediğimiz şey onun daha 20 yaşındayken başladığı ve öldüğünde gerçekleştireceği bir proje olarak görülebilir. Tek fark diğer yarattığı ürünlerin aksine hayatta olduğu konumunu terk edip artık hayatta olmadığı bir konuma geçmiştir. Fakat yok kılmak için bunlar yeterli değildir. Bütünüyle bir yok kılma çabasına girişmek için Fassbinder’in bulduğu yöntem sürekli üretimdir. Bu sürekli üretim sayesinde artık hem bedeni hem de zihni yarattığı ürünlerin içinde yavaşça yok olacak ve hayatın görünürlüğü yok olduğunda Fassbinder de hayattayken yarattığı ürünlerin içinde yok olmayı başaracaktır. Yok olmanın bir diğer paradoksu ise sonsuzla kurduğu ilişkidir. Öldüğünüzde hayattan ayrılmış olursunuz. Fakat yok kılma pratiğine açılan tek kapı sonsuzluktur. Çünkü yok olan bir şeyin gidebileceği hiçbir yer yoktur. O, kendi içkinliğinde yok olup sonsuza karışmıştır. Fassbinder 10 Haziran 1982’de, Münih’deki evinde son anlarını yaşarken hayattan kalkıp filmlerinde kurduğu yaşama geçmiştir. O filmleri yaratan zihnin pratikte sona ermesi hayattayken yarattığı ürünlerin sonsuz kırılganlığına kapı açmıştır.
Bedenin bu sömürüsü ve bir yerden sonra yok kılınmasının sinema dışındaki örneklerini ise edebiyat ve felsefe alanlarında çalışan kimi insanlarda görebiliriz. Edebiyatta Fitzgerald bu konunun ustalarından biridir. Bizim ülkemizde ise Ulus Baker “Yok Beden” kavramının cisimleşmiş halidir. Onun Sartre’dan apardığı Pratikte-Ölüm kavramına çok önem vermesi biraz da bu yok kılma durumu ile ilişkilidir. ODTÜ’deki odasında kâğıtlar ve kitapların arasında kaybolduğunu fark eden arkadaşının attığı umutsuz bakışa, Baker’in “Bak gördün mü, yok olup kendimi görünmez kılmaya çalışıyorum.” şeklinde verdiği cevap Beckett’in ironikliğiyle aynı seviyededir.
Yok beden her şeyden önce sanatın bir meselesidir. Bir üretim biçiminin fiziki aksiyonudur. Desteklenecek ya da bir akıma dönüşecek kadar somut bir şey değildir. O yüzden bu durumu abartıp bu biçimi kendine ait kılmış insanlara gereksiz payeler düzmeye ya da cool bulmaya gerek yoktur. Bu sadece olan bir şeydir. Diğer olan her şey gibi. Bu durumdaki tek fark ise olan şeyin sona ermeyip ortaya çıkan üretim sayesinde sonsuzlaşmasıdır. Bahsettiğim şey “sanatçının ölümsüzlüğü” de değil kesinlikle. Bedenin bütün gücünün yaratılacak ürüne zemin sağlayan zihin sürecine yaptığı katkıdan bahsediyorum. Yani fiziksel olanın gücünün de zihinsel olana katılması ve bir noktadan sonra ondan –bedenden- tamamen vazgeçilmesi, yok kılınması. Süreli bedenin yanında güçlü bir zihinsel sürecin yarattığı soyut ikincil kaynağın sonsuzluğu.
E bunun tek yöntemi kendini tüketmek ya da mahvetmek mi diye sorulabilir. Tabii ki değildir. Bu sadece Fassbinder’in yöntemidir. Mesela Godard da aslında yoktur. Ama o bu yok kılma sürecini kendini tüketmek yerine aşırı okuyup, düşünce biçimleri geliştirerek sağlamıştır. Bu bir enerji sorunu aslında. Godard o enerjiyi hayatta bir şekilde buluyordu. Fassbinder’in ise o enerjiyi hayatta bulabilmesi için kendini tüketmesi gerekiyordu. Öyle sanıyorum Fassbinder için hayatı yaşamanın başka bir yolu yoktu. Başka insanlar gibi böyle yaşamanın çok cool olduğunu ya da genç ölmenin harikulade bir şey olduğunu falan da düşünmüyordu. Hem çalışma biçiminde hem de yaşama biçiminde bu hızlılık ve aşırı zorlama ön plandaydı. Üretim yapabilme biçimi buydu denebilir. Bir anlamda Fassbinder böyle yaşıyordu ve yaşamak zorundaydı çünkü başka türlü yaşamayı hiçbir zaman öğrenememişti.
3
“O Salı da haftanın diğer günleri gibi bulutlu ve hafif yağışlıydı.” dedi K.Ş. Meteoroloji yetkililerinden aldığımız “güneş çıkabilir ama yine de serin bir hava bekliyoruz” yönündeki kıytırık bilgi bizi güneşi göreceğimize dair derin bir beklentiye sokmuştu ama satırlarımın başında da belirttiğim gibi hava bulutlu ve hafif yağışlıydı.
Bir gün bir kitap okumuştum ve bütün hayatım değişmemişti. Kötüleşmişti. İşte 26 Nisan Salı günü saat 17:13’te o kitap aklıma geldi. Sıkıntılı hava ve hatırladığım o iç burkucu kitap beni kahve içmeye sevk etti. Kahve içmeye doğru giderken salona baktım. Bir kişi gelmişti. Bu hoş bir şeydi. Yani hoş olan bir şeydi ve sonuç olarak hoşuma gitmişti. Gelen tek kişiyle film üzerine kısa bir sohbet gerçekleştirdik:
– Bu ne filmi?
– Alman.
Ekranda duran afişe gözüm seğirdi. Afişe olan filmin adını kendi kendime tekrarladım: Maria Braun’un Evliliği. Bu insanlara neden bu filmi gösterdiğimi merek ettim. Pekala bu filmi evimde oturup izleyebilirdim –ki izlemiştim de- peki neydi olay? Durum neydi? Net cevabı filmi büyük ekranda izleyince fazlasıyla alacaktım. Daha sonra gömleğimin kolunu hafifçe sıyırıp saatime baktım, en son kol saatimin şu her saat başı “dit dit” diye öten siyah Casio olduğunu ve bu saati bundan yaklaşık 15 yıl önce yani XX. asrın sonlarında taktığımı anımsadım. Ani bir hareketle telefonumu çıkarıp –kahvemi dökmemeye dikkat ederek- saate baktım ve sunumu başlatmam yönünde ciddi bir kanaate vardım.
Sunumun ana teması “Alman Yeni Dalga Sineması” idi. Aslında bu başlık “Fassbinder’e gelmeden evvel çerez olsun diye biraz da Wim Wenders ve Werner Herzog’dan bahsedeyim” diye sallayıverdiğim bir bağlam idi. Yoksa söz konumuz elbette sadece Fassbinder idi. 10 tane fotoğraf eşliğinde 15 dakikalık bir sunuma başladım. Önemli bulduğum Fassbinder filmlerinden bahsettim. Fassbinder’in her ne kadar asıl meselesinin “ikili ilişkilerdeki iktidar oyunları” gibi gözükse de makro düzeyde Alman tarihi, emek sömürüsü gibi temalara da sıklıkla değindiğinden bahsettim. Ama minör ya da epik her filminde bir şekilde politik olmayı başardığını da özellikle belirttim. Politikanın siyasal olan tarafından bağımsız hayatın her yönüne nüfuz eden bir yapısı olduğunu ve bu yapının her tür “ilişki” ve durumda bir geçerliliği olduğunu ve bunu anlayabilen en önemli sinemacılardan birinin Fassbinder olduğunu ivedilikle dile getirdim. Tüm bu temaların ve “sinematografik fikirlerin” kapsamlı bir biçimde işlendiği filmlerden birinin de yine Fassbinder’in çektiği Maria Braun’un Evliliği adlı film olduğunu ve az sonra bu filmi izleyeceğimizi söyleyerek sunumun sonunu getirdim.
Daha sonra yaklaşık 120 dakika süren filmi 15-20 kişi ile birlikte seyrettik. Film bittiğinde Maria’nın konumunun ikinci dünya savaşı sonrasındaki Almanya’nın durumundan bağımsız olarak düşünüp düşünemeyeceğimize dair kısa bir tartışmaya girdik. Daha sonra gecenin yavaşça çöktüğü ve hafif yağmurla ıslanmış salon bahçesine çıktık. Yürüye yürüye Alsancak’a vardık. Poğaça yiyenler vardı aramızda ve Fransa Bisiklet Turu hakkında konuşanlar. Kimileri evlerine gitti, kimileri de önce yemeğe, sonra da kordona. Ama Maria 1979’da o filmde, o mutfakta, kesik bir telefon sesiyle kaldı. Kimileri bunu hiç unutmadı.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane