4×4 başlığı altında 4 tane Fransız filmini 4 ayrı bölümde yazmayı planlıyorum. Seçilen filmlerin ve yönetmenlerin ortak noktası ise, haklarının verilmemiş olması. Ya da benim bu yöndeki düşüncelerim. Neden 4 derseniz herhangi bir cevap veremem. Ama 4 rakamını bu kadar kullandığım için sizden özür dileyebilirim. Yazacağım başlıklar sırasıyla şöyle olacak:
(1) Le Feu Follet & Louis Malle
(2) Lola & Jacques Demy
(3) L’enfance Nue & Maurice Pialat
(4) Dites-Lui Que Je L’Aime & Claude Miller
1
Sizi mutlu etmesi gereken şeyler hiç beklemediğiniz bir anda gerçekleştiğinde alttan alta ilerleyen bir melankoli olup biten her şeyi kendi rengine boyayabilir. Bu daha çok sevinsek de sonunu biliyoruz duygusudur. Bunlar hep olur. Bir insan bir şeyi arzuladığı ölçüde bir tutkuya çevirmişse ve o tutkunun sonucunda kısmen de olsa istediğini elde etmişse geriye kalan şey sadece korkudur. Belirsizlik her şeyin üstündedir. Bu belirsizlik meylettiği her şeyi kendi rengine boyar. Keder mi vardır, artık belirsiz bir kederdir. Sevinç mi vardır, o saatten sonra belirsiz bir sevinçtir. Her iki durum da normal keder ve sevinç duygularının nitelik değiştirmiş, daha yoğun halidir. Nitelik değiştiren arzu her şeyi kendi rengine boyamıştır. Böyle zamanlarda yaşadığınız herhangi bir an, –an ki fıskiyesi sonsuzluğun-, bütünüyle geçmişinizi ve geleceğinizi değiştirmiştir. Ve öyle sanıyorum yapacak herhangi bir şey yoktur.
Bunlar hep olur. Ben eminim bunlar M.Ö. 218’de de oldu. M.S. 1682’de Hollanda’da bir yerde de oldu. 1978’de Almanya’da, 1995’te Paris’te, 2006’da Ankara’da, ODTÜ’deki mahfuz bir lojmanda da oldu. 2015 ya da 2055’te de başka kentlerde, başka sokaklarda, başka evlerde, başka odalarda da olmaya devam edecek. 5000 yıldır, “Öğleden sonra ne yapacağız? diyen bütün insanlar bize bazı durumlar bıraktılar. Mesela, Albay ne diyordu Tehlikeli Oyunlar’da Hikmet Benol’a: “Bu senin hayatındı oğlum Hikmet, böyle bir oyun seni üzmedi mi?” İşte bu “durum” bize bırakıldı örneğin. Ama değil, sadece kitaplarda değil, hayatın bizatihi kendisinde de, ya da hayatın bizatihi kendisi olmayan filmlerde de, artık ikisinin arasında bir farkın, bir doğa farkının kalmadığı, olanların olmaya devam ettiği düzlemlerde, işte buralarda da hep bıraktı. Bazen Hikmet Benol olarak bıraktı bazen de Alain Leroy olarak. Bu insanlar sürer, hayatta sürmezse yaşamda sürer. Ama sürer.
2
Louis Malle, belirli bir tarzı olan bir yönetmen değil, neyse ki değil. Eğer öyle olsaydı Le Feu Follet gibi bir filmin ardından yine aynı tema ya da aynı atmosfer üzerinden birkaç film daha yapabilirdi. Ama yapmadı. İyi ki de yapmadı. Böylece sadece kendi filmografisinde değil, bütün bir sinema tarihi içinde bir anomaliyi teşkil eden Le Feu Follet, gizlendiği yerde, yekpare bir yapıt olarak kalakaldı.
Le Feu Follet için elimden gelse bir tür “kolaylaştırıcı” hazırlardım. Ne bileyim, filme giriş, olan bitenler, filmin kendi manzarası, filmin kendi ritmine adapte olma hamleleri, işte bütün bunları yazmak, ama yazarken de filme ihanet etmemek, onu tek bir bakış açısıyla değerlendirmemek, mek.. mek. Alain’in daha filmin başında “Sence korkak mıyım?” sorusuna, Lydia’dan aldığı “Hayır. Bence mutsuzsun” cevabının filmin bütün atmosferini oluşturmasıyla tanıdık, belki Fassbinder üzerinden belki de kederli bir iki Godard filminden tanıdık bir evrene gireriz. Filmin çekildiği 1963 yılı Yeni Dalga aparkatının doruk noktasıdır. Ortalıkta en çok rastlanan şey ise heyecandır. Adı tam olarak konmasa da, henüz kuramsallaşma aşamasına gelmese de Yeni Dalga katıksız bir heyecanın lokomotifi olmuştur. Louis Malle de özellikle 1960’ta çektiği “Zazie Dans Le Métro” filmiyle az da olsa bu heyecanın bir parçasıdır.
Paris ise bütünüyle bu heyecanın merkezi durumundadır. Konuşmalar, fikirler, yazılar, sinematek çevresi, Montparnasse kahveleri vs. inanılmaz bir hızla, belki de düşünce hızıyla bu “yeni” şeyin akışına kapılmışlardı. Filmlerin hemen hepsi Paris sokaklarında o heyecanın ritme dönüşmesiyle çekilirken Louis Malle gibi kafası karışık bir adam ne yapıyordu? Paris’ten nefret eden, eski alkolik, alabildiğine kırılgan bir roman karakteri üzerinde düşünüyordu. Sonunda bu karakterin filme alınmış hali yani Le Feu Follet ortaya çıktığında olup bitenin heyecanından film gözden kaçıyor, Louis Malle de bir daha girmeyeceği sularda son kulacını atıyordu. Daha sonra bir şekilde değeri anlaşılan ve müthiş bir restorasyondan geçen film, bugün elimize gizli saklı atağıyla bir hazine gibi ulaşabiliyor.
3
Alain’i filmin başından itibaren bir ruh halinin temposuyla hareket ederken görüyoruz. Oldukça ağır, dışarıdan bakınca neredeyse hiçbir şey yapmayan, gazetelerde gördüğü ilginç ölüm haberlerini makaslayarak duvarına asan Alain, alkol tedavisi gördüğü klinikten ayrılıp yeniden Paris’e döndüğünde bu tempo en azından biz dışarıdan bakanlar için artıyor. Fakat “gizli gülüşüyle acı veren tedirginlik” Alain’in yakasını hiç bırakmıyor. Bu bazen artan bazen inanılmaz yavaşlayan ve bütünüyle bir ruh halini yansıtan tempo bir yerden sonra bir döngü haline geliyor. Anlıyoruz ki Alain Paris’te de, dünyanın başka yerinde de hep bu döngüye maruz kalıyor. Şartlandığı yörünge kavanozdan çıkmasına izin vermiyor. Bazen kavanozun genişlediğini, daha çok hareket alanı olduğunu düşünse de, dönüp dolaşıp aynı tedirginliğe devrilmesi bu döngünün çıkış kapılarının olmadığını gösteriyor. Böyle anlarda devreye giren Erik Satie’nin Gnossienne No. 1’i ise manzaranın bütün parçalarını tamamlıyor. O andan sonra siz de Alain için bir başkasının yapabileceği bir şey olmadığını anlıyorsunuz. Yine filmin başlarında Lydia’nın Alain’e “Seni en kötü düşmanınla baş başa bırakıyorum. Kendinle” demesinin de boşuna olmadığını anlıyorsunuz.
Alain’in ritmi demişken Le Feu Follet’nin Vivre Sa Vie ile yarışacak güzellikteki biçiminden de bahsetmek lazım. Özellikle sokak çekimlerinde ya da Alain’in kendi başına kaldığı sessiz anlarda filmin bıraktığı izler bir resmi filan andırmıyor. Böyle olsa klişe olurdu. Yeni Dalga’nın heyecanlı biçiminin melankoliyi de apaçık içselleştirebildiğini gösteriyor. Ortalıkta hızlı hızlı yürüyen bir Antoine Doinel yok belki ama Paris sokaklarını sürekli aynı döngüde kat eden Alain var. Doinel kadar şirin değil, yüzünüzde bir gülümseme falan bırakmıyor, sadece kat ediyor. Daha önce olduğu şeyi, şimdi olduğu şeyi ve ileride olabileceği şeyleri, hepsini aynı döngüde, aynı ritmde kat ediyor. Ve bütün bunları her şeyi kendi rengine boyayan belirsiz bir keder duygusuyla yapıyor.
4
Filmin sonunda Alain’in sonu tahmin ettiğimiz gibi oluyor elbette. Ama önemli olan bu değil. Şu veya bu nedenle herkes bunu yapabilir. Önemli olan gidenlerin geride bıraktığı yaşam hissidir. Bir filmden çıkan ya da bir hayattan çıkan insanın kat ettiği mesafedir. Bir “özyıkım” olarak tarif edeceğimiz hayatlar filmlerde de olsa, gerçekte de olsa işte bu acayip yaşam duygusunu bırakıyor. En azından o filmlerden taşan, hayata düşman olmayan, hayatta olup bitenlere de düşman olmayan, bazı şeyleri hayatlarıyla değil ölümleriyle ortaya koyan bu insanlar süreklilikleriyle bir yaşam hissi bırakıyorlar. Bir tür borç, onların bıraktıkları hayata duyduğumuz bir bakiye hissi. Sadece bu yüzden bile yaşanabilir, bunları görebilmek ya da o bakiye hissiyle uğraşabilmek için. Bunlar böyle, olup bitenler de, olacaklar da böyle. Öyle sanıyorum yapılabilecek tek şey, bütün işe yaramayanlar içinden boşluğa doğru fırlatılacak daha iyi maddeler seçmek.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane