1
Saplantılı bir aşk hikâyesi yazmak ya da çekmek o cümleyi kurmak kadar kolay değildir. Uğraşmanız gereken bir sürü problem vardır. Mesela en başta: Klişe. Anlatıla anlatıla kafa şişirmiş hikâyelere gücünü veremezseniz elinizde hiçbir şey kalmaz. Bakın mesela yerli sinemada; Kader. Ne yaptı Kader? Bildiğimiz Türk Filmi hikâyesini alıp, o hikâyenin hakkını verdi. Ne süse kaçtı, ne de olan bitene yorum ekledi. Basit, oldukça basit bir şey yaptı ama asıl zorluk da o basitliği yakalamaktır zaten. Ya da, nasıl derler; bunlar benim düşüncem.
İşte Claude Miller gibi sadece memleketimizde değil bütün bir Avrupa coğrafyasında değeri bilinmemiş, hakkı verilmemiş bir adam 1977 yılında bir şey yaptı. Patricia Highsmith’in pek de polisiye olmayan bir romanını (This Sweet Sickness) buldu. Bu romanı aldı, ölçtü, biçti. Aradı Gerard Depardieu’yü, evine çağırıp deneme çekimi yaptı. Akabinde de eline senaryoyu verip: “Al oku, sen artık David Martinaud’sun” dedi.
Gerard, o gece hiç uyumadan senaryoyu okudu, sabaha karşı 5 sularında Claude Miller’ı aradı ve “Evet ben artık Martinaud’yum” dedi. Roma İmparatoru Augustus bundan iki bin yıl önce “Geldiğimde tuğladan bir kent buldum, giderken mermerden bir kent bıraktım” demiş ya Roma için. Filmin çekimleri bittiğinde de Claude Miller değilse bile birileri onun için ve bu filmi için “Ucuz anlatıların ve klişelerin boğduğu bir konuyu aldı ve onu hak ettiği tepeye taşıyıp, bir daha hiç indirilmeyecek biçimde oraya sapladı” dedi.
2
Filmimiz, 1977 yapımı: “Ona Sevdiğimi Söyle” (Dites-Lui Que Je L’aime)
David Martinaud (Gerard Depardieu), Lise’i (Miou-Miou), nasıl söylesek bilmiyorum ama, şöyle söyleyebiliriz sanırım: Martinaud, Lise’i seviyor. Olayımız bu. Gayet basit değil mi? Ama şöyle de bir şey var ki Lise ve Martinaud uzun süre önce ayrılmışlar. Hatta Lise evlenip çoluk çocuğa karışmış. Ama heyhat, her an birine dalacakmış izlenimi veren Martinaud mektuplarla olsun, telefonlarla olsun sürekli Lise’e ulaşmaya çalışıyor. Ona ileride evleneceklerini, az kaldığını falan söylüyor, arada Lise’in kocasına saldırıyor. Bu böyle giderken Martinaud işini gücünü de aksatmıyor, kazandığı tüm parayı Lise ve kendisi için yaptığı olabildiğince ıssız bir yerdeki kır evine harcıyor, oraya mobilyalar alıyor, çatal bıçak seti, nevresim takımı falan, hiçbirini ihmal etmiyor.
Bu sırada da Lise bir taraftan Martinaud’ya “benden uzak dur”, “mektup yazmayı bırak”, “görüşmeyelim” derken, bir diğer taraftan da Martinaud’ya sarılmayı, onu öpmeyi ihmal etmiyor. Kısacası zaten karışık bir adam olan Martinaud’nun kafasını daha da karıştırıyor. Araya giren Schubert ve Mozart melodileri, filmin özellikle sokak çekimlerinde yakaladığı müthiş ritim ama bu ritmi dengede tutan yakın çekim Depardieu sekansları, filmin talihsiz kadını Juliette’in yavaş yavaş Martinaud’nun manyaklıklarıyla boy ölçüşen aşka düşme halleri, insana “yok yok bu film başka, diğerleri gibi değil” dedirtiyor.
Gerard Depardieu’ye artık bir şey dememe gerek yok sanırım. Aldığı her rolü başka bir şey yapan ender insanlardan biri. Diğer oyunculara da lafımız yok. Ama asıl payeyi elbette Claude Miller’a vereceğiz. Ama önce değinmemiz gereken bir başka madde var.
3
David Martinaud, neden Lise için bir ev kuruyor neden bu evi kimsenin uğramadığı epeyi ıssız bir yerde kuruyor ve neden Lise’i elde ettikten sonra burada onunla izole bir yaşam sürmek istiyor?
Bütün bunların nedeni tabii ki Martinaud’nun kafasındaki her şeyi hayata uyarlama çabasından geliyor. Yani tümüyle zihinsel olan bir süreci belki de aşırıya kaçarak pratikte yaşamak istiyor. Zihninde kurduğu manzaranın aynısını kurmaya çalıştıkça da işler sarpa sarıyor. Çünkü hepimizin bildiği gibi hayat kafamızdaki sahnelere uymaz.
David Martinaud ve “Ona Sevdiğimi Söyle” işte bu “olmuyor” deneyiminin filmleşmiş halidir. Hiçbir sonuca ulaşmasa da bir şey için, özellikle de somut bir şey için çabalamak gerçekten de inanılmaz bir şeydir.
Yazının başında adını andığımız Zeki Demirkubuz da “Kader” ile ilgili bir röportajında şöyle diyordu “Bir adam var. Bir kızı istiyor. Ve ne yaparsa yapsın onu elde edemeyeceğini biliyor. Ama yine de peşinden gidiyor. Hiçbir yere varmayacağını, hiçbir şeye ulaşamayacağını bildiği halde gidiyor. Bunu çok tuhaf buluyorum. Bu gerçekten inanılmaz bir şey.”
Kader ile bir tür akrabalık kurabileceğimiz1 “Ona Sevdiğimi Söyle” bu “bir yere varamama” ve bu “bir türlü olmama” durumunun yarattığı hüznün şiddete meyil etmesiyle son bulurken, 1977 yılının diğer Fransız Filmlerinin yanında bir Claude Miller filminin “başka” olduğunu not düşüyoruz otuz yedi yıllık bir gecikme anında.
4
Yakın zamanda ölüp giden güzel adam, Claude Miller ise giderken biz seyircilere sessiz sedasız yaptığı bir avuç güzel film bıraktı. Mesela Charlotte Gainsbourg’un ilk çıkışı diyebileceğimiz Hırsız Kız (La Petite Voleuse). Senaryosunu François Truffaut ile birlikte yazdığı bu filminde Miller, 400 Darbe’nin bir anlamda kız versiyonunu, eğlenceli versiyonunu yapmıştı. Tipik bir Fransız Sineması örneği olan La Petite Voleuse, Miller’ın tüm yeteneğini ortaya koyan bir film olmasa da onda bir iş olduğunu, başka güzellikler çıkarabileceğini tahmin etmiştik.
Hatırlayacağımız en güzel kapanış sahnelerinden birine sahip olan2 “Ona Sevdiğimi Söyle” artık unutulmaması gereken bir film olarak bir yerlerde durmalıdır. Bunu bir görev saydığımızdan ya da unutulmaması gereken filmleri not aldığımızdan değil. Hiç değil. Ama farkı gözden kaçırmak da ayıptır. Güzel olan şeylerin hep bir şekilde arada kaldığını anladığımızda battaniyelerin altında, daha da ilerilerde başka şeyler olduğunu, bu havuzların bitiminde başka denizlerin olduğunu da fark etmemiz gerekiyor. Tamam, Truffaut var, Godard var, bunları herkes bilir konuşur. Ama bak altta Claude Miller var, Bertrand Blier, Maurice Pialat var. Ne yapacağız, unutacak mıyız yani onları? Chantal Akerman’ı ya da Jean Eustache’ı mesela? Bir yerde “en iyisi unutmak” da denebilir, evet. Ama unutmayı bilseydik zaten bu işleri bırakıp mutlu kişi olurduk.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane