ilk bölüm, halep’e 40 km. mesafede, roma dönemi ticaret yolu kalıntılarının bulunduğu terip’te verdiğimiz molayla sona ermişti. bu dizide sık sık yapacağım gibi, lafa, müge’nin defterine kaydettiği notlarla devam ediyorum – parantez içleri benden:
8 kasım 2008 / saat 14:30’da halep’in el-jdeida semtindeki dar zamaria martini otel’e vardık. 1700’lerden itibaren inşa edilmiş muhtelif binaları birleştirmişler. birbirinden farklı odaları ve huzur verici güzellikte iç avluları var. (beşlik gruptan dördümüz buradayız; müge, batuğ, berra ve arzu.) hayri de tarihi baron otel’e yerleşti. daha sonra yanımıza geldi ve kaldığımız otelin küçük, şık restoranında 15:00-16:30 arası gecikmiş bir öğle yemeği yedik: patlıcanlı kebap, humus, dolma, yerel bira… kakuleli kahvelerin ardından keşfe çıktık.
hava henüz kararmıştı. souk el-medine’ye yürüdük. (souk, çarşı demek.) biraz dolaştık, tam bir keşmekeşti; sabuncular, fular-poşu, elbise, ayakkabı vs. satan dükkanlar, etlerin dışarda asılı olduğu kasaplar, baharatçılar… oradan beşimiz tepe tepeye bir taksiye doluşup baron otel’e gittik.
tarihinde atatürk, agatha christie gibi şahsiyetleri misafir etmiş baron otel’in iyi bir revizyona ihtiyacı var. herşeye rağmen burada bulunmak heyecan verici. 18:30-20:00 arası barında oturup arak içerken, yarınki programı gözden geçirdik. halepli kürt barmen bizi, 45 yıldır rehberlik yapan meşhur walid bey ile tanıştırdı. böylelikle, halep’ten sonraki üç günümüz için şoförlü vasıta işini halletmiş olduk.
hayri’den ayrıldık… walid bey 1974 model dodge dart arabasıyla dördümüzü otele bıraktı. berra ile arzu yorgun oldukları için odalara dağıldık. … 23:00’da batuğ ile ikimiz çıktık ve otele 15 dakika mesafedeki hristiyan -özellikle ermeni- semti olan aziziye’ye yürüdük. burada insanlar geç saatte yemeğe çıkıyor. geceleri sokaklar kalabalık, hareketli ve renkli. halep’in önemli restoranlarından biri olan wanes’e girdiğimizde geceyarısıydı, bizden sonra bir dolu gelen oldu. 01:30’a kadar yedik, içtik: enginar çorbası, ermeni salatası, kavurma ve bastırma, ikişer duble de arak. (lübnan arağının bizim gırtlaklara suriye arağından daha tanıdık geldiğini keşfetmiş durumdayız. içinde anason da olan arağın bizim rakıdan pek farkı yok. işler yolunda.)
otele döndüğümüzde kızlara denk geldik. berra ile arzu dinlenince canlanmıştı. sabahın erken vaktine kadar bizim odanın devasa salonunda uzo ve rom içtik.
9 kasım 2008 / kahvaltı üstüne birer mırra’dan sonra taksiye binip arkeoloji müzesi’ne gittik. hayri bizden önce gelmişti. müzedeki eserler paleolitikten başlayıp klasik döneme kadar geliyor. çok güzel ama terkedilmiş gibi, bakımsız.
11.00’de -yakın olmasına rağmen- taksiyle halep kalesi’ne gittik. 50 metre yüksekliğinde doğal tepenin üstüne inşa edilmiş, çevresini 20 metre derinliğinde ve 30 metre genişliğinde hendek ile sarmışlar. sütunlar üstüne çekilmiş bir köprü-geçit ile giriliyor.
tepede ilk olarak bir hitit tapınağı olduğu sanılıyor, daha sonra yunan tapınağına çevrilmiş. 10. yüzyılda, hamadani hanedanı döneminde, şehre hâkim stratejik konumundan dolayı haçlı ordularına karşı kaleye dönüştürülmüş. kalenin içinde, farklı dönemlerde devşirme malzemelerle inşa edilmiş yapılar var; hamam, tiyatro, zindanlar, saray odaları, su ve yiyecek depoları vs…
kaleden çıktık. daracık sokaklarda eski arabalar, çek-çekler, üç-tekerlekliler (triportör), nereden nereye gittiği belli olmayan yük taşıyan insanlar arasından sersemlemiş vaziyette yavaş yavaş aşağı (otelin de olduğu tarihi merkez/hristiyan mahallesi) inerken bazı yerleri de ziyaret ettik:
sinan’ın ilk dönem eserlerinden olan el-hüsreviye camii ve külliyesini ancak dışardan görebildik. burası artık bir medrese. çocukların dağılma saatine denk geldik. medrese ziyarete açık değilmiş. (içine giremesek de, koca sinan marifetiyle karşılaşmak iyiydi. kim olursan ol, bak ve rahatla. sureti sağda.)
yola devam ettik ve önümüze, yine bir 16. yüzyıl osmanlı camii olan el-adliye çıktı. kadınların girebilmesi için sıkı bir prosedür var; onların verdiği, kapşonlu, yere değen cübbeyi giymeden geniş avluya bile adım attırmıyorlar. biz de pas geçtik! aynı şey daha sonra, şehrin en büyük camii olan emeviye’de de başımıza geldi. daha sonra eski el-şibani okuluna göz attık. kilise olarak yapılmış, sonra medrese ve 19. yüzyılda da fransız mektebi olmuş. katolik kilisesine dönüştükten sonra da, kilise merkeze taşınıyor. bina artık halep kültür ve rehabilitasyon merkezi.
birkaç sokak aşağıda, memluk prensi argun tarafından 1354’te yaptırılan bimaristanı ziyaret ettik. ortalarında fıskiyeli küçük havuzların bulunduğu küçük avlulara bakan çok küçük hücrelerden oluşan bir kompleks. müzik ve suyla psikoterapi yapılan bir merkezmiş. eski tıp aletleri, ilaçlar ve hekim odaları vardı. burada hekimlik etmişlerin en önemlilerinden biri de ibn el-rüşd. (burası tarihi bir tımarhane. şimdikilere beşyüz basar. altta fotoğraflarda ek bilgi var.)
bimaristandan çıkıp hemen karşısındaki el-cubali sabun fabrikasını gezdik. bölgedeki ilk sabun üretim merkezlerinden biriymiş. halep’te zaytinyağı ve defneden sabun üretimi bugün de önemli bir ticaret. defne antakya’dan geliyor ve yaz ayları hariç günde beş ton sabun üretiyorlar, hem de yüzyıllar önceki yöntemlerle.
çarşı içinden yürüyerek emeviye camii’ne ulaştık. çok acıkmıştık, saat 14:30’du. caminin iç avlusuna bakan ahlaldar restoran’ın ikinci katında karınları doyurduk. garson yine türkçe bilen bir kürttü. nane-limon güzeldi. ayrıca naneli köfte, kürt peynirli ekmek, domatesli kebap vs. yedik. (bira ve arak eksik değildi.) yemekten sonra camiye dışardan göz attık. el-cam, el-kebir yani büyük cami denilen emeviye, 45 m. yüksekliğinde ve kare biçimli. tek minaresi 1090-1092’de yapılmış. cami defalarca zarar görüp onarılmış. yapımına ilk olarak 705-715 arasında, şam’daki aynı adlı camiyi inşa ettiren walid tarafından başlanıyor. halife süleyman tamamlıyor.
geçtiğimiz dar sokaklar tek yön olmalarına rağmen geliş-gidiş olarak kullanılıp ulaşımda mucize yaratılıyor. bu bölgede müthiş bir ihtimamsızlık var; çöpler, egzoz gazı, hava kirliliği ve bazı bölgelerde pis koku… öte yandan, binalarda orta çağdan itibaren en fazla iki-üç kat ile eşit yüksekliğe özen gösterilmiş. bazıları ahşap cumbalı, değişik işlemeli demir parmaklıklı, bir nevi bazalt-traverten taştan inşa edilmiş birbirine uyumlu binaların güzelliği bizi etkiledi. kilometrelerce dönüp dolaşıp geniş çarşılara bağlanan daracık sokaklar, tonoz geçitler, ender rastlanır biçimde muhafaza edilmiş. fakat bu şehrin işlemesi tamamen tesadüf gibi görünüyor ya da malzemenin marifeti. çünkü herşey çok bakımsız. mimaride fransız etkisine de sık sık rastlanıyor.
emeviye camii’nden el-jdeida’ya yürürken ermeni, rum ortodoks, suriye katolik kiliselerinden geçip dar sokağın bittiği yerdeki geleneksel halk müzesi’ni gezdik ve otele vardık.
otelin bulunduğu el-jdeida semti, eski kentin tarihi surlarının hemen dışında kurulan ilk mahallelerden biri. kelime anlamı; yeni.
akşamüstü odalarda dinlendik. batuğ, gs-fb maçını izleyeceği yer aramaya çıktı. süleymaniye bölgesini dolanıp maçın son 20 dakikasını seyrettiği bir bar bulmuş. (fener koyduydu.) biz de kızlarla çıkıp bir antikacıya uğradık.
21:30’da sisi restoran’da buluşup leziz şaraplı, iyi rakılı güzel bir yemek yedik. geceyarısı bizim odaya yayılıp kızların antikacıdan aldığı deko kadehlerle baharatlı rom yuvarladık. biz arzu ile hızımızı alamayıp uzo da içtik. (e herhalde yani, paşa’ya da kadeh kaldırdık elbet; 10 kasım olmuştu.)
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane