1
400 Darbe (Les Quatre Cent Coups) artık üzerine çok da yeni bir şey söyleyemeyeceğimiz, klasik olmuş ve büyük ihtimalle de izlemeyeni kalmamış bir filmdir. Bu filmin özelliği de çocukluk ya da çocukluktan çıkıp büyümeye başlama dediğimiz şeyi en iyi gösteren film olmasıdır. Antoine Doinel (Jean-Pierre Léaud) ne sempatik (Çalıntı Öpücükler’e dek sempatik olmayacaktır zaten) bir çocuktur ne de bir kahramandır. Sadece sokaklarda serserilik yapan bu yüzden de ailesi ile arası bozuk olan bir çocuktur. Çocukluğun gayet mutsuz, keyifsiz ve ağır bir dönem olduğunu da en azından sinemada bize öğreten film 400 Darbe’dir. Daha sonra benzeri birçok hikâye düşmüştür perdelere ama hiçbiri 400 Darbe’nin gücüne ulaşamamıştır. Bu anlamda, belki de yapılacak tek şey 400 Darbe’de çok da fazla üzerinde durulmamış, bir ayrıntı olarak kalmış bazı meselelerin ve yine çocuklukla ilgili meselelerin düşünce anlamında sürdürülmesidir. 400 Darbe’yi bir tür ya da hikâye olarak değil de, fikir olarak ve o fikrin yeniliğini sağlayan özgün düşünce bağlamında yeniden düşünmek ve yeniden filmler yapmak.. Bu kolay bir şey değil belki ama yapıldığında, hele ki iyi yapıldığında 400 Darbe’yi bile zorlayacak güzellikte şeyler ortaya çıkabilir. Benim tespit edebildiğim kadarıyla da bu işi sadece bir kişi, 1967 yılında yaptı.
2
Maurice Pialat en çok 1987’de Altın Palmiye alan “Sous le Soleil de Satan” (Şeytanın Güneşi Altında) filmiyle bilinir. Daha çok gerçek olaylardan yola çıkan ve bir natüralizme ulaşmayı amaçlayan bir yönetmen olarak bilinen Maurice Pialat bunu diğer filmlerinde ne kadar başarmıştır bilemem ama 1967 yapımı ilk filmi “L’Enfance Nue” (Çıplak Çocukluk) belki de bu amacını gerçekleştirebildiği tek filmdir.
400 Darbe’de olduğu gibi, Çıplak Çocukluk’ta da 10 yaşlarında ve sorunlu bir çocuk vardır: François.1 Kimsesizler yurdunda yaşayan ve yanına verildiği ailelerle hiç geçinemeyen, sürekli hırsızlık yapan, sadece bir ayrılma anında, o ailelerden koptuğunda duygularını ifade etmeye başlayan François, film boyunca bir mesafe gözetilerek karşımıza konmuştur. Filmde müzik kullanılmaması ve sahnelerin oldukça hızlı geçilerek bir “duygusal an” yaşatmanın engellenmesi filmi başka bir şey yapıyor. Bir anlamda bizden ne François’yı sevmemiz bekleniyor ne de onun için üzülmemiz. Mesela tam “yazık ya çocuğa” falan diyeceğimiz anda François bir kediyi hunharca öldürerek ona karşı duyduğumuz en güzel duyguların katili olmayı başarabiliyor.
3
Ama işte bu filmi 400 Darbe’den farklı kılan ve hatta bazı yönleriyle onu aşan unsuru da bu. Doinel her ne kadar sempatik bir çocuk olmasa da Truffaut filmin sonlarına doğru ona karşı güzel duygular beslememize izin veriyordu. (Özellikle o efsane son fotoğrafta.) Ama Pialat bunu yapmak yerine filmin sonunda François’nın eski ailesine yazdığı mektubun okunuşunu sunuyor bize. Mektup elbette izleyicide duygusal bir reaksiyon yaratıyor ama Pialat “duygusal an”dan kaçınmak için anında filmini bitiriyor. Ne çocuğun hüzünlü halini görebiliyoruz ne de tam olarak François’nın ne durumda olduğunu anlayabiliyoruz. Pialat, göstermemenin, bazı anları daha değerli hale getirdiğini biliyor. Bir vedalaşma, sarılma, gözyaşı vs. olmadan bir veda mektubu ile biten film, son sahnesinde de başta amaçladığı manipüle etmeme durumunu başarıyla pratiğe yansıtıyor.
François ile Doinel arasında başka bir ilişkiyi de bir başka Antoine Doinel filmi “Çalıntı Öpücükler” (Baisers Volés) üzerinden kurabiliriz. Çalıntı Öpücükler’de Doinel biraz da gerçeklikle bağları zayıf olduğu ve hayatı da ikincil kaynaklardan etkilenerek yaşadığı için kadınlara hislerini mektuplar yazarak anlatır. Christine’e haftada 29 mektup attıktan sonra karşı karşıya geldikleri ilk an ve sonraki anlarda ise hiçbir şeyden bahsedemez. Aynı şekilde Fabienne Tabard ile de benzer bir ilişki kurup kafasındaki her şeyi (Vadideki Zambak’ın da etkisiyle) mektuplar yazarak iletir.
François da gerçeklikle kurulan ilişki hususunda Doinel ile benzer bir durumda ama onun hali ne sempatik ne de Doinel’in kadınlara karşı duyduğu aşırı ilgi gibi romantik. Bir çocukluk aşkı vs. bile göremediğimiz Çıplak Çocukluk’ta, Pialat, mektubu, göstermediği duyguların yazılı hali olarak aktarıyor.2 François’nın aramaya bile korktuğu ailesini bulmasını sağlamıyor. Hatta hayatta olduğunu bildiğimiz annesiyle bir iletişime geçmesine bile izin vermiyor. O sadece göstermediği şeyler üzerine ve özellikle de oradan çıkan katıksız hüzün üzerine filmini kuruyor.
Hüzün denen şeyin gösterilmeyen şeyde cereyan ettiğini biraz da Maurice Pialat sayesinde anlayabiliyoruz.
4
Filmden sonra ister yönetmen mesafe koysun, ister François sevilmemek için elinden geleni yapsın, o çocuğu, o piçi unutmuyorsunuz. “Ah kim bilir ne hallere düştü” endişesi değil bu. Bu dünyada, bu filmde sona eren bir çocuk ve bir çocukluk veriyor bu hüznü. “İnsanlar hiç büyümez hep çocuk kalır” klişesi vardır ya, işte bunun da düpedüz yalan olduğunu bu filmle biraz daha iyi anlıyoruz. Öyle sanıyorum bir tek çocukluk vardır. Bu da ne şeker bir dönemdir ne de büyüme sancısının bir evresidir. Çocukluk başlı başına bir hayattır. Her şey orada başlar ve biter. Sonrası alışkanlıkların tekrarı ve kalıcılığın illüzyonudur. Çocukluk ölmüştür.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane