Yine rakamlı bir başlık altında birlikteyiz. Bu defa amacım Jean-Luc Godard’a bir yaklaşma hamlesinde bulunmak. Bununla beraber, yazacağım üç yazı da temelde Godard ile ilgili değildir. Amacım, filmleri ya da hayatından ziyade, Godard’ın düşünme biçimlerine, ilgi duyduğu kavramlara ve bu kavramların filmlerine nasıl yansıdığına odaklanmak. Yazı boyunca Godard’ın sadece iki filminin ismi geçecek gibi görünüyor. Kısacası: Jean-Luc Godard Sinemasına, Godard’ın Düşünme Biçimlerine Odaklanmaya Çalışarak Yaklaşmak diye bir şey yapmaya çalışacağım. Aslında başlık da bu olacaktı ama fazla iddialı ve akademik geldiği için vazgeçtim. Şu üç başlık altında derdimi anlatmaya çalışacağım:
2+1: Yaratım – Yaratıcılık ya da Kavramın Sürekliliği
2+1: Şeylerin Gösterge Olarak İşlevi & Les Carabiniers
2+1: Uykuların Sonu ve Godard’ın Son Kederli Filmi
Not: Bütün bu başlıklardan konuların bir numaralı uzmanı olduğum anlaşılmasın lütfen. Sadece evinde makarna yiyip film izleyen bir insan olarak yazıyorum.
Sanatta herhangi bir şey yaratmanın yolu (öyle sanıyorum) öncelikle bir kavram yaratmaktan geçer. Bir kelime olarak o kavram daha önce yürürlükte olan, kullanılan bir şey olsa da, eğip bükmek suretiyle bir kavram yeniden oluşturulabilir. Kavram doğası gereği zaten elastik bir yapıya sahiptir. O kavramın yazıya, imaja ya da bir başka “şey”e dönüşme noktası ise hakiki “yaratım” noktasıdır. Hepimiz bir kavram yaratabilir ve onun peşinden bir sürü insanı ya da nesneyi sürükleyebiliriz. Kavram yaratmanın bir gereçler kitabı olmadığı gibi “şu” denebilecek bir yöntemi ve sonucu da yoktur. İşte bu yüzdendir ki, her kavram bir noktada “her taraflılığa” meyletme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Örneğin vatan kavramı Hitler gibi bir adamın elinde toplu cinnetin kaynağına dönüşebildiği gibi, Perikles gibi bir adamın elinde bir demokrasi aygıtının uygulama alanına da dönüşebilir. Önemli olan o kavramın kimin ya da neyin elinde işlevselleştiğidir. Hitler kendi vatan kavramını milyonlara kabul ettirebilirken, sıradan bir insan mesela bir “Barış” kavramını öyle kolay kolay kimseye kabul ettiremez.1
Ama bu kavram yaratma işinin çok çetrefilli, insanda rahat huzur bırakmayan bir tarafı var. Şöyle ki, bir kavram yaratmaya muktedir olabilecek bir sürü insan var. Bu bir sürü insanlardan bazılarının kavramları nasıl işlevselleştirdiğine dair bir iki örnek de andık yukarıda. Ama “yaratım” denen şeyle “kavram yaratma” denen şey arasında bir faz farkı var. İşte bu noktada iş çatallaşıyor. Mesela medyanın yarattığı bir kavram ya da reklamcıların yarattığı bir kavram ile adını sürekli andığımız bazı sinemacıların yarattıkları kavramların hepsinden bir “yaratım” olarak söz edebilir miyiz? Sanmıyorum. Peki, bir sinemacı ya da filozofun yarattığı kavram ile medyanın, reklamcının yarattığı kavram arasındaki o ince “yaratım” farkını neyle açıklayabiliriz? Televizyonda gördüğümüz bir reklamda “süper fikir” denebilecek bir sürü şey görüyoruz. Ama sanmıyorum ki bir Kant’ı okurken “çatışma” kavramının kullanımına dair “vay be süper fikir” şeklinde bir yorum yapabilelim. Ama sonuçta ikisi de bir kavram yaratmışlar. Kant işte “çatışma” diye bir şeyden bahsetmiş, ilerlemenin bir yolunun da çatışma olduğunu vs. söylemiş. Reklamcı da günde 4 liraya kaç dakika konuşabileceğinize dair bir reklam işini “ara-kazan” gibi bir kavramla imajlaştırmış. Peki, bu iki kavram arasındaki yaratım farkını nasıl açıklayabiliriz? Bir ayıklama yapabilmenin ilk yolu, kavramlar arasında hangi kavramın daha çok içerik kazandırılarak oluşturulduğunu saptamaktır.
Reklamın ya da medyanın kavramı, imajlaştırma yoluyla günlük hayata sunulur. Ömrü en fazla birkaç yıl sürer. Bunu en iyi bilen insanlar da medya ve reklam sektöründedir. Bu insanlar günlük olarak kullanıma sokulan ve kolay tüketilebilsin diye de imajlaştırılan kavramlara başvururlar. Bu imajlar belirli bir süre tüketildikten sonra yerlerini yenilerine bırakıp süreçten ayrılırlar. Örneğin bir GSM şirketi son birkaç yılda “kırmızı” üzerinden yepyeni bir kavram yarattı. Televizyon aracılığıyla günlük hayata dâhil olabildiğimiz için, bir insandan “kırmızı” lafını duyduğumuzda o bundan birkaç yıl önce sadece bir renk olarak kabul ettiğimiz şeye ikinci bir anlam yüklenmiş oldu. Ve bu “şey” büyük ihtimalle bundan yine birkaç yıl sonra hayatımızda olmayacak ve kırmızı sadece “kırmızı” olarak hafızamızda yer etmeye devam edecek.2
Yaratılan kavramlar arasında “yaratım”ı saptamanın ikinci bir yolu da yaratılan kavramın sürekliliğidir.3 İçerik kazandırılmış bir kavramın sürekliliğinin önündeki tek engel ise “kesinti”dir. Çünkü yaratımın temeli olan arzu, nesnesinin kaybolmasından değil, sürecin kesintiye uğramasından dolayı acıya dönüşür. Arzunun sürekliliği yaratımın önkoşulu olduğu gibi bu arzu üzerindeki tahakkümün kaldırılması da “içerik kazandırmanın” ve akabinde oluşacak “sürekliliğin” önkoşuludur. Arzunun bir sürece dönüşmesi ve öznenin bir tür “üretim bürosu”na4 dönüşmesi ise “başka türlü” düşünmek ile imkânlı hale gelir. Düşüncede yeni alanlar açmak, düşüncenin sınırlarından kurtulmak ve hakiki bir yaratımda bulunmak en başta “düşünmek”5 ile ve bu “düşünmek” kavramının da başkalaşması, eğip bükülmesi ile gerçekleşir. Düşünmenin biçimi değiştirilmeden faydalı ve sürekliliği olan bir yaratımdan söz edemeyiz.
“Düşünmenin biçimini değiştirdi” diyebileceğimiz birçok sinemacı, yazar, filozof bulabiliriz. Örneğin Godard, Bresson, Straub, Rivette, Eisenstein, Woody Allen. Bu yönetmenlerin herhangi bir filmini izlediğimizde nev-i şahsına münhasır bir kavramlar evrenine de girmiş oluruz. Akıl almaz bir şekilde oluşturdukları bu yaratım alanı hiçbir biçimde kesintiye uğramaz.6 “İyi” ya da “kötü” gibi günlük tanımlamaların uzağında sizi de başka türlü düşünmeye ve yeni kavramlarla, yeni ölçütlerle bir film üzerine düşünmeye davet eden film-yaşam’lardır bunlar. Orada arzuların akışkanlığına, dönüşümüne, imajlaşmasına ve sonuç olarak bir film-yaşam içinde sonsuzlaşmasına tanık olmak her yeni izleyişte mümkündür. Tıpkı Godard’ın dediği gibi: İyi bir yaratım her karşılaşmada yenidir.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane